Nasıl olur da Türklüğü kabul etmezler? Belki Türk değillerdir!

  • 24.01.2021 00:00

 Hükümet sistemleri ve demokratikleşme konulu diziye, ‘yurttaşlık’ ara başlığına ilişkin üçüncü yazıyla devam ediyorum. Bir sonraki, son yurttaşlık yazısı olacak.

Önceki iki yazıda, Cumhuriyet dönemi yurttaş tanımı tartışmasının Osmanlı’nın çok kimlikli yapısından ulus-devletin tek etnik kimliğine geçişle ilgili olduğunu, 1920’lerde farklı adlandırmalar yapıldığını, stratejik nedenlerle uzun süre ‘Türk’ sözcüğünün kullanılmadığını, ancak özellikle 1924 Anayasası ile birlikte diğer adlandırmaların terk edilip ‘Türk’ adının hâkim hale getirildiğini kısaca anlatmaya çalıştım. 1924 Anayasası’nın yurttaşlıkla ilgili maddesinde, bugünkünden daha başarılı bir formülasyonla “Vatandaşlık bakımından Türk denir” yazmasına ve Türklük, Anayasa’nın diğer hükümlerinde ‘yurttaşlık’ yerine kullanılmış olmasına karşın, siyasal-kültürel alandaki gelişmeler aynı şekilde ‘kapsayıcı’ olmadı.

Türkiye’de eşit yurttaşlık tartışması, ne kurucuların ve takip eden hükümetlerin sınıfsal aidiyet, tercih ve siyasetleri, ne de ulus-devletin gereksinim duyduğu ‘etnik-dini birörnek insan’ yaratma çabası görmezden gelinerek anlaşılabilir. İmparatorluk bakiyesinden modern ‘ulus-devlet’ yaratma ideali ve arzusunun, (Sünni) Türk olmayanlar için çilesiz gerçekleşmesi mümkün değildi. Yalnızca Türkiye’de değil, ulus-devlet modelinin benimsendiği hiçbir yerde. 1920’lerin ikinci yarısında başlayan kimlik inşası, yani muteber yurttaş sayılmak için öncelikle Türklüğün benimsenmesi koşulu, 1930’lar ‘kültür devrimi’ sürecinde hız kazandı.

Muteber olmak için hâkim kimliğin kabul etmenin yaşamsallığı, hem günün uygulamalarında (örneğin Kürtlerin yoğun yaşadığı bölge için, Şark Islahat Planı) hem de kurucu kadronun farklı tarihlerdeki konuşmalarında görülebilir. (Ayşe Hür’ün, zamanında Radikal’de kaleme alıp konuyu derli toplu biçimde anlattığı Şark Islahat Planı yazısını ilgilenecekler için buraya bırakıyorum.

İsmet Paşa Nisan 1925’te Türk Ocaklılara konuşmasında, görevlerinin Türk vatanı içinde bulunanları Türk yapmak, Türklere ve Türkçülüğe muhalif olacak unsurları kesip atmak olduğunu dile getiriyordu: “Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” (Füsun Üstel, ‘İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği – Türk Ocakları 1912-1931’ İletişim, 1997) Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır,” sözünü bilmeyen yoktur.

Bu yazıda da birkaç kitap/kaynak önermek ve onlardan yararlanmak istiyorum.

François Georgeon’un, ‘Osmanlı-Türk Modernleşmesi, 1900-1930’ başlıklı eseri. (YKY, çeviren Ali Berktay) Kitabın, ‘Kemalist Dönemde Türk Ocakları’ başlığı altında (39-76) I. Dünya Savaşı öncesinde kurulan ve Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni devletin kuruluşunun ardından yeniden doğan Türk Ocakları’nın, yeni kimliğin inşası konusundaki katkısını okumak ilginç. 

“Türk kime denir?” başlığı altında, Türk Ocağına üye olacakların etnik kimliklerinin tartışıldığını ve bunun nedeninin Cumhuriyet’in ‘esnek Türk tanımı’ olduğunu belirtiyor Georgeon. Yazarın Anayasa’daki “Vatandaşlık bakımından Türk denir” ifadesini, ‘esnek’ sözcüğüyle tanımlaması önemli ve bence de doğru. Kime Türk diyecekler, ‘yurttaş’ olana mı, yoksa ‘doğum ve kültür’ yoluyla Türklüğe ait olana mı? O yıllarda Balkanlar ve Kafkasya’dan akın eden ve çoğu Müslüman olup aynı dili konuşmayan, aynı kültürü paylaşmayan çok insan var. 

1924 kurultayında konu tartışılıyor ve sonunda daha ‘yumuşak’ görüş kazanıyor. Tanımda, ‘hars’ (kültür) niteliği ağır basıyor. Georgeon, Hamdullah Suphi’nin dile getirdiği ‘makul’ görüşü şöyle özetlemiş: “…asıl önemli olan karakter, bilinç, eğitim, başka bir deyişle, kültür ve zihniyettir; ayrıca Türk milliyetçiliği davasına gösterilen bağlılığı da dikkate almak gerekir. Türk Ocakları’na girerken etnik ölçütlere göre katı bir eleme yapılmasından yana olan bir delegeye Hamdullah Suphi şu yanıtı veriyordu: ‘Türk Ocakları’nın vazifesi, Türklerin sayısını azaltmak mıdır, çoğaltmak mı?’”

Kurultay’da oturum başkanlığı yapan Ahmed Ağaoğlu da, Türk kavramının açık olmadığı kanısında. Ona göre zaten bu kavram açık olsaydı, ne Türk milliyetçiliği akımına ne de Türk Ocakları’na gerek kalırdı!

Georgeon, ‘asimilasyon sorunu’ ara başlığı altında Türk Ocakları’nın azınlıklar konusundaki siyasetini anlatıyor. Örneğin, Söke Türk Ocakları’nın bir delegesi, 1926 Kurultayı’nda “Türk Ocağı’nın birinci ödevi, ulus için Nuh’un gemisi olmaktır” demiş. Yani asıl amaç, ‘dil, din, zihniyet’ birliği sağlamak. 

Türk Ocakları, İzmir’de Fransızca ya da Trabzon’da Rumca konuşulmasına karşı mücadeleyi hedefliyor. İmparatorluktan arta kalanın dahi hayli renkli olduğunu görmek bakımından çarpıcı. Türkiye’nin doğusundaki Türk olmayan nüfusun, Kürtçe ve Arapça konuşanların, Türk Ocakları’nın karşılaştığı başlıca mücadele alanı olarak düşünüldüğünü hatırlatıp dil konusunu sonraki yazılara bırakmak istiyorum. Asıl mesele, Yusuf Akçura’nın tabiriyle, ulusal bilinci güçlendirerek Türklüğü cazip hale getirmek. Hamdullah Suphi, on beş-yirmi yılda Türklük içinde asimile edilmemiş bir Müslüman muhacir kalmayacağını belirtiyor, örneğin. (59) Türk Ocakları, ‘Doğu’ için görevli bir Şark Bürosu ve Kürt nüfusun yoğun olduğu bazı şehirlerde temsilcilikler açıyor.

İlgili okuru haberdar etmek istediğim bir başka kitap Zafer Toprak’ın, ‘Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji’ adlı kapsamlı çalışması. (Doğan Kitap, 2012). 

Toprak’ın kitabında konu açısından bizi daha çok ilgilendiren kısım ‘Ali Reşad’dan Yusuf Akçura’ya- Sosyal Darwinist tarih ve Türk Tarih Tezi’ ara başlığı. (s.227 vd.)

Zafer Toprak, 1920’lerdeki tarih ve toplum anlayışının 1929-1930’larla birlikte nasıl değiştiğini ve ulus devlete uygun kimlik yaratmaya ilişkin pratikleri, Cumhuriyet’in tarih anlayışının ‘Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’ ile birlikte girdiği yeni evreyi anlatıyor: 

“20’li yıllarda gerçekleştirilen kurumsal yapılanmanın ve yasal düzenlemelerin ardından yeni bir yurttaş kimliği inşası Cumhuriyet için kaçınılmaz olmuştu. Öte yandan 1929 Dünya Buhranı ile birlikte ülkelerin dışa kapanışı, Türkiye’nin de dış dünyayla, bu arada Avrupa ile olan ilişkilerini gözden geçirmesine neden oluyordu… Bu aynı zamanda paradoksal bir yapıyı da doğurdu. Bir yandan kültürel tarihle ‘yeni insanın’ ya da yurttaşın kimliğini yaratma kaygısıyla hareket edilirken, öte yandan tarihe çağdaş, ‘bilimsel’ bir görünüm verilmesi ve ‘total’ bir tarih anlayışının benimsenmesini istiyordu.”

Bu gözden geçirme, tarihe bakışı ve yorumlayışı da değiştirdi. Tabii, makbul tarihçiliği de! Zafer Toprak, değişimi, ‘pozitivist tarihçi Ali Reşad’tan, 1930’ların Yusuf Akçura düşüncesine geçişle anlatıyor. Türkiye siyasal yaşamında ve II. Meşrutiyetçiler (hürriyet-musavat-uhuvvet) ve Kemalist devrimcilerin ideallerinin belirmesinde Fransız düşüncesinin katkısı/etkisi çok büyük. Mustafa Kemal’in Fransız Devrimi’ne yönelik ilgi ve sevgisi malum. 

Ali Reşad, Meşrutiyet yıllarında geleneksel Osmanlı tarihçiliğinden ‘ulusal’ tarihçiliğe geçişi temsil eden dört önemli tarihçiden (Diran Kelekyan, Ahmet Refik (Altınay) ve Fuat Köprülü ile birlikte) biri. Ali Reşad’ın eserlerinde Avrupa tarihi ve özellikle Fransa tarihi büyük yer tutuyor ve bir nesil, Fransız Devrimini ondan öğreniyor. Bu nedenle 1930’larda gündeme gelen alternatif ‘Aydınlanma’ arayışlarında en sert eleştiriler de Ali Reşad’a yöneliyor. 1932’deki Birinci Tarih Kongresi’nde Yusuf Akçura, Ali Reşad tarihçiliğinin aşırı Avrupa merkezli oluşunu sert biçimde eleştiriyor.

1930’lu yıllarda ders kitapları sil baştan ele alınır. Zafer Toprak’a göre, 1929-1931 arası tarih anlatışında bir geçiş evresi ve 1930’lu yıllarda gerçekleştirilecek kültür devriminin başlangıcı. Bu süreçte, Atatürk’ün ölümüne dek, örneğin Namık Kemal, Ziya Gökalp, Tevfik Fikret gibi isimler hayli sert eleştirilere tabi tutuluyor. Türk Ocakları’nın kapatılması, Türk Tarih Tetkik Cemiyeti kuruluşu, yeni ders kitapları yazımı dönemin aşamaları.

Toprak’ın sözcükleriyle: “Ali Reşad’ın temsil ettiği liberal ulusçuluğu savunan, ancak önemli ölçüde Avrupa merkezli ‘Aydınlanmacı’ tarih anlayışı bir kenara bırakılıyor, tarih binlerce yıl geriye, ‘tarih öncesine’ çekiliyordu. ‘İslâm ve İslâm medeniyetleri dışlanarak Orta Asya kökenli ‘Türk tarihi’ öne çıkarılıyordu.” (240)

İlk büyük adımın sembol isimlerinden Yusuf Akçura, 1932’deki Birinci Türk Tarih Kongresi’nin açılış konuşmasında Avrupa merkezli tarih anlayışını reddeder. Toprak’tan öğrendiğimize göre Akçura bu konuşmasında, tarihin soyut bir bilim dalı olmadığını, tarihin yaşam için olduğunu, ulusların varlıklarını korumak ve güçlerini geliştirmek için vazgeçilmez bir unsur olduğunu belirtir ve Alman okullarında öğrencinin vatanperverlik hissini güçlendirecek tarzda okutulan tarihi örnek gösterir. O yıllarda Fransa’da da ilk ve orta okullarda bu yönde, Fransız gençlerinin vatanperverlik hislerini güçlendirmeye yönelik bir tarih okuması salık veriliyormuş. Akçura diyor ki, “Fransa’nın orta ve lise mekteplerinde okutulan tarih tamamen objektif değildir. Bir gayeyi temin için okutulmuştur. Ve nihayet bu gayenin teminine de muvaffakiyet hasıl olmuştur.” Yusuf Akçura söz konusu tarihi baştan ele almayı ve yeni baştan değerlendirmeyi öneriyor, bu büyük davanın ’emsalsiz rehberimizin’ irşatları sayesinde kazanılacağını söylemeyi ihmal etmeden. 

Demek ki ‘tarih’ adı verilen alan, aslında epeyce politikmiş, objektif olmayabilirmiş, hay Allah!

1931’den itibaren tarih kitapları değişir değişmesine ancak Avrupa’yı tümüyle reddetmenin aşırılığı anlaşılınca bir süre sonra ufak tefek değişiklikler yapılmak zorunda kalınır. Avrupa merkezli Aydınlanmacı tarih anlayışından, ‘unutturulan’ Türk tarihine yöneliş (arkeoloji çalışmalarından yararlanarak), Türk tarihini anlatan ders kitaplarının yayınlanması… 

Zafer Toprak’ın ‘ırk sorunsalı’ olarak adlandırdığı eğilim iki savaş arasında Türkler’i de etkilemiştir. Bu nedenle, yine Toprak’ın ifadesiyle ‘fizik antropoloji’ dalına sarılırlar. Amaç, Türkler için yapılan ‘sarı ırk’ tanımının ancak fizik antropolojinin bulgularıyla yanlışlanabileceğini göstermek. Toprak: “Tüm otuzlu yıllar dil ve tarih kongreleri fizik antropolojinin verileri üzerine odaklanacaktı. Cumhuriyet, o sırada Avrupa’da birçok ülkede gündeme gelmiş olan, kendi ‘yeni insanını’ yapılandırma sürecine girmişti. Bunun en başta gelen yöntemi ise yeni bir kimlik oluşturmaktı… Türk Tarih Tetkik Cemiyeti ile yepyeni bir geçmiş inşa edilecekti.”

Toprak’ın kitabında bir sonraki başlıkta, ‘Şemsettin Günaltay ve Türk Tarih Tezi eleştirilerine cevap’ kısmında (255 vd.), ‘Darülfünun müderrisi’ ve ‘reformist İslâmcı’ Şemsettin Günaltay’ın tarih tezi savunusu için yazdığı iki uzun makale ele alınıyor. Şemsettin Günaltay, TTK’nin 1943’teki Üçüncü Kongresi’nde İsmet İnönü’nün huzurundaki açılış konuşmasında ‘brakisefal Türkler’in tarihteki yerini anlatır. Mustafa Kemal’den “Şimşek dehasıyla görüş ufkumuzu örten kara bulutları parçalayan Büyük Ata” ifadesiyle söz eden Günaltay ‘kafaları brakisefal Türk kavminin Yakın Şark’ta insanlığın ilk meşalesini yaktığından’ söz eder.

1930’lar kültür devriminin en önemli özellikleri, bilimi din dışı bir eksene oturtması, tarihçiliğin Darwinist çizgiyi izlemesi, Türk Tarih Tezinin tarih kitaplarına egemen olması, Türk Dil Tezi’nin Tarih Tezi’yle birlikte ilerlemesiydi. (285) 

Tüm bunlar, ulus-devlet yaratma idealinin ancak ve öncelikle bir ‘kimlik’ inşa edilerek gerçekleştirilebileceği kabulünün sonucu. Çoğunluğun etnik kökeninin hâkim kılınması süreci üzerine düşünmeden, ‘anayasalardaki yurttaşlık’ tartışmasının yapılamayacağı kanısındayım. Hükümler, sonuçtur. Mesele, gerekçeleri konuşabilmekte.

Devam edecek…

Okuma önerisi: 

Kemal Gözler, AYM’ye yapılan yeni üye atamasına ilişkin bir yazı kaleme aldı. Bir fecaat, ancak bu kadar sabırla ve sakin kalmaya çalışan sözcüklerle anlatılabilir. Buraya bırakıyorum.

Yazının son paragrafında şöyle demiş Hoca: “Türkiye’nin asıl sorunu, anayasa yapmak ve değiştirmek değildir. Türkiye’nin asıl sorunu yöneticileri değiştirmek de değildir. Türkiye’de pek çok anayasa yapıldı. Bu Anayasanın yerine de yenisi yapılır. Türkiye’de pek çok siyasî iktidar değişti. Bu iktidar da değişir. Ama Türkiye’nin anayasa sorunu değişmez. Türkiye’nin asıl sorunu, anayasayı ve iktidarı değiştirmek değil, Türkiye’deki devlet ve hukuk zihniyetini değiştirmektir. Bu zihniyeti değiştirmedikçe, Türkiye’de anayasal demokrasinin kurulmasının imkân ve ihtimali yoktur. Haberiniz olsun!”

Şükürler olsun! Kemal Gözler çok haklı. Yok öyle bir ihtimal. Anayasal sorunların kaynağı, çoğunlukla anayasa/yasa metinleri değil, onların dışındaki hayattır. Okuduğunuz yazıların gerekçesi de bu.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums