Marx’ı Anarken, “İdeoloji Sorunu” Üstüne Düşünceler (1)

  • 12.05.2018 00:00

   “Düşünce kurtarılmalıdır.” & Ulus Baker

Doğumunun 200. Yılında dünyada ve bizde Karl Marx anılıyor. Son yıllarda Marx’a yönelik artan bir ilginin varlığını görmek zor değil, bizde de akademik çevreleri de içine alan bir dikkat artışı var. Üst üste sempozyumlar yapıldı ve yapılıyor. Bunu derken törensel, ritüelleşmiş anmaları, ezberleri kastetmiyorum, Marx’a ve Marxizm’e kritikçi, analitik yaklaşımlardaki artışa işaret ediyorum, ki bu yaklaşımlar ezber bozan yaklaşımlardır. Özellikle akademik çevrelerde görülen ilgi kayda değerdir.

Kapitalizmin her krizinde Marx her zaman yeniden akla gelmiştir. 2008 küresel finansal krizinde de durum böyle olmuştu, o zaman da buna dikkat çekmiştim. Fakat benim sözünü ettiğim ilgi bundan da farklı bir ilgi, meraktan değil sanki gerçek bir entelektüel ihtiyaçtan doğan bir ilgiden söz etmekteyim.

Bu ilgi artışının farkını, dünyayı saran gericilik dalgası karşısında dünkü kolay ya da bize öyle gelen çözümlerin tükenmiş olduğu koşullarda dünyaya sorumlulukla bakan, gelecek üstüne düşünen insanların sorunlara çözüm aramaktan önce dünyayı anlama ve anlamlandırmaya yeniden ihtiyaç duymalarının bir sonucu diye görüyorum. Ve bunu çok olumlu buluyorum.

Bu ilgi artışının bir başka nedeni daha var kanımca. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Marxist düşünce üstüne çift yönlü resmi ideolojinin baskısı kırıldı. Biri Sovyetleri bir tehdit olarak gören iktidarların, devletlerin üniversite kürsülerinde ve diğer yerlerde Marxizm’den söz etme üstüne uyguladıkları açık ya da örtülü baskıları geçmişe oranla çok gevşedi. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin Marxist düşünceler üzerindeki ideolojik vesayeti kırıldı. Bu durumda üniversite kürsülerinde Marx’a daha cesurca yaklaşımlar arttı. 

Bu arayış haline biraz daha yakından bakınca şunu anlıyorum ki, bu yeni ilgi Marx’a ve Marxizm’e ideolojik olmayan bir yaklaşım anlamına da geliyor ve bu yönüyle de ilgimi hayli çekiyor. Elele Özgürlüğe kitabımda bu konuya da değinmiştim. Esasen kitapta satırbaşı olarak verip derinleştirmediğim konuların açılımları üstüne çalışmalarımı bir dizi makaleler halinde vermek istiyorum. Bu makale de bunlardan biri olacak.

Her tür yanlış anlamayı önlemek için kimilerinin öze dönüş, Marx’a, Marxizm’e yeniden dönüş savları gibi arka plân bir düşünce taşımıyorum. Bu herkesin kendi bileceği bir iştir. Tersine dünyaya ideolojik bir gözlükle bakmaksızın dünyayı yeniden anlama ve anlamlandırma arayışı içinde Marx’a ve Marxizm’e de ideolojik olmayan bir yaklaşımla bakmak istiyorum. Böyle bir bakış için Marxist olmak gerekmediği gibi sorunlara çözüm ararken ya da dünyayı yeniden yorumlarken, anlamaya çalışırken Marxizm’i tek referans kaynağı olarak görme zorunluluğu da yok bana göre. Zaten tek kaynağa bağlanma anlayışıdır ki, Marxizm’i kutsal kaynak-kutsal kitap haline sokup dogmalaştırmıştır. Esasen bu yanlış yaklaşım bizzat Marx’ın anlayışıyla da terstir. Marx kendinden önceki felsefi, siyasal, sosyolojik, bilimsel ve dahası sanatsal, kültürel, estetik ve etik bütün insanlık birikimini reddetmeksizin ve bu birikimi hazmederek kendine mal etmiş, kendi ifadesiyle “temellük” etmiş fakat her bir görüşün yetersiz kaldığı veya göremediği veya yanlış gördüğü noktalara şerh düşmüş ama bu şerhlerle bütün bu mirasın olumsuzlamanın olumsuzlanmasını yaparak hem o mirası içeren hem de o mirastan radikal bir kopuşu gerçekleştirerek kendi teorik sistemini kurmuştur. Kaldı ki bizzat Marx’ın kendisi “İnsan düşüncesinin nesnel gerçekliği yansıtıp yansıtmadığı sorunu, teorik değil pratik bir sorundur. İnsan hakikati yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, şu fâni dünyaya aitliğini praksisi içinde kanıtlamalıdır. Praksisten yalıtılmış bir düşüncenin gerçekliği veya gerçeksizliği sorunu, yalnızca skolâstik bir sorundur.” (Marx, Feuerbach Üstüne Tezler. Tez 2) demişken. O nedenle artık sakız haline gelen Marx’ın görüşlerinin halen günümüzde de geçerli olup olmadığı ya da Marx yaşıyor mu, öldü mü yollu boş tartışmaları bir kenara atmak gerek. Eğer günümüzde gerçek bir ihtiyaç olarak görülüp Marx’a bakmak ilgisi varsa zaten bu ilginin kendisi durumu yeterince açıklamaktadır.

İdeoloji meselesine girmeden önce yukarıda değindiğim boş tartışmaların da gerisinde yatan, üzerinde durulmuş olduğunu sanmadığım bir önemli yanlış anlayışa işaret etmeliyim, bunu tez olarak ileri süreceğim:

Tez 1-Bir teoriyi ortaya çıkaran öncüller veya temel hipotezler değişmiş olsa bile, eğer söz konusu olan bu teori, kendini inşa ederken dayandığı o öncüllerin değişmiş, zaman aşımına uğramış ya da tümüyle ortadan kalkmış olmasına karşın yine de zamanı aşan açıklayıcı bir güce sahipse o teori öncüllerinin yokluğuna rağmen varlığını sürdürebilir.

Fizik alanında bunun örnekleri pek çoktur. Newton’un yer çekimi teorisi (yasası) Einstein ile yerinden oynatılmıştı ama bu teori bugün de varlığını koruyor. Devamında kuantum teorisinin ortaya çıkmış olmasına karşın Einstein’in teorisinin geçerliliğini koruyor olması gibi.

Kimileri Marxist teorinin halen geçerli olup olmadığı sorusunun yanıtını işçi sınıfının varlığına veya yokluğuna bağlıyorlar. İşçi sınıfı daha doğru deyişle proletarya hiç kuşku yok ki Marxist teorinin öncülüdür, o tarihlerde böyledevrimci bir sınıf var olmasaydı Marx’ın devrimci teorisi de ortaya çıkamazdı. Bu kuşkusuzdur. Fakat yine kuşkusuz olan bir başka şey, Marx’ın teorisinin inşasında öncülü olan proletaryanın hem niceliksel hem niteliksel olarak bugünün işçi sınıfına tekabül ediyor olmayışıdır. Buradan çıkarak kimileri işçi sınıfı yoktur diyerek Marx’ın ve Marxizm’in görüşlerinin geçersizliğini ilân edip yanlışa düşüyorlar, öbür taraf ise sırf Marxizm’in ölmediğini kanıtlamak için proletarya kavramına Marx’ın vermediği anlamlar yükleyerek bu kavramı sündürüyor, tanınmaz hale getiriyorlar, sanki o günün proletaryası bugün varmış gibi. Bu yanlış konulan problemin doğru yanıtını yine Marx’ta görüyoruz: “ … Ama teori de yığınları kavradığı andan itibaren maddî bir güce dönüşür. Teori insanı gösterir göstermez yığınları kavramaya yeteneklidir ve köktencileştiği andan itibaren de insanı gösterir, ortaya koyar. Radikal olmak, şeyleri kökünden kavramak demektir. Fakat insan için kök, insanın kendisidir.” (Marx, "Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi")

İşçi sınıfı da nihayet insanlardan oluşuyordu, eğer Marxist teoride genel olarak değil fakat somut olarak bugünün insanını kavrayan bir şey varsa, işçi sınıfının varlığına bağlı olmaksızın Marxist teori yığınlara ulaşabilir.

Öte yandan bir başka tartışma da kapitalizmin günümüzde geçirdiği değişim üzerinedir. Hiç kuşku yok ki 19. ve hatta 20. Yüzyılın kapitalizmi yok bugün, küreselleşen kapitalizm o yüzyılın kapitalizmine göre yalnız nicel değil niteliksel bir değişim içinde ve o nedenle artık milli kapitalizmlerden değil küresel kapitalizmden söz ediyoruz, bilgi çağından söz ediyoruz. Fakat unutmayalım ki meta üretimi sürmekte ve bilgi de metalaşmış durumda. Bugünkü kapitalizm “uluslar ve devletler dışı” karakteri nedeniyle Marx’ın soyutlayarak incelediği kapitalist modele çok daha yakındır.

Üçüncü yanlış yaklaşım, Marx’a ideolojik yaklaşarak onun görüşlerini “çelişkisiz bir bütün” olarak görmektir. Oysa Marx, Hegel’i ayakları üzerine çevirirken düşünce planındaki diyalektiği tarihsel sürecin diyalektiği olarak gerçek dünyaya döndürmüştü yani gerçek dünyanın çelişkilerini, gerçek dünyanın yerine düşünceyi koyarak bu çelişkileri çözmeye kalkmak zaten tarihsel materyalist yaklaşımın dışına düşmektir. Dolayısıyla Marx’ın düşüncelerinde çelişkiler bulmak gayet doğaldır. Ama kimileri bu çelişkileri Marx’ın farklı zamanlarda söyledikleriyle telif edip güya çözmüş oluyorlar. Oysa buna hiç girişmeden o çelişkileri olduğu gibi göstermek gerekir. Bu çelişkilerin bazıları onun yanıldığı noktalardan gelebileceği gibi aslında hem yaşadığı zamandan kopmayan ve o zamanın gerçeklerine sırtını dönmeyen, onları değiştirmek isteyen bir pratik mücadele düşünürü olması ve aynı zamanda zamanını, çağını aşan düşüncelerin de taşıyıcısı olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla bu çelişkileri telif etmek yerine tersine ortaya çıkarmak Marx’ı Marx yapan tarihsel bakış metodunu kullanmak anlamına gelir ki böyle bir bakış Marx’ın zamanıyla bugünün arasındaki değişimi görmemizi de sağlar. Çelişkili bir dünyayı çelişkisiz bir anlatımla ya da teoriyle tanımlamak da tarihsel maddeciliğe terstir. Bu Hegelyen bir bakıştır.

Nihayet açıklık kazanması gereken bir başka nokta Marx’ın ne dediğinden çok bizim onu nasıl anladığımızdır. Dolayısıyla burada benim düşüncelerim “Benim anladığım Marx ve Marxizm” ile ilgilidir. Fizik bilimlerde böyle diyemezsiniz ama sosyal bilimlerde “benim anladığıma göre” diyebilirsiniz. Çünkü sosyal bilimler bilmenin değilanlamanın konusudur.  Marxizm bir sosyolojidir nihayetinde. O nedenle bu makalede “gerçek Marx budur” gibi burnu büyük bir iddiam olamaz. Kaldı ki zaten birden fazla Marxizm vardır; Sovyet Marxizm’i, İngiliz Marxizm’i, Kıta Avrupa’sı Marxizm’i, Fransız Marxizm’i, Alman Marxizm’i, İtalyan Marxizm’i, Çin Marxizm’i gibi. Bunların her biri kendi tarihsel, toplumsal koşullarına göre Marx’ın yorumlanması demektir. Dolayısıyla siz de Marxizm’e kendi yorumunuzu getirebilirsiniz. Aynı zamanda şunu demiş oluyorum ki, Marx’ı Marxizm’den kopararak anlamak da doğru değildir. Çünkü bu saydığım çeşitleme Marx’ın teorisinin bir bakıma pratiğidir.

Bu noktadan makalemin konusu olan ideoloji sorununa daha doğrusu sorunsalına  geçebiliriz. Ama önce şu üç kavram etrafında bu yazımın kavramsal çerçevesini çizeceğim. Eleştiri, ideoloji ve tarihsellik.

Eleştiri kavramı üstüne:

Bizde bu kavram genellikle olumsuz anlamda kullanılır. Beğenmemek, yanlış bulmak, karşı olmak anlamında normatif bir değer yargısı içerir. Oysa eleştirinin yabancı dilde karşılığı kritik etmektir. Kritik etmek bir meseleyi, bir görüşü analiz etmek yanlışlarını, doğrularını, eksiklerini gün ışığına çıkarmak demektir. İçinde bir yargı taşıyor olsa da kritiğin amacı analiz etmektir. Yeni olarak kritik sözünün antik Yunan’da kriz sözcüğünden türemiş olduğu bilgisini edindim, umarım yanlış değildir zira konumuz açısından bu ortak köken yani kriz ile kritik etme sözcüklerinin köken birliği  bana çok açıklayıcı geldi. Bugün solun, Marxizm’in ideolojik bir kriz içinde olduğunu artık reddeden yok gibi. O halde yapmamız gereken Marx’ı Marxizm’i bu krizin ışığında kritik etmektir. Başka deyişle bu krizin nedenlerini araştırmak. Elbette krizin tek nedeni yok, birden fazla nedeni var. Bunlardan bazıları solun dışından, değişen dünyadan kaynaklanan nedenlerdir, bazıları ise solun içsel problemlerini ilgilendiriyor, ben her iki uçta sıralanan kriz nedenlerinden ideoloji sorununu merkeze alacağım çünkü ideolojik kriz ortak paydayı oluşturuyor. 

İdeoloji kavramı üstüne:

Sol literatürde hem en sık kullanılan hem de anlamı en belirsiz, en muğlak kavramlardan biridir ideoloji. Etimolojik kökü itibariyle idelerin bilimi anlamına geliyor, idelerin, fikirlerin doğuşu ve gelişimini araştıran bilim. Fakat bu kavram etimolojik anlamıyla alâkasız biçimde gelişme göstermiştir.

En genel anlamıyla ideoloji bir inanç ve değerler manzumesini esas alan belirli bir dünya görüşünün sabitlenerek topluma taşınması ve toplumun bu sabite temelinde düşünce ve davranışlarını inşa etmek demektir. Daha da genel söylersek bir düşüncenin eylemli düşünce halini almasıdır ideoloji. Daha spesifik anlamda her sınıfa özgü dünya görüşüdür. İdeolojik düşüncenin dayandığı temel mantık özdeşlik mantığıdır yani farklılıkları tek bir parametreye indirgeyerek, dikişsiz, yekpare bir düşünce yaratmak. İdeolojik bakışta bu temel parametreyle çatışan ya da çelişen farklılıklara yer yoktur. 

Tarihsellik kavramı:

Tarihsel gelişme kavramını Hegel’den alarak onu düşüncenin diyalektiği alanından çıkarıp gerçek dünyanın tarihsel gelişmesinin veya doğrudan tarihsel gelişmenin diyalektiğine çevirmiş olduğunu akılda tutarak Marx’ın düşüncelerini de onun tarihsellik metodolojisi içinde görmek gerek. Marxist düşüncenin 19.yüzyılın koşulları içinde oluştuğunu unutmamalıyız. Ayrıca Marx’ın düşünceleri yalnızca onun kendi kafasından çıkmış öncesiz sonrasız düşünceler de değildir. O kadar ki, önce Marx’ı okuyup sonra önceki filozofların düşüncelerini incelerseniz şaşırabilirsiniz, Marx’ın özgün düşünceleri sandığınız pek çok düşüncenin neredeyse satır satır kendinden önceki şu veya bu filozofun düşünceleri olduğunu görürsünüz. Marx bunu yapmakta sakınca görmemiştir, haklıdır da, çünkü kendinden önceki insanlık mirasını temellük etmektedir. Örneğin Tarihsellik kavramı Hegel’den de önce Giovan Battista Vico’da vardır. Vico, aydınlanmanın değişmez, statik akıl ve statik insan doğası anlayışını eleştirdikten sonra Tarihe dönmeyi ilk ortaya koyandır, büyük bir İtalyan filozofudur. İnsanın özünün tarihsel gelişmeyle birlikte değiştiğini söyler, aynıdüşünceyi Marx’ta da görürüz. Ki bu düşünce Marx’ın temel düşüncesidir. Vico, tarihi temel alan bir insanlık bilimi peşindedir, Marx da öyle. Fakat kuşkusuz Marx, Vico’dan farkını da koyacaktır.

Kısacası Marx’ı anlamak ve doğru yorumlayabilmek için 19. Yüzyılın hâkim düşünce akımlarını ve sosyal ve siyasal pratiği incelemek gerek. Bu iş bu makalenin görevi değil. Ancak konumuzla sınırlı olarak şu saptamayı yapmak gerekiyor. 19. Yüzyıl yeni felsefi problemlerin ortaya çıktığı ve yeni kavramların ortaya atıldığı, bunun sonucu olarak olağanüstü çeşitlilikte felsefelerin kendini gösterdiği bir yüzyıldı. Bu çeşitlilik aynı zamanda birbirine zıt görüşlerin dolayısıyla da ideolojileşmelerin ortaya çıkmasını doğurmuştu. İdealizme karşı materyalizm; irrasyonalizme karşı pozitivizm; liberalizme karşı Marxizm gibi.  Zamana damgasını basan ise Alman idealizmidir. Temelde ise sanayi devriminin doğurduğu altüst oluşlar, köyden kente yığınsal göçler, kadın ve çocuk emeğinin vahşice sömürülmesi vardır. 1848 devrimi ve iki sınıfın burjuvazi ve proletaryanın doğuşu, keskinleşen sınıf savaşları v.s. hep bu yüzyıl içinde olup bitmiştir.

İşte katı çekirdekli ideolojik dünya görüşlerinin doğuşu bu tarihsel koşulların, yani tekraren söylenirse sert sınıf mücadelelerinin sürdüğü bir tarihsel zamanın ürünüdür. Katı çekirdekli ideoloji yalnız Marxist hareketlere özgü de değildir. Hatta denebilir ki en katı çekirdekli ideolojiler pozitivizm ve rasyonalizmdir.

Bu kavramsal çerçeve içine aldığım bu yazımın içeriğini yukarıdaki tezle birlikte yine tezler halinde ifade edeceğim.

Tez 2- 19.Yüzyılın tarihsel damgasını taşıyan Marxist ideoloji iki yüzyıl

boyunca bu sert çekirdeğini koruyarak, değişmeksizin varlığını sürdürmüştür. Bu çekirdek sınıfa karşı sınıf anlayışıdır, burjuvazi-proletarya. Başka deyişle sosyalist-komünist hareket iki yüzyıl öncesinin kendine özgü koşullarına saplanıp kalmış, o gözlükle bugünün dünyasına bakmıştır.

Bu bile yalnızca ve tek başına bu krizin içsel nedenlerini görüp anlamaya yeter. Buna “ideolojik körleşme”diyeceğim. İnsan hafızası unutkandır, Sovyetler Birliği çökene kadar solun bütün çeşitleri, hepimiz, “Kapitalizm çöküyor sosyalizm yükseliyor” ezberini dilimize pelesenk yapmıştık. Oysa sosyalizmin yükselişini gösteren hiçbir emare yoktu.

 Bu ideolojik körleşmeyi görenler kuşkusuz yok değildi. Sonradan Frankfurt Okulu adı verilen Marxist çevreler gibi. Onlar Marx ve Marxizm’e eleştirel bakarak ve insanın varlık bütünlüğünden çıkarak, onun yalnızca homo- ekonomikus olmadığını göstererek, ekonomik indirgemeciliği ve determinist mantığı eleştirerek bireysel ve sosyal psikolojiyi teoriye dahil ederek teorik mirası zenginleştirmişler ve Marxizm’i Eleştirel Teori adı altında yeniden inşa etmeye soyunmuşlardı. Ne var ki kurumsal Marxizm yani sosyalist ve komünist partiler içinde yani parti bürokrasileri içinde donuklaşan Marxist düşünce içinde bu yeni ve eleştirici tezler hayat hakkına sahip olamadı. İdeolojik sapma olarak görülüp dışlandılar. Bu partilerin içsel tarihi sonu gelmez “sapmalar” ve  sapmalarla sonu gelmez bir ideolojik mücadelenin tarihidir.

Oysa yakından bile bakmaya gerek yok, eğer bir sapmadan söz edilecekse gerçekte Marxizm’den, daha somut ifadesiyle tarihsel materyalizm teorisinden sapan bu kurumlaşmış Marxizm’di. 19. Yüzyıla saplanıp kalmış olmak bunun açık kanıtıdır, bu ideolojik saplantıydı, tarihe gömülmekti.  

Oysa bilindiği gibi Marx ideolojiyi ona olumsuz anlam yükleyerek kullanmıştı, “yalancı bilinç” diyerek. Yani ideolojik düşünceye temelden itirazı vardı. Marx’ın ideoloji konusundaki yaklaşımını Alman İdeolojisinin Eleştirisi’nde  ve  Feuerbach Üstüne Tezler’de görebiliriz. Belki başka yerlerde de vardır, ben ikincisi üstünde duracağım yalnızca. Feuerbach Üstüne Tezler’den 11. Tez en ünlenmiş olanıdır, aynı zamanda ezber haline gelmiş, getirilmiştir. “…Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”

Ezberciler tarafından bu ifade, sanki Marx dünyayı yorumlamaya yani anlama çabası göstermeye gerek yok,yapılacak şey salt onu değiştirmek demiş gibi anlaşılmış ve öyle kullanılmıştır.  Anlamadığınızı nasıl değiştirebilirsiniz? Bu yorum bizzat Marx’ı kabalaştırmaktır. Hâlbuki Marx yukarıdaki bu eleştiriyi kendisinin ifadesiyle  “kaba materyalistler” dediği Feuerbach ve onun gibi düşünenlere karşı yapıyordu. Onlar kapitalizmi, ideolojik söylemde tıpkı geçmişte bizlerin yaptığı gibi keskin eleştiriyorlardı, onun nasıl bir felaket olduğunu, sömürüyü, eşitsizliği anlatıp duruyorlardı.

Feuerbach gerçekte basit biri değildi, çok etkili bir rolü olmuştu, özellikle Hegel’e yönelttiği eleştirilerle fırtına estirmişti, bilhassa dini eleştirme konusunda. Bu eleştiriler Genç Hegelci’leri doğurmuştu. O kadar ki Engels “bir ara biz de Feuerbahcı olmuştuk” der. Marx Feuerbach’tan hem çok şey almış ve değer vermiş ama hem de onun nerede takılıp kaldığına dair eleştiriler yapmıştı.

“…Daha iyi bir yaşama inanmak yerine onu isteyerek ve onu gerçekten istiyorsak yalıtık bir durumda kalmayıp tersine güçlerimizi birleştirerek daha iyi bir yaşam yaratabiliriz; en azından bugüne kadar insanlığın acı çektiği pis haksızlıkları, berbat ve dayanılmaz kötülükleri bertaraf edebiliriz. Lâkin bunu istemek ve uygulamaya koymak için, tanrı sevgisi yerine insan sevgisini, tanrıya inanç yerine insana, onun gücüne olan inancı, dışsal veya kendisinden üstün bir varlığa bağlı olmayan fakat bizzat kendine bağlı olan bir gelecek olarak insanlığın geleceğine olan inancı biricik gerçek din olarak önümüze koymak ve de insanın yegâne şeytanının [yine] insan yani kötü, kaba, çıkarcı ve batıl inançlı insan olduğunu, üstelik onun biricik tanrısının da insan olduğunu anlamak gerekir.” (L. Feuerbach, 1849)

İlk planda kulağa hoş gelen, insancıl duygular uyandıran bu sözlere Marx şiddetle itiraz eder, der ki Feuerbach,Hegel’i aştığını söylüyor, Hegel’in “tininin” yerine Feuerbach “maddeyi” koymuş olduğu için onu aştığını sanıyor  ve fakat koyduğu şey yalıtılmış soyut bir insan, daha doğrusu insan figürü, bunun tin ya da Tanrı kavramıyla farkı yoktur, bu idealizmdir. Oysa o yalıtılmış, soyutlanmış tekil kişi bir toplumun üyesidir ve o toplum tarihsel olarak doğmuştur. Siz tarihin izini sürmeyi unutuyorsunuz. Mesele bu tarihsel toplumu değiştirmektir.

“…Feuerbach, dinsel özü insansal öze indirgiyor. Ama insansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içersinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür. Bu gerçek özün eleştirisine girmeyen Feuerbach bunun sonucu olarak:

1. Tarihsel süreçten uzaklaşmak ve dinsel duyguyu [Gemüt] kendi başına bir şey olarak saptamak ve soyut -yalıtılmış- bir insan bireyini varsaymak zorunda kalmıştır.

2. Dolayısıyla insansal öz, onda ancak bir "tür" olarak, birçok bireyi salt doğal olarak birleştiren içsel, dilsiz bir genellik olarak anlaşılabilir.” (Marx. Tez 6)

Marx, kaba materyalistlere “sizinki eski materyalizm ben ise ‘yeni materyalizm’ yapıyorum” der. Onun yeni materyalizm dediği “Tarihsel materyalizm” idi ki merkezinde “praksis” felsefesi yatar (her ne kadar kendisi buna felsefe demese de)  

11. Tezi papağan gibi tekrar edenler üstte duran 10. Tezi incelemiş olsalardı o zaman bu dar pratikçi yoruma kapılmayacaklar ve bu eleştiriyi doğru anlamış olacaklardı. Marx  bu tezlerde hem pratik kavramını hem de praksis kavramını aynı anda aynı yerde birlikte kullanıyor,  “acaba neden? Ve praksis kavramıyla acaba ne demek istiyor Marx?” diye sormaları gerekirdi. Praksis kavramının uzun açılımını gelecek yazıma bırakacağım burada kısa bir değinmeyle yetineceğim. Praksis düşünce ve eylemin ya da teori ile pratiğin diyalektik birliğidir. Diyalektik yani çelişkili birliği. Yani düşünce etkinliğiyle ve aynı zamanda dış dünyayı amaçlı bir faaliyetle değiştirme etkinliğinin birliği. Düşünce etkinliği ve teoriden söz edildiği yerde Marx nasıl olur da dünyayı yorumlamayı artık bırakın demiş olabilir? Burada Marx’ın görüşlerine de bazı eleştirilerim var ama bunu gelecek yazıma bırakacağım.

Marx ben yeni materyalizm yapıyorum derken tinin yerine neyi koyuyordu, bir sınıfımı ya da sınıf mücadelesini mi? Hayır. Marx somut maddeyi yani metayı koyuyordu. Marx’ın Das Kapital’i her hangi bir şey ile değil meta ile başlar. Çünkü der Marx, meta kapitalist toplumun hücresidir ve siz kapitalizmin doğurduğu sonuçlarla uğraşıyorsunuz, ideoloji ve siyaset yapıyorsunuz bilim değil, oysa sizin sonuçlarıyla uğraştığınız nedenler bu hücre içinde gizlidir (Günümüzdeki gen bilgisi gibi). Kapitalist toplumun gerçeğini eş anlamda meta içinde gizlenen gerçeği örten şey ise Marx’ın Das Kapital’de inceden inceye analiz edip serimlediği kapitalist üretim tarzının daha meta üretimi safhasında meta ile birlikte yarattığı ideolojidir. Bu ideoloji bir nebula gibi, bir sis gibi toplumu sarar ve insanı kendi emek ürününe, insanı kendine ve insanı diğer insanlara yabancılaştıran bir “yalancı bilinç” yaratır ve insan doğasına yabancı yalancı bir toplum inşa eder, burjuva toplumu. Kuşkusuz ki bu yalancı toplum da gerçektir çünkü yalıtılmış da olsa gerçek insanların eliyle inşa edilmektedir. İnsanlar, ezilenler, sömürülenler de içinde bu yalıtılmış bilinç nedeniyle bu ideolojiyi içselleştirerek bu düzeni meşrulaştırırlar. Bu meşrulaştırma üretim ilişkileri yoluyla olur ki bunun merkezinde mülkiyet ilişkisi vardır.

Kapitalist özel mülkiyet konusunda Marx’ın “kaba materyalizm” ile polemikleri bugün için de ufuk açıcıdır.

“ Özel mülkiyetin hırsızlık olduğunu söylemeniz kuşkusuz ki doğrudur ama ben özel mülkiyetin pozitif kalkmasından yanayım siz ise negatif kalkmasını düşünüyorsunuz, devlet-iktidar eliyle kalkmasını, oysa bu devleti kapitalist yapmanın ötesinde hiç bir sonuç doğurmaz der. Bu polemiğin devamı ise piyasa ekonomisi üstüne olan polemiğidir. Piyasa ekonomisini eleştiren kaba materyalistlerin eleştirilerini kabul eder, kendi de şiddetle eleştirir ve fakat bu eleştirilerim nedeniyle benim piyasa ya da serbest ticaret yerine devletçi-korumacı ekonomiyi tercih ettiğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Mübadele ekonomisi ya da bugünkü deyimiyle serbest piyasa ekonomisi yıkıcı-yenileyici bir dinamizme sahiptir ki, piyasa içindeki vahşi rekabet kapitalizmin iç çelişkilerini artırarak onu içten zayıflatır, krizlere neden olur ve sonunu getirecek koşulları hazırlar. Devletçi- korumacı ekonomi ise gericiliktir ve gericilik üretir yalnızca der ve ekler “eğer bir tercih söz konusu ise serbest ticareti tercih ederim”.   

(Geçmişte 2008 yılında Neşe Düzel ile yaptığım röportajda bunları söylemiştim ve bu nedenle liberal olduğum yaftasını asmışlardı boynuma ama aynı şeyleri Marx söylediğinde liberal mi olmuş oluyor? Kaldı ki Marx’a atfen söylemiştim.)

Marx Ütopist Sosyalistlere de seslenerek, sizin ortaya koyduğunuz da bir gerçektir ama sanal bir gerçektir, duyulur, algılanır, hissedilir değildir. Bir gerçeğin karşısına bir başka gerçek koyarak gerçeği değiştiremezsiniz. Yapılacak şey üretim tarzını değiştirecek bir sosyal devrimdir, siyasi devrim değil. Bu sosyal devrim kapitalist toplumun yerine bir başka toplum koymak değil kapitalist toplumun içini dışa çevirmektir. İç dışa çevrildiği zaman üretenin ürününe sahip çıkmasıyla birlikte işte o zaman sınıfsız toplum doğacaktır diyordu. Yani Marx’ın komünist toplum dediği Kafdağı’nın ardında uyuyan bir güzel değil kapitalizmin daha şimdiden içinden çıkacak bir yeni toplumsal düzendir. İşte bana göre geçmişte en anlamadığımız mesele de buradadır. Zira kaba Marxizm bir yolunu bulup iktidarı almak ve yukardan siyasi devrim yapmayı düşünür. Bu nedenle de sosyal bir muhalefet yaratmak için uzun erimli ve sabırlı çalışmak yerine siyasi taktik ve stratejiler üstüne bitip tükenmez tartışmalarla enerjisini harcayıp durur. Marx “siz, ideoloji yapıyorsunuz,  siyaset yapıyorsunuz” derken işte bunu kastetmekte ve eleştirmektedir. Marx tepeden devrime şiddetle karşıdır.  O kapitalizmin kaçınılmaz olarak yaratacağı iç çelişkilerin doğuracağı sosyal dinamikleri izlemektedir. Yani değişime radikal müdahalenin koşullarını ortaya koymaktadır.  

Şimdi ideolojinin eleştirisi-kritiği üstüne asıl önem verdiğim tezime geliyorum.

Tez 3- Kapitalist üretim tarzı (Burjuvazi demiyorum) sosyalistleri, komünistleri genel olarak solu ve Sosyalist Dünya’yı  “ideolojiye hapsederek” esas olarak ideolojik alanda yenik düşürmüştür.  

Ne demek istiyorum?

Biliyorsunuz Soğuk Savaş dönemi bütünüyle ideolojik savaş dönemiydi. Sovyetler Birliği Yeşil Kuşak teorisiyle kuşatılmıştı, sosyalizmle ilgili olarak din karşıtlığı, dinsizlik propagandası kapitalist dünyanın başta gelen ideolojik argümanıydı. İkincisi ise düşünce özgürlüğünün yokluğu. Bu ideolojik kuşatma altında Sosyalist Dünya git gide içe kapanıyordu. Bu durum dünyaya da kapanmayı getiriyordu. Böylece kendini salt ideolojik savunmaya hapsetmiş oluyordu. Ki bu ideoloji yukarda sözünü ettiğim ideolojik körleşmeyi doğuran, kendini yenileyememiş donmuş ideolojiydi. İdeoloji ve ideolojik mücadeleden en çok söz eden sol bu mücadeleyi kaybetmişti.

M. Gorbaçov içerde demokratik reformlar ile dışarıya karşı ise barış politikasıyla bu kuşatmayı kırmaya çalıştı. Hatırlayın, M. Gorbaçov ilk döneminde yaptığı açıklık ve barış politikasıyla Batı kamuoyunun yüreğini kazanmıştı. ABD’ye gittiğinde halk o zaman basının verdiğiyle söylersem kendi başkanlarına gösterdikleri sempatiden daha fazlasını göstermişlerdi ona. Çünkü barış politikasıyla Batı halklarının korkulu rüyası olan nükleer felaketi önlemişti ve Sovyetlere Batı kamuoyunun bakışı değişmeye başlamıştı. Ne var ki bu açılım içerde bir halk devrimi radikalliğiyle devam etmediği için başarılı olamadı. Kuşkusuz gerisinde Batı’nın ekonomik ve siyasi ambargosu da vardı. Eski düzen çökmüş ama yeni düzeni Gorbaçov eski düzenin aletleriyle kurmaya çalışıyordu yani bürokrasi-devlet eliyle değişim. Burada ikinci hata Demokratik Almanya’nın Gorbaçov reformlarına karşı çıkışıydı. Oysa Batının en yoğun ideolojik saldırısı altında olan sosyalist ülke burasıydı. Üstelik de bölünmüş bir Alman ulusu vardı burada. Bir halk devrimi tam da buradan başlamalıydı. Sosyalist bir toplumda (henüz komünist olmayan) demokratik bir halk devrimi!.. Neden olmasın?

Kime karşı, bir sınıf haline dönüşmüş olan bürokrasiye, donmuş, katılaşmış yönetim sistemine yani devlete karşı. Ne için, devletin demokratik sosyalizm temelinde yeniden yapılanması, çok partili sosyalist bir rejim için.  

Neden olmasın?

Bu devrimci dönüşüm yapılamayınca çöküş ve kapitalizme dönüş geldi.

Kapitalizme karşı verilen ideolojik savaşın nasıl yitirilmiş olduğunu doğrudan gözlemlerime dayalı bir kurguyla çok somut sergilemek istiyorum.

Bir otomobil yarışı düşünün, bir tarafta son model bir Mercedes var onun hemen yanında ufacık tefecik bir otomobil adı Trabant, Demokratik Almanya’nın ürettiği bizim Murat arabalarının küçüğüne benzeyen bir araba. Mercedes bir otomobil ama yalnız otomobil değil, ondan daha fazla bir şeyi temsil ediyor. Yukarıda Marx’ın görüşlerini özetleyerek aktarmıştım; kapitalist meta yalnız bir mal ya da eşya değildir aynı zamanda bir ideolojidir de. İşte Mercedes de kapitalist üretim tarzının meta ile birlikte yarattığı kapitalist ideolojinin mücessem halidir. Trabant ise sosyalist ideolojinin temsili. Bu yarışı kimin kazanacağını sormama gerek yok sanırım.

Fakat mesele o denli basit değil. Hafta sonları Batıdan lüks arabalarıyla sözgelimi Mercedesleri ile insanlar Doğu Berlin’e özel izinle gelirler, kuşkusuz çok sayıda insan değil ve büyük marketlerden et, süt, yağ ve bunun gibi temel gıda maddeleri ve hatta giysiler, çocuk elbiseleri ve oyuncakları, spor malzemeleri, ucuz kitap ve plâklar alıp arabalarını tıka basa doldururlardı, çünkü Batı ile kıyas kabul etmeyecek kadar ucuzdu bunlar. Onlar arabalarını dolduradursunlar DDR’li vatandaşlar, özellikle gençler hayranlıkla bu lüks arabaları incelerlerdi. Batıdan gelenler ise her hangi bir hayranlık duymadan bir talancı gibi arabalarını doldurmaya uğraşırlardı.

Hayranlıktan söz ettim, hayranlık yaratamayan, yalnızca yıkmak üstüne kurulu bir ideoloji bu yarışı kazanamazdı ve kazanamadı da.  Sosyalist propaganda şöyle diyordu: “ Tamam Mercedes teknolojik olarak üstün ama siz herkese bir Mercedes verebiliyor musunuz? Bizde eşitlik var herkese verebiliyoruz.” Bu ideolojik propaganda kapitalist toplumun insanları üstünde etkili oluyor muydu? Kesinlikle hayır. Nedenlerini yukarıda Marx söylemişti. Bu propagandaya Mercedes’in karşı yanıt vermesi bile gereksizdi, motorunu büyük bir homurtu ile çalıştırarak kaldırdığı ideolojik toz bulutu bu sözlerin duyulmasını bile imkânsız kılıyordu.

Sosyalizmin propagandası özü itibariyle, dayandığı argümanları açısından yanlış mıydı? Bizlerin,  kapitalist sömürüyü, yarattığı eşitsizlik ve adaletsizliği halka anlatmamız yanlış mıydı? Kesinlikle hayır. Ama Marx’ın çok esinlendirici bulduğum bir sözü vardır: “ Düşüncenin gerçeğe yönelmesi yetmez, gerçeğin de düşünceye yönelmesi gerekir.” Bizim arkaik ideolojiye saplanarak göremediğimiz şey buydu. Kapitalist toplumun tüketim toplumu haline gelişini eleştiriyorduk, ne var ki tüketim peşinde olan, zaten kendine yabancılaşmış insanlara bu eleştiri bir anlam ifade etmiyordu. Yani bu propagandanın gözardı ettiği şey insanın algı dünyasıydı, ki bizim dilimizde ve literatürümüzde böyle bir kavram ve problem yoktu. Oysa kapitalizm piyasa yoluyla insanların algı dünyasını bir yandan koşulluyor, yönlendiriyor öte yandan buna rağmen bununla da yetinmeyip kamuoyu araştırmaları, piyasa araştırmalarıyla günü gününe takip ediyordu. Bizim öyle bir derdimiz yoktu. Kamuoyu araştırmaları seçimden seçime aklımıza gelir.   

Kendi ülkemize bakalım, dünde öyle idi bugün de öyle; sınırlar açık olsa Avrupa serbest dolaşımı kabul etse akınla gidecektir insanlar. Bu insanlara oralara gitmeyin orada kapitalizm var, kapitalizm sömürür, emperyalizm böler yutar propagandası yapıyorduk üstelik kapitalist bir ülke iken. Etkili oluyor muyduk? Hayır.

Burada bir başka büyük sorun daha var; yıllarca daha çocukluktan başlayarak sosyalist ideolojiyle yetişmiş bu halk, işçiler, gençler, aydınlar kendi sistemlerini demokratikleştirmek yerine, Berlin Duvarını yıkmak yerine devletin açtığı kapıdan geçerek Batıya sığınmayı tercih edip duvarı yıkmayı Batı halkına, kapitalizme bıraktılar. Yani sosyalist bilinçten söz etmek gerekirse -ki bilinç lafını sevmiyorum, aldatıcı bir laf ve ideoloji kokar- bu nasıl bir bilinçti? Bunun da anlaşılır, açıklanabilir bir yanı var ama bunu da sonraya bırakacağım. Sorun şu ki, sosyalist ideoloji kendi toplumunu dahi kazanamamıştı.

Peki, durum böyleyse, Trabant’ın Mercedes ile olan bu yarışı kazanmada şansı hiç mi yoktu? Vardı.

Sosyalistler ideolojik körlüğü bırakıp imkânsızın içindeki mümkünü görebilselerdi vardı. Ama bu körlükten kurtulmak ancak tarihsel bir düşünceyle mümkündü yani 19. Yüzyıldan 21. Yüzyıla varan iki yüzyılın tarihsel değişimlerini bilimden, kültüre, sanata ve sosyal psikolojiye dek değişimini görebilseydik. Böylece kendimizi değiştirip sonra daha doğrusu eşgüdümlü olarak dünyayı değiştirmeye soyunsaydık bu olabilirdi. 

Radikal demokratik bir muhalefetin doğması

Bugün ülkemizde özellikle solun, yukarıdan beri sözünü ettiğim geçmişin muhasebesini yapması daha fazla geciktirilemez, bu acildir.

Temel meselemiz demokrasidir, radikal demokratik bir muhalefetin doğması ve demokrasi sürecine aktif müdahale etmesidir. Siyasi değişimden önce sosyal değişim için.  Karşımızda radikal demokratik değişim için sürece, “dar anlamıyla iktidar” hedefi koymaksızın alttan yığınsal aktif müdahale ile radikal demokratik bir değişimi başlatma gereği var. Türkiye’nin otoriter rejimden çıkabilmesi için savaş ve kutuplaşma politikalarının kırılıp barış ve yumuşamaya geçmesi gerek. Bu yumuşama isterse iktidardan gelen çok ufak bir adım olsun önemsiz görülmemeli. Sıkışmış olan iktidar açısından bakılırsa bu ihtimal hiç yok da değil. Bu çerçevede muhalefetin ittifak arayışları da diyalog kültürünün gelişmesi ve yumuşama için önemli, dahası oy dengelerinde iktidar aleyhine bir değişiklik yaratabilirse bu da önemli olacaktır;  Fakat bu ittifak arayışında HDP’nin dışlanmış olması bu ittifakların stratejik sonuçlardan çok oy hesabına dayandığını gösteriyor ki buradan bu seçimde stratejik önemde bir sonuç çıkmaz. Ülkemizin en yakıcı stratejik sorunu olan Kürt sorununu dikkate almayan hiçbir politika stratejik bir sonuç doğuramaz. Cumhurbaşkanlığı seçiminde, seçim olmayan bu seçimde stratejik müdahale anlamına gelecek tek doğru hamle Selahattin Demirtaş’lı HDP’nin barajı aşması ve hatta daha da yükseğe çıkmasıdır. Bu ise 7 Haziran 2015 seçimlerine benzer bir havanın yaratılmasına bağlıdır ve bu mümkündür.

Yazımın konusuna dönersem;

Şöyle bir hayalim var; (John Lennon’ın “Imagination”ı gibi. “Bir Hayalim var”)

Trabant çiçeklerle böceklerle boyanmış halde Berlin Duvarına içerden dayanmış ve yıkmış onu, bir düğün alayı gibi arkasında kadınlarıyla, çocuklarıyla gençleriyle sosyalist toplumun halkı; Batının ideolojik merkezi Batı Berlin’in kalbine çiçeklerle, şarkılarla giriyorlar; parçalanmış iki halk birleşiyor, parçalanmış Alman ulusu buluşuyor, kucaklaşıyor, bütünleşiyor. Sosyalist üretim Batının kapitalist piyasasına ucuz mallarıyla girip yoksul Batılıları kazanıyor, böylece kapitalist piyasa ekonomisine müdahale ediyorlar. Kısacası sosyalist bir ülkeden başlayıp kapitalizme yönelen demokratik bir halk devrimini başlatıyorlar, iktidar hedefi falan koymadan, alttan bir devrimle. İşte o zaman Trabant Mercedes’i geçerdi. Kuşkusuz geride tüm özgürlükleri tanıyan çok partili sosyalist bir demokrasiyle birlikte. Bu mümkündü, tek engel 19. Yüzyılda kalmış arkaik ideolojiydi ve bu ideolojiden beslenen devlet bürokrasisi.

Yazıyı daha da uzatmamak ve bu hayalimle, ütopyamla baş başa kalmak için burada bitirmek istiyorum ama ideoloji bahsi henüz bitmedi. Biliyoruz ki Lenin, Marx’ın aksine -Marx’ı bu alanda da revize ederek, ideolojiyi ona olumlu anlam yükleyerek kullandı. Gelecek yazımda Lenin’in anladığı anlamdaki ideolojiyi de inceleyeceğim. Bunu yaparken Marx’ın bazı görüşlerini de kritik edeceğim ve kendi anlayışımı da vererek bitireceğim.

Sonuç olarak içinde bulunduğumuz zaman, dünyayı yeniden anlamak, anlayarak değişime müdahale ve onu değiştirme zamanıdır. Bana bu düşünceleri ilham eden Karl Marx’ı, Friedrich Engels’i de unutmadan, doğumunun 200. Yılında saygılarımla anıyorum. Bütün yanlışlarına ve eksiklerine rağmen Marxist gelenek içinden gelmiş olmaktan hoşnutluk duyduğumu ifade etmeyi de bu saygının bir gereği sayıyorum.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums