Devlet bekası ve laiklik: Söz konusu devletse insan teferruattır!

  • 23.11.2020 00:00

 Son yazıda laiklik kavramının gelişimini özetlemeye çalıştım. Sıra laikliğin Osmanlı-Türk anayasacalığı deneyimindeki macerasında.

Usanmadan kavramlar arasındaki düzey farklılıklarından ve düzeyler birbirine karıştırıldığında konuşmanın olanaksızlığından söz ediyorum. Bu nedenle her durumda ilk soru: Ne üzerine konuşuyoruz?

Eğer konu ‘anayasal düzen’ ise, o zaman yalnızca metinlerle ve bir metnin diğerleriyle karşılaştırılmasıyla yapılacak yorumlarla yetinmek yerine, anayasal düzenin tüm nitelikleri, toplumun sınıfsal yapısı, hâkim inanç ya da inançlar, ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeyi, yerleşik gelenekler ve düşünme biçimleri göz önünde bulundurulmalı. Aksi halde ‘ne üzerine konuşuyoruz’ ve ‘neden demokratikleşemiyoruz’ soruları üzerine düşünmek güçleşiyor.

Bu yaklaşımın, yani disiplinler arası bağ kurma gerekliliğinin hakkını bir iki yazı ile vermek mümkün olmadığı gibi, benim boyumu posumu aşan bir donanım, bir başka deyişle ‘ortak düşünme ve okuma’ gerektiriyor. Haliyle bu satırları bir öneri olarak görmenizi rica ediyorum.

Laikliğin bir topraktaki gelişimi, o toprağın türlü birikimini göz önünde bulundurmakla anlaşılabilir. Nasıl ki bir meyve doğal yolla her iklimde yetişmiyorsa, kavram ve olgular da uygun iklime, toprağa, gübreye gereksinim duyar. Türkiye laikliği, kaçınılmaz biçimde Türkiye toprağının özgüllüğü içinde yeşerip serpilmiştir. Çağdaşı olan demokrasilerle arasındaki ayrımlar ve tabii o demokrasilerin her birinin diğerlerinden farkı, yine aynı gerekçeyle, tarihler arasındaki başkalıklardan doğmuştur.

Eğer ‘din’ adı verilen bir olgu varsa ki var, eğer ‘inançlı’ insan varsa ki var, devletler toplumlarından kopuk değillerse ki değiller, devletlerin din ya da dinlerle karşılaşmama ihtimali de yok. Tüm devletler ile toplumlarının inançları arasında bir ilişki var.

İlişkinin şekli şemaili farklı. Çünkü tarihleri farklı! O tarihi yapan oyuncular ve kurumlar farklı. Birinde kilise var, diğerinde yok. Birinde ruhban sınıfı var, diğerinde yok. Birinde aristokrasi var, diğerinde yok. Birinde tarihi değiştiren sınıf burjuvazi serpilmiş, diğerinde doğmamış ya da doğum sancısını aynı biçimde çekmemiş. Biri din ile arasına aşılmaz mesafe koymuş, diğeri asgari ilişkiyi korumuş. Birinde demokrasinin gelişimi yüzyıllara yayılmış ve dini düşünce etkisini yavaş yavaş kaybetmiş, diğerinin laikliği kabulü daha sert ve keskin olmuş…

Fakat sonunda, laikliğin (burada bir önceki yazıda söz ettiğim ‘farkları’ görmezden geliyor ve seküler-laik ayrımı yapmıyorum) bazı ortak noktaları belirmiş ve bunlar demokrasilerin vazgeçilmez niteliği kabul edilmiş. Biri, devletlerin örgütlenirken inançlar ile aralarına mesafe koyması. İkincisi, devletin yurttaşla ilişkisinde benimsediği kural ve ilkelerin içeriği. Yani bugün ‘insan hakları’, ‘temel hak ve özgürlükler’ ya da ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ derken kastedilen ikili bir niteliği var.

Toprağımızda laikliğin gelişimi meselesi de, ne Osmanlı-Türk geleneğindeki ‘devlet’ düşüncesi, ne Batı ile Osmanlı modernleşmeleri arasındaki farklar, ne de dinler arasındaki ayrımlar gözardı edilerek anlaşılabilir. Laik düşünce, bir önceki yazıda anlatmaya çalıştığım gibi Batı’da ortaya çıktı. Bugüne varana dek verilen yüzlerce yıllık mücadelenin ürünü. Hristiyan dininin temsilcileri ile giderek hâkim olan burjuvazi arasındaki mücadelede uç verdi. Laiklik, kilisenin ve temsil ettiği değerlerin gözden düşmesi demekti.

Osmanlı Devleti ise aynı yüzyıllarda bambaşka gelişmelere sahne oldu. Çünkü devlet yapısı, kuruluşu, işleyişi, ekonomik örgütlenmesi, ideolojisi farklıydı. Birkaç yüzyıl boyunca giderek güçlenmesine ve yayılmasına yol veren o devlet yapısı ve ideoloji, belli bir tarihten sonra zayıflığın gerekçesi haline geldi. Osmanlı, bir tarihte trenin kaçmakta olduğunu fark edip yakalamak için çaba harcamaya başladığında, bu kez yine iç ve dünya koşulları nedeniyle, modernleşirken yarı sömürgeleşip 19. yüzyılın sonuna doğru borcunu ödeyemez hale geldi.

Fransız Devrimi’nin ithal ettiği milliyetçilik ile yeni bir dünya düzeni kurulurken, yaklaşık bir yüz yılda topraklarını büyük ölçüde yitirdi. Laiklikleşme, Osmanlı-Türk modernleşme sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Batı’dan farklı koşullarda, farklı bir terminolojiyle, farklı kesimlerin gündeme getirmesiyle. Büyük ölçüde, kapitalizme eklemlenme çabasının sonucu olarak.

Osmanlı’dan günümüze değişmeyen bir şey varsa, o da muhtemelen ‘devlet bekası’ düşünce ve kaygısıdır. Önemli olan her zaman devlet ve onun ayakta kalmasıydı. Her kurum, her yönetici, her eylem devletin var olabilmesi için bir araçtan ibaret bu tarihte. İnanç dahil! Osmanlı bir teokrasi. Buna mukabil, tümüyle İslam hukukunun kaynaklarıyla yönetildiği filan yok. Diğer yanda kanunnameler, önceki devletlerden devralınan bazı gelenekler, eyaletlerin kendilerine özgü idare kural ve üslupları, örfi hukuk adı verilen hukuk…

Bir tarihten sonra nakledilen Hilafet de siyasetin aracı. Doğru, alınan kararlar devlet yönetiminde önemli yeri olan şeyhülislamın ‘onayından’ geçiyor, ancak onu atayan da azleden de, sultan. Şeyhülislam da ‘devlet bekasını’ gözetmek durumunda. İslami hukukla örfi hukuk el ele tutuşmuş halde Osmanlı’da (din-u devlet) ve tabii örfi hukuk da meşruiyet için İslami terminolojiye ihtiyaç duyuyor. (Söylemeye gerek yok belki ama Halil İnalcık’ın konuya ilişkin metinlerini öneririm.)

Aynı kaygıyı/amacı, Osmanlı modernleşmesinin yüzyılında görmek mümkün. Kuşkusuz öncesinde de gelişmeler yaşanmış ve Batı ile çeşitli düzeylerde ilişki kurulmaya çalışılmış olsa da, konu bakımından daha önemli olan belgeler 19. yüzyılın ürünü ve II. Mahmut’un âyanlarla yaptığı seneti (1808-Sened-i İttifak) dönüm noktası kabul edebiliriz. Tabii bu Sened’in öncüllerinden kabul edilebilecek çok ilginç bir başka senet de var (1807 hücceti) ve Sinan Birdal’ın, Osmanlı tarihçisi Ali Yaycıoğlu’nun çalışmasından hareketle yazdığı yazıların (elbette tümünü) sonuncusunu özellikle okumanızı rica ediyorum.

Modern devletin iskeleti olan bürokrasiyi kurmaya girişen sultan ise II. Mahmut. Ömrü vefa etmiyor ve Tanzimat Fermanı (1839) Abdülmecid saltanatında ilan ediliyor. Ardından, en önemlisi Islahat Fermanı (1856) olan başkaca metinler. Sonunda ilk anayasa Kanun-u Esasi (1876). Bütün bir yüzyıl boyunca, devletin ayağa kaldırılması ve bu yönde harcanan çabanın (modernleşme-laikleşme) İslami terminolojinin yardımıyla hayata geçirilme çabası söz konusu.

Laiklik öyle pek kullanılan bir kavram değil kuşkusuz; bu nedenle ‘laikleşme süreci’  ifadesini tercih ediyorum.

II. Mahmut diyor ki, “Ben tebaamın Müslüman’ını camide, Hristiyan’ını kilisede, Musevi’sini havrada fark ederim. Aralarında başka türlü bir fark yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi hakiki evladımdır.” İlk bütünlüklü anayasal belge olan Tanzimat Fermanı ise, ‘gerilemeyi’ ikinci Viyana kuşatmasından başlatırken gerekçe olarak ‘Şeriat’a uyulmamasını’ gösterir. Buna mukabil sonrasına bakıldığında bunun bir ‘ikna çabasının’ ürünü olduğu fark edilir. Çünkü önerdiği çare ‘yeni yasaların yapılmasıdır’. Din ayrımı olmaksızın tüm uyruklara güvenceler tanınması, aynı ‘eklemlenme’, ‘modernleşme’, ‘laikleşme’ sürecinin gereği ve kocaman tohumu. Benzer bir ‘Osmanlı tebası’ tanımı Kanun-u Esasi’de de var.

İslam terminolojisi, hem toplumun geleneksel normları hem de araçsallaştırmanın sonucu olarak modernleşmenin irili ufaklı duraklarında kullanılırken, dönem okumuşları, düşünce insanları bakımından da yönlendirici oldu. 19. yüzyılda gerek bürokraside gerekse yazın hayatında önemli bir canlanma var. Entelijansiyanın da başat sorunu devlet bekası. Ne yapıp ederiz de Osmanlı’yı düze çıkarırız.

Henüz 18.yüzyılın sonunda bir anayasa yazan Velestinli Rigas’ın da, yıllar sonra Ali Suavi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi Tanzimat aydınlarının/bürokratlarının da, modernlik ve İslam’ı kaynaştırma derdindeki Genç Osmanlılar’ın da, İttihat ve Terakki’ye (1895) dönüşecek İttihad-i Osmani (1889) üyelerinin de başlıca kaygısı bu. Biri daha İslamcı, biri daha modernist, biri meşrutiyet yanlısı vs.

Bu tarihe bakıldığında, baktığınız yerle ilişkili olarak, örneğin, Niyazi Berkes (Türkiye’de Çağdaşlaşma) gibi ‘ilerlemeciler ile dinin egemenliğinden yana olanlar’ arasında yapılan keskin ayrımı da görebilirsiniz, her iki kesimin aslında tümüyle bir örnek olmadığını da. Kişisel olarak her yönden ‘okumadan’ haberdar olmaktan yanayım. Değişimi destekleyenler bunu nasıl ki dini düşünceyi ihmal etmeden yapmaya çalışıyorsa, karşı çıkanların dinin ilkelerine başvurmaları da yalnızca ‘inanç’ saikiyle olmayabilir.

Dinsel tepkilerin altında, başta ilmiye olmak üzere kurumların geleneksel konumlarının/çıkarlarının zedelenmesi de yatıyor. Çünkü merkezileşme ve modernleşme tüm geleneksel ‘sosyal-ekonomik’ rollerin de yeniden tanımlanmasını gerektiriyor.

Çatışmaların ve direncin tek nedeni ‘inanç’ ve ‘manevi değer’ farklılıkları değil. Bu nedenle yukarıda ‘kapitalizm nüvesini ve eklemlenme çabasını’ hatırlattım. Mülkiyet ilişkilerini dönüştürmeye yönelik 1858 tarihli ‘Arazi Kanunnamesi’ başka türlü nasıl değerlendirilebilir! Bizde Batı’daki gibi kilise ile hükümdara yasalanan burjuvazi arasındaki çatışmadan değil, kapitalizmle tanışmaya çabalanan koşullarda ‘geleneksel’ ile ‘modern’ yönetici-okumuş seçkinlerin mücadelesinden söz edilebilir.

Burada bizim açımızdan önemli olan, giderek modern okullardan yetişen zümredeki, ‘devletin düze çıkarılması ve bu amaçla dinin araçsallaştırılması’ konularının düşünce yaşamına vurduğu damga. Dindar Namık Kemal’den, pozitivist Ahmet Rıza’ya (Meşveret Dergisi), hatta Anglosakson hayranı Abdullah Cevdet’e. Bugün İslamcı cenahın hiç hazzetmediği Abdullah Cevdet (İçtihad Dergisi) dahi, modern düşüncelerin İslami terimlerle desteklenmesi gerektiği kanısında. Yıllar sonra Cumhuriyet’i kuracak olanların din yorumunda olduğu gibi, ‘hurafelerden’ arınmış ve özel alana çekilmiş, bilim ile çelişmeyen bir din düşüncesini savunuyor. (Bu kısımda son olarak Umut Azak’ın güzel çalışması ‘Türkiye’de Laiklik ve İslam’ kitabını öneririm. İletişim, 2010)

Yazı uzadığı için II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemini on altıncı yazıya bırakıyorum…

Mesele şu ki, içinde ‘insan/yurttaş’ olmayan ‘devlet bekası’ ve çoğunluğu dindar olan bir toplumda, inancın hedefe varılacak yolda ‘uygun’ biçimde yorumlanma isteği yeni değil. Hep vardı; kişiler, niyetler, araçlar ve hedefler değişti. Hal böyleyken, Osmanlı’da laikleşme/modernleşme ve Cumhuriyet tarihinde laikliğin kabulü ile yıllar içinde dönüşen yorumunu, ne kapitalizmin yerli uygulamalarından, ne de düşünce yaşamına egemen olan ‘devlet bekası’ kaygısından ayrı düşünmek mümkün.

Yazı burada bitti aslında. Ancak şu örnek üzerinde düşünmeye davet etmeden son vermek istemiyorum:

Bildiğiniz gibi İçişleri Bakanlığı, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında soruşturma başlattı. Konu gündeme gelince bir açıklama yayınladı. O absürt açıklamanın her satırı üzerine ayrıca yazılabilir kuşkusuz, ancak beni bu makale bağlamında ilgilendiren tek bir kavram var: ‘Devlet Projesi’. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında böyle bir ‘kavram-ilke-norm’ yok. Peki o metni kaleme alanlar, neden devlet projesi deme ihtiyacı hissetmiş olabilir. Devlet sözcüğünü görür görmez yaşanan ‘duraksamadan’ olmasın! O ‘duraksamanın’ nedeni? Bakanlık metninde tercih edilen bu ifadede, koskoca bir tarih var…

Yazı önerisi: Değerli Çiğdem Toker’in ‘Devlet Projesine’ dair son derece açıklayıcı yazısını buraya bırakıyorum.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums