- 29.04.2020 00:00
Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı 23 Nisan 1920 tarihi üzerinden tam 100 yıl geçti. Bir yandan az buz zaman değil; diğer yandan, uzun yaşamış bir insan ömrü kadar.
Bir 23 Nisan yazısı…
Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyen devrimcilerin o gün açtığı parlamentonun dayandığı temel ilke, 16 Nisan 2017 halkoylamasıyla terk edildi. ‘Meclis üstünlüğü’ ilkesine dayanan siyasal sistem tercihini çöpe atan ve CHS (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) adını taşıyan yeni düzen, devlet yönetiminde ‘meşveret’ geleneğinin parlamenter geleneğimizdeki haliyle sona erdiğinin ilanıydı.
Onur ve heyecan verici bir an, 23 Nisan 1920 günü…
Olağanüstü güç koşullarda örgütlenen bir ulusal isyanın ete kemiğe bürünmesidir. O güne varan tarih ve o günün kahramanları ise bütün bir Osmanlı-Türk modernleşmesinin ürünüdür. 19’uncu yüzyıl boyunca olup biteni, Osmanlı aydınlanmasını, Tanzimat düşüncesini, Jöntürkleri ve İttihatçıları, I. ve II. Meşrutiyet’i, Balkan Savaşları’ndan sonraki köklü ideolojik dönüşümü, Mondros’u, İstanbul Hükümeti’nin boyun eğişini, yerel direniş örgütlerini ve yerel kongreler sürecini göz önünde bulundurmadan, o 23 Nisan günü ne olduğunu anlamlandırmak kolay değil.
Bu kapsamda bir yazıda fazlaca ayrıntıya girilemeyecek olsa da şu kadarını söylemeli: Kurtuluş Savaşı ve savaşın askeri-kurumsal örgütlenmesi, büyük tarihsel birikimin, yetenekli ve kararlı bir liderlikle buluştuğu andır. 1908’de ‘devlet katında’ gerçekleşen burjuva devrimi ideolojisini tamamına erdirmek için gerekli atılımları (savaş sonrasında) hızla gerçekleştiren Mustafa Kemal, kuşkusuz çok önemli bir lider, buna mukabil hem o hem de diğer kurucular, bir birikimin ürünü. Yaşadıkları ve kurdukları tarih, ne “Olmasaydın olmazdık” ne de “Olmasaydın da olurduk” düzeyindeki çocuksu zihniyetle anlaşılabilir. İki slogan arasında koskoca bir dünya var ve kuruluş, o dünyanın sonuçlarından biri.
Söz konusu heyecan verici deneyim, Ömür Sezgin’in, ‘Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu‘ adlı eserinde belirttiği gibi ‘doğrusal’ ve ‘indirgemeci’ bir tarihsel gelişme anlayışı içinde ele alınamaz: “Nitekim bilinçli ya da bilinçsiz böyle bir anlayış belli başlı üç yanlış açıklamaya yol açmıştır: …birincisi… Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü ve hatta günümüzde bile geri kalmışlıktan kurtulamamayı İslamiyet’ten ayrılmakla açıklamadır. İkincisi, başarıları ve başarısızlıkları ‘kişiler’ ya da ‘grupların’ yetenekleri/yeteneksizlikleri ile özdeşleştirmektir… diğeri de, bütün gelişmeleri… salt iktisadi gelişmelerle açıklama eğilimidir.”
Sezgin, ilk ikisine haklı olarak değinme gereği dahi duymazken, üçüncünün ‘indirgemeciliğe’ savurma riskine dikkat çeker.
Mesele şu: Dönüşüm, son derece karmaşık ve siyasal, toplumsal, kültürel ve tabii ekonomik gelişmelerin iç içe geçtiği bir süreç. Herhangi bir tarihsel olay ya da olguyu bir büyük ‘neden’ ya da ‘özel kişiler‘le açıklamaya çalışmak çoğu zaman yanlış sonuçlara götüreceği gibi, hâlihazırda yaşadığımız pek çok sorunun da kaynağını oluşturuyor. Ayrıca söz konusu yaklaşımlar hem kuruculara, hem de kurduklarına haksızlık. Ezcümle, Mustafa Kemal (ve diğer kurucular) parlak bir sonuç ve kabul etmek çok zor olmasa gerek, Mustafa Kemal yetenekli bir lider. Bu gerçeği, yüceltmek için aşırı sözcükler kullanmaya çalışmadan dile getirmek de mümkün sanırım.
“1335 senesi Mayıs’ının on dokuzuncu günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye…” cümlesiyle başlar Nutuk. Sonrası bir ‘kurtuluş’ hikâyesi. ‘Kuruluş, o kurtuluşun içinden’ çıkıyor (Burada Bülent Tanör’ü bir kez daha rahmetle anmalı). Anayasal açıdan büyük değeri ise yerel ve ulusal kongreler deneyimi, ‘kurtuluş‘un yerel güçlerin örgütlenmesiyle başlaması. Mustafa Kemal, Havza ve Amasya’ya (yazının başlığı Amasya’dan!) gelerek hızla örgütlenme çabasına giriştiğinde, Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde ‘yerel kongreler’ ve yerel askeri birlikler mevcut. Marifet, söz konusu yerel güçleri kısa sürede aynı amaç çevresinde birleştirebilmekte.
Yerel kongre iktidarları konusuna başkaca yerlerde de rastlamakla birlikte, asıl olarak Bülent Tanör’den öğrendim. Tanör Hoca, 30 yerel kongre sayıyor ve delegeleri, yetkileri, yapıları vs. hakkında bilgi veriyor. Yerel kongreler türlü devlet yetkilerine sahip: savunma ve güvenlikten maliyeye, kamu düzeninden ekonomik ve toplumsal yaşama, dış ilişkilere… Örneğin Kars’taki Kongre, tanınmak için Japon imparatoruna temsilci gönderiyor! Cenub-i Garbî Kafkas Hükümet-i Muvakkate-i Milliye. Bu yönetimin bir parlamentosu var, bağımsızlık ve ardından 25 Mart 1919’da ‘cumhuriyet’ ilan ediyor! Dikkat edin, Ankara’da dört yıl sonra ilan edilecek cumhuriyet. Tabii bu cumhuriyetin bir de anayasası var vs.
Demek ki Mustafa Kemal Samsun’a çıkıp hiç zaman kaybetmeden örgütlenme işine giriştiğinde, hâlihazırda kendi kaderine el koymuş yerel meclisler vardı memlekette. Tabii, Mustafa Kemal yine tahmin edilebileceği gibi birden bire ortaya çıkıp hadi takip edin diyerek yapmadı hiçbir şeyi. İttihatçılar’ın kimi önemli isimleri kaçmış olsa da, kalanların bir kısmı o yerel kongrelerde yer alıyordu. Hem onlar hem de Osmanlı bürokrasisi içindeki milliyetçiler Anadolu ile işbirliği yapıyordu ve Eric Jan Zürcher’in (‘Modernleşen Türkiye’nin Tarihi‘) ifadesiyle, giderek daha çok subay Anadolu’ya geçmeye başladığında, harekete başkanlık edecek ‘lekesiz’ biri arayışı da söz konusuydu.
Tarihçi Zürcher, bu yeraltı örgütünün önce eski başkomutan ve sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya başvurduğunu, anlaşma sağlanamayınca, Mustafa Kemal’e yanaştıklarını belirtiyor. Mustafa Kemal hem ‘temiz’ hem de önemli savaşlarda başarılar elde etmiş, İT içinde olmakla birlikte Enver ekibine muhalif, son derece yetenekli, hırslı bir asker. İttihatçıları sevmediği de sır değil. Bu nitelikleri onu direniş için ideal aday haline getiriyor.
Mustafa Kemal, Samsun’a çıkışının ardından yerel ve ulusal kongrelerde, kararların meclislerden çıkmasını sağladı. Bu eğilim, 1876 Anayasası’nda 1909 yılında yapılan değişikliklerle ‘güçlenen’ ve gerçek bir ‘meclis‘e dönüşen (sonra da İttihatçıların çilesini çeken!) parlamento geleneğine uygundu. Parlamento, yani, ‘konuşulan-görüşülen yer.’ En zor günlerde dahi bu ilkeden taviz verilmedi. Hal böyleyken, özellikle I. Meclis’in vekilleri ‘ulusun temsilcisi’ olduğunun tam anlamıyla farkında insanlardı. Mustafa Kemal’e muhalefet de (II. Grup) aynı mecliste doğmuştu. Bu güçlü bir muhalefettir ve vekiller, kendileri kurmuş olmalarına karşın örneğin İstiklal Mahkemeleri’ni eleştirmekten, öfkeli tartışmalardan geri durmaz.
Malumunuz, Mustafa Kemal, Osmanlı meclisine başkan olmak ve taleplerini kabul ettirmek istemiş ama başaramamıştı. Son Osmanlı meclisi 12 Ocak 1920’de toplanmış, her ne kadar Mustafa Kemal’in isteklerini yerine getiremese de Misak-ı Milli kararlarını alabilmiş, bunun üzerine İstanbul 16 Mart’ta ‘resmen’ işgal edilmişti.
Burada, bir ‘parantez’ açıp şunu söyleyeyim: Hainler ve kahramanlar saçmalığıyla okumuyorum hiçbir olayı. Ayrıca herkesin, her tarihsel olay ve kişi hakkında, en acayip görünen düşünceleri ileri sürebilmesinden yanayım. Mustafa Kemal dâhil. Atatürk’ün, Demokrat Parti icadı bir kanunla korunmaya çalışılmasını son derece saçma ve hatta ayıp buluyorum. Bunlar bir yana, bugün, o işgali öven ve keşke işgalciler başarılı olsaydı diyebilen insanları, izninizle, son derece ‘cahil’ ve ‘haysiyetsiz’ bulma özgürlüğümü de kullanmak istiyorum. ‘Parantez’ kapandı.
Osmanlı meclisi son toplantısını 18 Mart’ta yapıp ‘ara verme’ kararı aldı ve bir daha toplanmadı. Vahdettin 11 Nisan’da Meclis’i resmen dağıttı Anadolu’da toplanamasın diye! Bir de Şeyhülislam’a, ‘asi’ Mustafa Kemal’in katlinin vacip olduğuna dair fetva çıkarttırdı. 11 Mayıs’ta ise gıyabında yargılatıp ölüme mahkûm ettirdi!. Herhalde sırf şu tarih bile, hainlik-kahramanlık kavramları üzerinde bir kez daha düşünmemizi ve özellikle ‘hain’ ithamını kullanmakta aceleyle hareket etmenin nasıl trajik sonuçları olabileceğini fark etmemizi sağlamalı.
Ne yaptılarsa olmadı ve Mustafa Kemal (İstanbul’dan gelebilen mebusların da katılımıyla), Ankara’da yeni bir meclisin toplanması için seçim çağrısı yaptı. 19 Mart 1920 tarihli genelgeye göre her ilde beş vekil seçilecek, Meclis-i Mebusan üyeleriyse, isterlerse seçime girmeden Ankara’ya gelip Meclis’e katılabilecekti. Nitekim bu meclisteki vekillerin bir kısmı, seçime katılmayanlardan (İstanbul’dan gelenler) oluşmuştu. Sayıları hakkında tarihçiler farklı rakamlar verdiği için, burada yazamıyorum.
Mustafa Kemal’in 21 Nisan 1920 günü Heyeti Temsiliye adına gerekli makamlara gönderdiği, Ankara’da ‘Büyük Millet Meclisi kürşat edileceğini’ duyuran ‘ivedi’ yazıda ve kurulacak Meclis’in ilk günden başlayarak söyleminde İslam ideolojisinin siyasal temsilcisi konumundaki Halife-Sultan’a sadakatten söz edilmesi, koşullarla ve Mustafa Kemal’in pragmatizmiyle açıklanabilir. Ömür Sezgin’in sözcükleriyle, “…sorun salt bir taktik, basit bir ‘aldatmaca’ da değildir. Nesnel koşulların zorladığı bir uzlaşma söz konusudur. Ortak düşmana karşı, ortak amaçları gerçekleştirebilmek için bir birleşme.” Önce saltanat, ardından hilafet, ‘günü geldiğinde’ kaldırılacak!
Birinci Meclis’te memur, öğretmen, asker ve hukukçuların toplamı yüzde 50’nin üzerinde. Geri kalanı, din adamı, tüccar-serbest meslek, çiftçi. Cem Eroğul’un ‘Anatüzeye Giriş’ kitabındaki ifadesiyle, Meclis profili, 19. yüzyılda başlayan yenileşme akımının ne denli önemli sonuçları olduğunu gösteriyor. Hamit Bozarslan ise kitabında (‘Türkiye Tarihi‘), aynı durumu ‘seçkinci nitelik’ olarak kabul ediyor. İlk Meclis’teki üyelerin yalnızca yüzde 29’unun 40 yaşın altında olduğunu belirtirken, yüzde 13’ün askeri okul, yüzde 31.4’ünün yüksek öğrenin diploması sahibi olduğunun altını çiziyor.
Meclis, kendisini tek temsil organı ilan etmiş ve savaşı yürütmeye yönelik kararlar almaya, yasalar çıkarmaya başlamıştır. İlginç bir dönem bu. 1876 Kanunu-u Esasi ‘hukuken’ varlığını sürdürüyor. Henüz 1921 Anayasası da kabul edilmemiş. Meclis, örgütlenmesini kendi kabul ettiği yasalarla gerçekleştiriyor. 2 Mayıs 1920 tarihli (3 sayılı) yasayla (İcra Vekillerinin Sureti İntihabına Dair) yürütme yetkisini de üstlenmiştir. Kendi içinden seçeceği 11 kişilik İcra Vekilleri Heyeti eliyle. Meclis başkanı da yine içeriden seçildi: Mustafa Kemal. Söz konusu hükümet modeli, 1921 Anayasası ile (ocak ayında) benimsenen hükümet modeline ilham verdi: Meclis Hükümeti Sistemi.
Ardından; Sevr, ilk antlaşma (Gümrü), I. İnönü Savaşı, 1921 Anayasası, şu aralar çok gündeme gelen (Müslüman olmayanlardan servet transferine dönüştüğü yönündeki eleştiriler!) Tekâlif-i Milliye (7-8 Ağustos) kararları, Ağustos 1921’de Sakarya Muhaberesi, Büyük Taarruza (26 Ağustos 1922) dek geçen bir yıllık sürede Meclis’teki II. Grup’un muhalefetiyle mücadele (ki bu mücadele Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle ‘Tek Adam’lığa gidiş yolunda taşları döşemesini sağlamıştır!), askeri zafer, Mudanya Mütarekesi, Saltanatın kaldırılması, Vahdettin’in yurt dışına kaçışı, Kasım 1922’de Lozan’ın başlaması, Lozan’a verilen ara, o arada Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi ile ekonomik-siyasal yönün ilan edilmesi, 1 Nisan 1923’te seçim kararı alınması ve… 16 Nisan 1923, ilk meclisin son toplantısını yaptığı tarih.
Seçim 1 Ağustos’ta yapıldı ve II. Meclis 11 Ağustos’ta toplandı. Artık bu, muhalefetin büyük ölçüde tasfiye edildiği bir parlamentodur. 1927 seçiminde ise muhalefetin tasfiyesi bütünüyle tamamlandı.
23 Nisan’da kurulan Meclis’te çok önemli insanlar vardı. Değerli ve bugün tahayyülü zor nitelikte tartışmalar yürütüldü. Vekillerin büyük kısmı, devrim nedir, devrimci kimdir bilen, dünyadan ve tarihten haberdar insanlar. Özellikle 1921 Anayasası’nın tartışma tutanakları, Türkiye’nin hâlihazırda geldiği yerin vahametini düşündürüyor. Ben bu satırları yazarken, TBMM’deki minik muhalefetin lideri, ana muhalefetin liderine ‘boyunu ve haddini aşan açıklamalardan kaçınmasını’ tavsiye ediyordu. Bir asırda buraya varıldı. Tunalı Hilmi beyden, buraya…
1876 Anayasası’nda 1909 yılında yapılan değişiklikle kabul edilen ‘meclis üstünlüğü’ ilkesi ve düşüncesi, farklı ölçülerle de olsa 1921, 1924, 1961 ve hatta 1982 Anayasalarında terk edilmedi. Anayasa geleneğimizde güçlü olan, üstün kabul edilen hep parlamento oldu. Bir ‘ilke’ olarak. Hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız sahibi olduğu kabul edilen (Fransız Devrimi’nden miras ve teorik gerekçeleri olan siyasal bir tercih!) milletin, temsil edildiği, gücünü ve varlığını yansıttığı parlamento.
Söz konusu ilke, toprağımızda parlamenter sistem içinde filizlenmişti. Ne yazık ki üç yıl önce, akıl almaz bir biçimde terk edildi.
Türkiye ahalisinin, 17 Nisan 2017’deki halkoylamasında neyi yitirdiğinin henüz farkına varmadığı kanısındayım. Doğrusu bu vahim durumun önemli nedenlerinden biri de, ne yazık ki hâlâ bir meclis varmış ve kendileri de ulusun yetki-güç sahibi temsilcileriymiş gibi davranmaktaki ısrar eden muhalefet partileri ve milletvekilleri. Oysa artık varlıklarıyla yoklukları arasında hiçbir fark yok. Görünen o ki, rahmetli Çetin Altan’ın ifadesiyle ‘cici demokrasi’ oyununda figüran da olsa rol sahibi olmayı yeterli kabul ediyorlar. Hal ve tavırlarının, eğer hiç birimizin kavrayamadığı siyasi dehadan kaynaklanmıyorsa, başka bir açıklaması görünmüyor.
Şu anki düzenin belli açılardan, ‘cumhuriyet‘i’ değil, ‘meşruti’ niteliği çok tartışılır bir ‘monarşi‘yi’ andırdığı kanısındayım. Yönetim şekli, akrabaların görünürlüğü, ‘misak’tan daha çok ‘ferman’ı andıran belge ve uygulamalar, iki dudağın arasından çıkanın kanun muamelesi görmesi… Bakın, artık salgın hastalık nedeniyle alınan kararların nasıl olup o yöntemlerle, o hukuksal araçlarla alınabildiğini tartışmak dahi anlamını yitirmiş görünüyor. Tek başına yöneten kişi, bir peçeteye taleplerini yazıp ilgili yöneticilere gönderse, uygulanır mı, uygulanmaz mı? Vereceğiniz yanıt, rejimin adını koyacaktır!
Muhterem okur,
Yazının sonunda iki şey söylemek istiyorum:
Bir: Tarihi her olay ve kişiyle aramıza bir mesafe koyarak, onları soğukkanlılıkla ele almanın sayısız yararı var. 23 Nisan’da Anadolu’nun bağrında Meclis’in açılmış olması ve yürüttüğü savaş, onur verici bir sayfa. En önemli pay, kuşkusuz Mustafa Kemal’in. Buna mukabil Mustafa Kemal tek başına olmadığı gibi, bir tarihsel birikimin, koşulların, ittifakların, siyasi mücadelenin ürünü. Tarihi tarih yapan ne tek bir an, ne tek bir insan var. Karmaşık ilişkiler bütünü ve o bütün içinde daha çok parlayan yıldızlar olduğu ise muhakkak.
Evet, 23 Nisan onur verici bir gün. Naçizane önerim, bu günün güzelliğine günümüzde de layık olabilmek için, örneğin ’24 Nisan’ üzerine de biraz düşünmek. Ne oldu 24 Nisan’da. Neden bazı yurttaşlar için bir büyük acı, o tarihle anılır? Yüzbinlerce insan. Malları, mülkleri… Bir an olsun, şu sorular üzerine düşünmek.
İki: 100 yıl sonra, otoriter bir iktidar ve sayısal olarak azınlığa düşmüş ‘muhalefet’ bakımından işlevini kaybetmiş parlamento bir yanda, giderek güçlenen ve ‘halka’ ayrım gözetmeksizin hitap etmeye başlayan ‘yerel yönetimler’ diğer yanda. Buradan ve yeniden bir umut doğar mı? Doğar, neden doğmasın!
23 Nisan kutlu olsun. Yaşasın ‘görüşülen’ ve ‘konuşulan’ yerler…
Yorum Yap