- 17.01.2012 00:00
Sosyalist ve komünist partiler, yirminci yüzyılın büyük bir kısmında, Sovyetler Birliği deneyimini kendi gelecek tasarımlarının merkezine oturttular. İktidarda olmayı başaranlar bunları hemen uygulamaya koydu. Başaramayanlar ise başardıklarında yapacakları işin bu olduğunu ilân ettiler.
Şimdi bunları kimse vaat etmez (vaat edenler gene olabilir, ama kimseyi ikna edemezler). Bir deneyim yaşanmış ve beklenen sonucu vermediği ayan beyan ortaya çıkmışsa, aynı deneyime bir kere daha kalkışmaya kimseyi ikna edemezsiniz. Ama belki bundan daha önemlisi, geçen bütün bu süre içinde dünyanın da yığınla değişimden geçmesidir. “Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilmelidir” sloganının güvenle söylendiği çağdaki mülkiyet durumuyla şimdiki aynı mı?
Benim düşünebildiğim “sosyalizm programı” mülkiyetin toplumsallaştırılmasından önce “karar mekanizmalarının toplumsallaştırılması”nın mekanizmalarını kurmaya yönelir. Burada “toplumsallaştırma”dan kastım, “çalışan” kesimin yapılan işle ilgili kararlarda giderek daha fazla söz sahibi olmasını sağlamak. Bunun çok yetersiz bir deneyimi eski Yugoslavya’da yaşanmıştı. Bugün o deneyimden “nasıl yapmalı?” diye yararlanmak mümkün değil; ancak, “nasıl yapmamalı?” diye bakarak ders çıkarılabilir. Ama o deneyimin orada uğradığı başarısızlık, deneyimin amaçladığı şeyden, yani bir işte çalışan insanın kendi işi üzerinde daha fazla karara katılması hedefinden vazgeçmemizi gerektirmiyor.
Sosyo-politik süreçlerde gittikçe daha sık başvurduğumuz bir ayrım “yukarıdan aşağıya/ aşağıdan yukarıya” ayrımı oldu. Otomatikman, bir “devrim”in “aşağıdan yukarıya” bir olay olduğunu düşünüyoruz. Bu, politik olayın kendisi için büyük ölçüde geçerlidir elbette. Ama başarılı bir devrim kendi hukukunu gerçekleştirmeye başladığında, onun bu uygulamalarının “aşağıdan yukarıya” yönünü devam ettireceğinin bir garantisi yoktur. Zaten bütün Sovyet deneyimi olmadığının kanıtı olarak incelenebilir.
Sosyo-politik süreçlerde “sindirme” olgusu önemlidir. Sosyalist önderler ya da aydınlar ya da bilim adamları ya da teknokratlar x veya y’nin kitleler için iyi olduğuna karar verebilirler, zaten sık sık vermişlerdir. Ama x veya y’nin iyi olduğuna kitleler kendileri karar vermemişlerse, karar vermek bir yana, bunun niçin iyi olduğunu anlamamışlarsa, bunlara dayanacak bir uygulama da “yukarıdan aşağıya” dediğimiz uygulamalardan farklı bir karakter edinemez.
Onun için, yaşanan olguları “sindirme”ye zaman ve imkân hazırlayan evrim önemlidir. “Sovyet deneyimi” dediğimiz o karmaşık süreç boyunca dümeni ellerinde tutanların zihninde böyle bir nosyon yoktu; daha doğrusu, olduğu kadarıyla, “evrim” kavramı kötü bir şeydi. “Özel mülkiyet yasak edilmiştir” diye bir fermanla ortaya çıkınca bir sabah vakti, akşam olana kadar bütün toplumun niçin yasak edildiğini, bunun niçin iyi olduğunu, şimdi nasıl davranmak, ne yapmak gerektiğini anlayacaklarını düşünüyorlardı. Altyapı üstyapıyı belirlediğine göre, başka türlü düşünmenin gereği de yoktu.
Marx’ın “proletarya diktatörlüğü” (“proletarya adına diktatörlük” dememişti) ilân ederek ve mülk sahiplerini mülksüzleştirerek kestirmeden varacağına inandığı o “hedef”, bugün öyle kolay varılır bir yer gibi görünmüyor. Ayrıca, koşullar değişmiş: mülkiyet ile bilgi ilişkisi, 2012 yılında, 1848’de göründüğü gibi görünmüyor. Bugün “mülkiyet”ten çok, “bilgi” hegemonik. Onun için, “yönetime katılım”ın sindirilerek uygulanması ve sindirildikçe genişlemesi, yaygınlaşması, sosyalizmi çok daha yakından ilgilendiren bir proje.
Yorum Yap