- 13.09.2020 00:00
Sekizinci yazı…
İlk yedi yazıda, yalnızca ‘hükümet biçimi’ tercihleri hakkında özet bilgi vermeye çalıştım. Sistemlerin demokratik ya da anti demokratik niteliklerine vs. değinmedim. Sekizinci yazı, 12 Eylül darbesinin 40’ıncı yılında, darbenin ürünü olan anayasanın tercih ettiği ‘hükümet biçimi’ üzerine.
12 Eylül 1980 darbesi ‘Cuma’ sabaha karşı yapıldı. O gün darbeyi gerçekleştiren generaller bir bildiri okudu. Bildiri, Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlandı. (RG’nin internet arşivinden bulmak mümkün.) Cuntanın lideri Kenan Evren tarafından okunan MGK (Milli Güvenlik Konseyi) bildirisi başlı başına bir ders olarak okutulabilir. İlk satırından son satırına dek; darbenin gerekçeleri, darbecilerin zihniyeti ve ruh halleri, şikâyetçi oldukları konular, bir süre sonra uygulayacakları çözümler ve hazırlayacakları anayasanın tüm ipuçları o bildirgede var.
12 Eylül 1980 ile Aralık 1983 arası bir ‘ara dönem’ ve üç alt döneme ayrılır, ancak yazı bu ayrıntılara girmeyecek.
1983 Aralık ayında TBMM toplandı ve ara dönem sona erdi. İşkence, idam ve sürgünlerle anılan o üç küsur yılda her konuda asıl ve son söz sahibi her zaman MGK oldu. Anayasa, ‘Danışma Meclisi’ tarafından hazırlanıp ‘Kurucu Meclis’ce kabul edilmiş gibi görünse de, o konuda da son söz hep beş generalin iki dudağı arasındaydı.
Anayasa, Kasım 1982’de halkoylamasına sunuldu, bugüne dek Türkiye’de herhangi bir halkoylamasında görülmemiş ‘Evet’ oyuyla (yüzde 91.27) kabul edildi. Anlayacağınız, ‘milli irade’ faşist rejim anayasasına büyük destek verdi. Bu sonucun çok sayıda nedeni var kuşkusuz. Ancak anayasa üzerine tartışmanın neredeyse yasak oluşu, sıkıyönetim koşulları, korku, siyasetçilere yönelik öfke ve güvensizlik, oylama günü zarfların şeffaf oluşu vs. gibi etmenler, seçmenin askeri yönetime gösterdiği iltifatın boyutunu görmeyi engellememeli.
Tahmin edilebileceği gibi 12 Eylül rejiminin akademisyeni, bürokratı, muhbiri, gazetecisi, sanatçısı, siyasetçisi vs., önceki ve sonraki dönemlerde olduğu gibi faşizme destek sunmakta ve ‘huzura çıkmak’ için eşikte bekleşmekte sakınca görmedi. Örneğin geçen hafta AİHM başkanına fahri doktora veren İstanbul Üniversitesi, o zaman Kenan Evren’e cüppe giydiriyor, namlı iş insanları cuntaya muhabbet dolu mektuplar döşeniyor, kimi zenginler Evren’in tablolarına servet ödüyordu.
Bu esnada, adetten olduğu üzere kimi akademisyenler 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na dayanarak kamu görevinden ihraç edildi. Kalanların bir kısmı lacivert takımlarını giyip görev bekledi, birileri arkadaşlarını ihbar etti, birileri listeler oluşturdu vs. Benzer rejimlerde olduğu gibi 12 Eylülcüler de, ‘kullanılmaya hazır’ zavallılarını bulmakta hiç zorlanmadı.
Anayasa, Bülent Tanör’ün değişiyle anayasacılık tarihimizde ilk kez temel haklar ve özgürlükler konusunda ‘geriye gidişi’ temsil eder. Köklü değişiklikler yapılan tarihlere dek bir ‘hak/özgürlük’, ilgili maddenin ilk fıkrasında verilip ikinci fıkrasında geri alınır haldeydi! Sendikalara sendikacılık, siyasal partilere siyasi faaliyet, yurttaşa yurttaşlık yasaklanmış gibiydi. O dönemde çıkarılan ve 2001 değişikliğine dek anayasal koruma altında kalan (2010’da tümüyle yürürlükten kaldırılan Geçici 15’inci madde gereği) ‘siyasal alanı düzenleyen’ yasalar da aynı doğrultuda toplumu boğmayı hedefliyordu. Örneğin yüzde 10 seçim barajı öngören yasa gibi. İşçiye karşı patronu, yurttaşa karşı devleti koruyan bir anayasa.
Yıllar içinde çok sayıda değişiklik yapıldı. 1982 Anayasası’nda (AB’ye uyum için) yapılan en ciddi ve demokratik değişiklikler 2001 tarihli. Sonuncusuna (2017) dek, anayasanın yarısından fazlası değişmiş ve başlangıçtaki sorunların bir kısmı çözülmüştü. Yani 1982 Anayasası denildiğinde, 1982’de kabul edilen metinden söz edilmiyordu artık. 2017 değişikliği ise bu güne dek yapılan en vahim düzenleme oldu.
Asıl konumuz, Anayasa’nın tercih ettiği hükümet biçimi.
Kenan Evren, her sağ iktidarın yanında olmayı başarmış bir gazeteciye verdiği röportajda, o dönem kendisine başkanlık sisteminin teklif edildiğini, ancak kabul etmediğini açıklamıştı. Gerekçesini, ‘kendisinden sonra bir diktatörün yönetime gelme ihtimali’ şeklinde dile getirdi. Diktatörlük endişesi duyanın, ‘cunta lideri’ Kenan Evren olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim! Tabii hem Özal hem de Demirel başkanlık sistemini gündeme getirdi, ancak başarılı olamadı.
1982 Anayasası’nı yapanlar da ‘parlamenter sistemi’ tercih etti. 1961’den farklı olarak sembolik bir cumhurbaşkanı yerine daha yetkili bir cumhurbaşkanı makamı yaratıldı. 1961’de olduğu gibi yedi yıllığına, TBMM tarafından seçilecekti. Varsa partisiyle ilişiği kesilecekti. Önceki anayasadan farklı olarak cumhurbaşkanına çokça yetki de verildi ve hangilerinin ‘tek imza’, hangilerinin ‘karşı imza’ ile kullanılacağı belirsiz bırakıldı. Tek imza, tek başına yapabileceği; karşı imza ise bakanlar kuruluyla ‘birlikte’ yapacağı işlemleri anlatır.
Bu sorun makul bir ‘yorumla’ çözülmeye çalışıldı. Neydi o? Cumhurbaşkanı, yetkilerinin bir kısmını ‘devlet başkanı’, bir kısmınıysa ‘yürütmenin iki başından biri’ sıfatıyla kullanır. Devlet başkanı sıfatıyla kullandığı yetkilerin ‘tek başına’ olması, olağan. Örneğin AYM’ye başvurmak ya da af yetkisini kullanmak gibi. Yürütmenin iki başından biri sıfatıyla kullandığı yetkiler ise karşı imza ile olmalı, çünkü siyasal sorumluluk cumhurbaşkanında değil, hükümette. Yetki ve sorumluluk paralel olmalı.
1982 Anayasası döneminde TBMM tarafından seçilen cumhurbaşkanlarından (Evren’den sonra) ilk ikisi güçlü siyasetçilerdi (Özal ve Demirel) ve görev yaptıkları süre içinde ‘yansız’ konumlarını korur görünmeyi istemekle birlikte, beklenebilir biçimde isimleri çok öndeydi. AYM Başkanlığı’ndan gelen Ahmet Necdet Sezer, parlamenter sistemin aradığı devlet başkanı niteliklerine sahipti. Nitekim ilk yıllarında sembolik konumunu korumaya çalıştı. Son zamanlarındaysa yürütmenin asıl yetkili kanadı olan hükümetin işlerine müdahale etmeye başladı.
Sonraki cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 2007 yılındaki büyük kavgalar ve AYM’nin vahim 367 kararı, erken seçimde AKP’nin yüzde 47 oy alışı, anayasa değişikliği gibi gelişmelerin yaşandığı hayli kaotik bir ortamda seçildi. Bana kalırsa son zamanına dek parlamenter sistemin gereksinim duyduğu tipte bir cumhurbaşkanlığı yaptı. Son döneminde ise yansız bir cumhurbaşkanı gibi değil, müstakbel AKP’li siyasetçi gibi davranmaya başladı. Örneğin, anayasaya aykırı bir yasa için mealen, “Onayı verdim ama arkadaşlarla konuştum, gerekli düzeltmeleri yapacaklar” gibi ‘garip’ sözler sarf edebildi.
Burada bir şeyi yeniden hatırlatmak gerekiyor sanırım: Gül’e ‘Çankaya noteri’ denilerek yöneltilen eleştiriler, yöneltenlerin zannettiği gibi, parlamenter sistem bakımından yergi değil, övgü sayılır! Parlamenter sistem (ve Anayasa’nın ilgili hükümleri), bir hukuka aykırılık tespit ettiğinde kuşkusuz yetkileri çerçevesinde müdahale etmesi gereken, bunun haricinde yetki ve sorumluluğun kendisinde değil hükümette olduğunun ‘farkında’ bir cumhurbaşkanı ister. ‘Yerini bilen’ bir cumhurbaşkanı.
Sistem tartışmalarını ‘sevdiğimiz ve sevmediğimiz’ insanlar sığlığına kapılmadan yapmak bu nedenle önemli. Nitekim sonraki cumhurbaşkanı ‘Çankaya noteri’ olmayı reddedeceğini ilk günden itibaren söyleyerek göreve geldi. Ne oldu peki? ‘Noter’ gibi davranmak çok mu fenaymış!
2007 yılında (yukarıda hatırlattığım o kaos ortamı fırsat bilinerek!) yapılan düzenlemeyle cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine dair değişiklik halkoylamasında kabul edildi. Böylece parlamenter sistemide ilk büyük gedik açılmış oldu. Hele ki Türkiye gibi bir ülkede, meşruiyetini seçimden/halktan alan bir makamın artık yansız davranacağını ummak akıl kârı değil.
Hâlihazırdaki cumhurbaşkanı ilk kez 2014’te seçildi. Cumhurbaşkanlığı makamında anayasa ile bağdaşmaz bir rol benimsedi. Ya anayasaya uygun davranacaktı, ya da onun istediği gibi bir anayasa yapılacaktı. İkincisi gerçekleşti ve 2017 yılındaki halkoylamasında atı alanın Üsküdar’ı geçmesiyle eşi benzeri görülmemiş bir hükümet biçimine geçildi.
Şu anki hükümet biçimi ilk kez gündeme geldiğinde kaleme aldığım yazılarda, bu sistemin yalnızca Türkiye’nin parlamenter geleneğine değil, aynı zamanda iktidarın kendisine de attığı büyük bir kazık olduğunu dile getirmiştim. Hâlâ aynı kanıdayım. Yalnızca, iktidara kim gelirse gelsin böyle bir hükümet sistemiyle yönetemeyeceği için değil. Aynı zamanda, parlamenter sistemde yüzde 30’larla hükümet olabilecek bir partiyi (ya da kişiyi) yüzde 50’ye mahkûm ettiği için. Tabii bu durum bizlerin değil, iktidarın ve değişikliğin ‘müelliflerinin’ sorunu!
1982 Anayasası ile tercih edilen hükümet biçimiyle, yürütme organının cumhurbaşkanlığı kolu gereğinden fazla güçlendirmiş olmasına karşın, yaklaşık yüz yıllık parlamenter gelenek terk edilmemişti. 2017’ye dek.
Bundan sonra nasıl bir hükümet biçimi tercih edilir, şu aşamada tam olarak kestirmek güç kuşkusuz. Ancak her ne yapılacaksa, ‘anayasal düzenin’ yalnızca anayasa metninden ibaret olmadığı, 12 Eylül yasa ve kurumlarının çoğunun varlığını ve canlılığını sürdürdüğü gerçekleri göz önünde bulundurularak yapılmalı.
Muhterem okur, ‘hükümet biçimi’ konusu sona erdi sayılır. Önümüzdeki yazıda, daha önce söylediğim gibi Selahattin Demirtaş’ın ‘parlamenter demokrasi’ önerisi üzerinde duracağım…
Yorum Yap