- 30.09.2011 00:00
Yetmişlerde “Albaylar Cuntası”ndan kendini kurtaran Yunanistan parlamenter demokrasinin bir hayli “popülist” bir biçimini uygulamaya başladı; bir süre sonra da Avrupa Birliği’ne katıldı (Ecevit’in Türkiye’yi bu “akıbet”ten koruduğu zamanda). Avrupa Birliği’nin getirdiği yeni imkânları kendi gelenek ve alışkanlıkları içinde kullandı. Derken bugünlere, bu krize geldik.
Yunanistan’ın bu alışkanlıkları herkesin bildiği bir “sır”dı. Bu “herkes”in içinde Avrupa Birliği de var. İşler iyi giderken, yani görünürde bir kriz yokken, kimse Yunanistan’ı uyarmadı, “Bu iş böyle yapılmamalı” demedi. “Euro”ya geçmeden önce alınması gerekli tedbirleri tartışmadı. Avrupa bunları, bizim gibi, orada olmak isteyip de olamayan –ya da “oldurulmayan”– ülkelere yapar (gerçi son büyük “genişleme” ile gelenlere de ne ölçüde yaptığı pek belli değil). Bir kere duvarın öbür yanına kapağı attın mı, pek karışan kalmaz.
Bu durum, Avrupa Birliği gibi bir “birliğin” tarihî süreç içindeki yerini gösteriyor. Başlangıç noktamız, malûm, “ulus-devlet”. AB içinde, teorik olarak, “ulus-aşırı” bir yapı içindeyiz; ama pratikte “ulus-devlet” alışkanlıkları ağır basıyor. Hani bu “ulus-devlet”lerin “egemenlik”leri, “iç işleri” falan var ya, Türkiye’deki milliyetçilerin retoriğinde olduğu kadar olmasa dahi, Avrupa’nın bilinçaltında da bunların hâlâ yeri var. “Ulus-devlet”ten kalma bu “terbiye”, birçok konuda birbirlerine karışmalarını önlüyor. Avusturya’da ırkçıların seçim kazanması gibi “aşırı” sayılacak bir durumda müdahale ediyor, etmek zorunluğunu duyuyorlar. Ama ekonomisini La Fontaine’in cırcırı gibi götüren bir üyeye “ayağını denk al” demek nezaket sınırını aşmak oluyor. Oysa Avrupa Birliği aslında bunun için kurulmuş: sorunlar ortak yöntemle göğüslenecek, ortak çözüm üretilecek vb.
Bu “nezaket”in sonunda, ağustosböceğinin erzak deposu boş kaldığında ne oluyor peki? “Vah vah” diyorlar. “Ayağını denk almalıydın.” Tamam, almalıydı da, şimdi ne olacak? “Hiç,” diyorlar; “başının çaresine bakacak...” “Euro’dan çıksın” türünden “çözüm” önerileri. Ne biçim “birlik” bu?
Yunanistan’ın bu krize bu şekilde girmiş olması son analizde bir kolektif sorumluluk, pardon, bir kolektif sorumsuzluk zincirinin son halkasıdır. İsterseniz, bir trenin son vagonuna benzetelim bunu. Avrupalı dostlarımızın krize, olaya karşı bulduğu, formüllediği çözüm, o son vagonu trene bağlayan bağları “çözmek”, o vagonu dağ başında kendi kendine bırakmaktan öteye geçmiyor.
Avrupa Birliği içinde yer alan ülkelerin hepsi eşit derecede etkili olamıyor. Yunanistan’daki –veya herhangi bir yerdeki– kriz konusunda Estonya Başbakanı’nın görüşleri, Fransa Cumhurbaşkanı’nın görüşleriyle aynı ağırlığa sahip değil. Çeşitli olaylar karşısında Avrupa Birliği’nin nasıl davranacağına başkalarından daha etkin bir şekilde karar verebilen “siyasî önderler” de, yukarıda değindiğim gibi, “ulus-devlet”le “ulus-aşırı birlik” arasında, yolun bir aşamasında duruyorlar. Birlik sorumluları, örneğin Barroso, bu gibi konularda olması gereken tavrı gösteriyor ve AB’ye bir birlik bütünlüğü içinde bakabiliyorlar. Ama Sarkozy veya Merkel gibi politikacılar Birlik sorunları, Birlik’in geleceği, uzun vadeli çıkarı vb. konuların yanısıra kendi seçmenlerini de düşünmek gereğini duyuyorlar. “Seçmen” denince de “Avrupalı’nın refah şovenizmi” (Tanıl Bora’nın deyimidir) devreye giriyor.
Böyle bir durumda, bu “şovenist” Avrupalı’ya kızmalı mıyız? Bir yere kadar, evet, kızmalıyız bence. Ama Birlik kendisi bir birlik olduğunu insanlarına ne kadar anlatabildi? Böyle bir şeyi anlatacak Avrupalı politikacılar kimler?
Sonuç olarak, Yunanistan’da Yorgo Papandreu’nun karşısına dikilen protesto hareketlerine “hak vermem” mümkün değil, ama en kritik dönemeçte Avrupa’nın ihanetine uğradıklarını hissediyorsa Yunan halkı, buna da sebepsiz diyemem.
Yorum Yap