- 17.05.2021 08:13
Önceki yazı, İkizdere’deki taş ocağı protestosunda olup bitenler karşısında ‘bir kesim’ muhalif yurttaşın, iktidar seçmeni olup türlü mağduriyet yaşayan kesimlere yönelik “Oh olsun” tepkisi üzerineydi. Seçmen davranışının karmaşıklığından söz edip “Oh olsun!” yerine, “Neden şunca skandala rağmen parti değiştirmiyorlar” sorusunu yöneltmenin, ilkinden daha anlamlı sonuçlar vereceğini iddia ediyordu.
Aynı konuya, biraz daha açarak, bir-iki yazı daha devam etmek istiyorum…
Hakikaten, bunca skandala rağmen milyonlarca yurttaş neden hâlâ oy veriyor, işler kötüye gittiğinde neden ‘kararsızların’ sayısı artıyor, iktidar derli toplu bir propaganda videosu dahi hazırlayamayacak ölçüde dökülürken, muhalefet nasıl olup da ikna sorunu yaşıyor?
‘Seçmenlik’, insanın/yurttaşın niteliklerinden yalnızca biri olduğuna göre, muhalifler kimi ikna etmekte zorlanıyor; seçmeni mi, yurttaşı mı, insanı mı? Garip bir soru mu sizce? Bir ‘insan’, bir ‘yurttaş’ ve bir ‘seçmen’ ile kurulan ilişkinin ‘biçimleri’ üzerine düşünmeye değmez mi?
Bu ve benzeri sorulara aceleci, zahmetsiz yanıtlar verilebilir ve o yanıtlar genellikle ‘bizim millet’ ifadesiyle başlar, malum. Üstelik söz konusu yargıların/yanıtların bir kısmı hiç yanlış olmaz. Bir arada yaşayan bunca insanın bazı ‘ortak’ yanları var kuşkusuz. Ayrıca, kolaycı ve agresif yanıtlar hemen her zaman daha fazla rağbet görür; ilk akla gelen, en ilkel reflekslerin hiçbir dönüştürücü etkisi olmasa da, cezbeder.
Herhalde herkes gönül rahatlığıyla kabul eder, herhangi bir insanı yermemize neden olan ‘olumsuz’ niteliklerin hiçbiri doğumla kazanılmaz; zira hepimiz ‘toplumsal’ varlıklarız. Marx’ın o olağanüstü berrak tespitini bir kez daha hatırlamalı: “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker.” (Louis Bonapart’ın On Sekiz Brumaire’i, çeviren Tanıl Bora)
Koşullarımızın ürünüyüz, öğrendiğimiz, tanık olduğumuz, yiyip içtiğimiz, okuduğumuz, eşimiz dostumuz, dahil olduğumuz sınıfın/tabakanın sağladığı ya da yoksun bıraktığı olanaklar ve yaşamın bizlere sunduğu ‘talih’ kadarız. Dolayısıyla, herhangi bir insanın zihniyetini ve tercihlerini, o davranışın ya da tercihin ‘oluştuğu’ koşulları dönüştürmeden, değiştirme ihtimali yok. Bunun kolay bir yolu olmadığı gibi, on yıllar ve hatta yüzyıllar içinde oluşmuş bazı davranış kalıplarını ve düşünme biçimlerini üç günde şu ya da bu yönde tersyüz edecek sihirli bir değnek de icat edilmedi.
Peki okuduğunuz bu satırlar, kimin ne işine yarar, biri bunları yazınca ne oluyor, hangi derde çare, örneğin kurutulan dereyi ya da kesilen ağacı kurtarıyor mu, pazar günümüz cumartesinden daha mı iyi olacak? Kuşkusuz hayır, ne ağacı kurtaracak, ne dereyi ne insanı, pazar günü de cumartesi kadar boğucu olacak muhtemelen. Yalnızca, ‘iç soğutma’ dışında bir işlev ve değeri olmayan öfkeli tepkiler yerine, olup bitenin ‘nedenleri’ üzerine samimiyetle düşünmeyi öneriyor. Önerinin temelinde ise herkesin ‘eşit yurttaş’ kabul edildiği, birinin kendi özgürlüğünü diğerinin özgürleşmesine borçlu olduğu bir toplumsal düzen özlemi var.
Hal böyleyken, herhangi bir zaman ve mekânda, birörnek insanlardan oluşmayan herhangi bir yurttaş kesiminin şu ya da bu yöndeki tercihlerinin ‘olumsuz’ sonuçlarının onlar tarafından ‘hak edildiğine’ ilişkin değerlendirmenin, bir insan ya da topluluğun eğilimlerini belirleyen sayısız ‘etmeni’ göz ardı ettiği, toplumsallığı hesaba katmadığı, insanı ve toplumu ‘durağan’ kabul etme yanılgısına düştüğü kanısındayım.
Bizim millet böyledir… Bizim millet sağcıdır… Bizim millet hak ediyor… Bizim millet…
Kimdir ‘bizim millet’ ve bu tanımı yapan biri kendisini nerede konumlandırır? Hangi zaviyeden yöneltiyor eleştirisini?
Karadeniz ahalisinin verdiği oya bakıp da “Beter olsunlar” diyen biri, örneğin aynı bölgede bundan kırk yıl önce hangi siyasi görüşün ağırlıklı olduğunu, hangi partilerin ne kadar oy aldığını merak ediyor mu? 1980 darbesinden önce solun güçlü olduğu çoğu ilde, bugün AKP yüksek oranda oy alıyor. Neden?
Darbeden önceki son seçim olan 1977 seçimlerinde Ecevit CHP’si, yüzde 41 küsur ile çok partili yaşamda solun en yüksek oy oranına sahip oldu. Bırakın Ordu’nun, Trabzon’un, Amasya’nın CHP’yi birinci parti yapmasını, Konya ve Sivas’ta dahi en yüksek oy CHP’nindi! Orta ve Doğu Anadolu giderek muhafazakârlaştıysa, neden? Darbe sonrasındaki ilk olağan seçim olan 1983’ten bugüne ibre tümüyle tersine döndüyse, neden?
Solu ezen 12 Eylülcülerin kurduğu düzende kırk yılda nereden nereye geldi Türkiye. Toplum ‘doğal’ yollarla, kendiliğinden oluşan ve dönüşen bir olgu değil ki, her konuda olduğu gibi, ne ekilirse o biçiliyor. 12 Eylül hukuku, siyasal-toplumsal düzeni ve türlü yan etkileri, olanca ağırlığıyla sürüyor.
Demek ki aynı toplumun, bu kez ve yeniden başka/olumlu yönde değişmesi için de uzun vadeli çaba harcanması gerekiyor. Bir partinin yerine diğer parti ya da partiler iktidar olduğunda, ‘seçmen’, ‘insan’ ve ‘yurttaş’ buharlaşmayacak. Bu bağlamda “Müstahaktır” refleksi, bir yandan yurttaş topluluğunun bir kesimini diğerinden bütünüyle ayırırken, diğer yandan oy verenin ya da vermeyenin ‘davranışının’ kökenindeki ‘toplumsallığı’ önemsizleştiriyor. Geniş çaplı bir toplumsal faaliyet olan ‘siyaseti’ sandığa indirgediği ve oy verme eğilimini yalnızca ‘bireysel tercih’ alanına sıkıştırdığı için.
Peki, ‘sandık’ ile sınırlı bir siyaseti, sizce en çok hangi ideolojinin temsilcileri tercih eder, ediyor?
Yalnızca bir ‘seçmen’ ile değil, yinelersem, aynı zamanda ‘bir insan’ ve ‘bir yurttaş’ ile karşı karşıyayız. Kendi toplumsallığının ürünü olan, hâkim sınıfın hâkim ideolojisinin etkisi altında, sayısız niteliği iç içe geçmiş, karmaşık, duygusal, çıkarcı insan ve yurttaşla…
Yorum Yap