- 23.08.2014 00:00
CHP “Kurultay” yapacak gene. Muhalefet, Cumhurbaşkanı seçim stratejisini eleştirecek. Adayın anti-demokratik yöntemlerle seçildiği söylenecek vb., ama asıl sıcak konu, seçilen adayın “kimliği” olacak. CHP muhalefeti, CHP’nin “çağdaş bir parti” olma yolunun “daha Atatürkçü” olmaktan geçtiğini savunacak. “Atatürkçülük, ulusalcılık, laiklik” kavramlarını yanyana dizen bir söylem sunacak.
Bunları düşünerek, geçen gün, Kemalizm’in Türk milliyetçiliğinin bir “version”u olduğunu yazdım. Başka mümkün (ve zaten varolan) “version”lardan ayırdedici özelliği “laiklik” konusunda ısrarıdır. Bu, öncelikle Fransa’nın “anti-klerikal” Aydınlanma’sından tevarüs edilmiş bir özelliktir. Örgütlü din, insanların zihnî gelişmelerinin yarım yamalak kalmasının sorumlusu olarak kabul edilir.
“İdeoloji” terimi de Aydınlanma’nın “tepe noktası” diyebileceğimiz Fransa Devrimi’nin ertesinde icat edilmiş bir kavramdır. Başlangıçta olumlu bir anlamı vardı, çünkü Kilise’nin insanlara dayattığı dinî “dogma”ya karşılık “seküler” insan düşüncesini anlatıyordu. Ondokuzuncu yüzyıldan erken yirminci yüzyıla kadar dünyanın çeşitli yerlerinde “ilerici” aydınlar Fransa’dan yayılan bu “fikriyat”ı benimsedi ve onu bir eylem kılavuzu haline getirdi. Mustafa Kemal de bunlardan biriydi. Osmanlı’nın onca zaman dünyaya egemen olduktan sonra düştüğü zelildurum, Mustafa Kemal’e (ve bazı başka genç Osmanlı aydınlarına) göre dünyadan (yani Batı’dan) kopuk kalan İslâmiyet’in sorumlu olduğu bir durumdu. Dolayısıyla Türk milletini bu tutsaklıktan kurtarmak gerekiyordu. Onun için “bir tür laiklik” Kemalizm’in “özsel” bir parçası haline geldi.
“Bir tür” diyorum, çünkü burada uygulanan “laiklik” falan değildir. Laiklik din ve devletin etkinlik alanlarının ayrılması ve birbirlerinin alanlarına müdahale etmemeleri demektir. Bu nedenle, iki özerk yapı öngörür. Mustafa Kemal’in bundan anladığı ise devletin dini kendi denetimi altına almasıydı. Bu aslında Osmanlı pratiğinden sanıldığı kadar farklı bir anlayış, bir örgütlenme şekli getirmiyordu. Ama bu yapıda devlet dine müdahale edebiliyor, “Müslüman olmak onu değil, bunu gerektirir” deme nihai hakkını elinde tutuyordu. “Neyi gerektireceği” de, Kemalizm’de her şeyin olduğu gibi, tamamen pragmatikti. Bu da, İslâm’a inanmakta devam eden kesimlerin beynini oynatan bir şeydi.
Bu noktaya gelmişken “anti-Kemalizm” üstüne de birkaç şey söylemek istiyorum. Dünya ile zaten uzun boylu ilintisi olmayan Kemalizm’in Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunları çözecek bir anahtar da sunmadığını söylüyorum. Bu geçerli bir tesbitse, “anti-Kemalizm” de bu yüzyılda bundan farklı bir rol oynayamaz.
Şimdi, evet, diyelim ki bir kesim insan var, bir başka kesim insanın hoşlanmadığı bir dizi iş yapıyor ve bunları yaparken habire “Biz bunları X öyle söylediği için yapıyoruz” diyor. Yapılanlara sinirlenirken, “o söylemiş” diye “X”e de sinirlenmemek sıradan insan zihninin kolayca başaracağı bir şey değil. Ama artık bu “sıradan”lıktan çıkmak ve olgunlaşmak gerekiyor.
“Atatürkçülük” dediğimiz ideolojiyi seküler bir din haline getiren ve bundan eni konu bir “ritüel” çıkaran bir kesim var. Bu kesimle konuşup anlaşma imkânı da pek görmüyorum. Son analizde zamana bağlı bir “fenomen” sanırım. O zihniyeti yeniden üreten ideolojik araçlar çalışmaz hale gelince o da normalleşecektir.
Eleştiriher şeyden önemli. Descartes’tan da yüksek sesle “Her şeyden şüphelen” diyebilirim. Ama Descartes gibi, şüphelenmenin yöntemli olması gerektiğine inanırım. Tapınma şüphe kaldırmaz, yöntemli de olamaz. Ama aynı şeyler nefret için de geçerli: çünkü bir çeşit “tapınma”nın ikizi bir çeşit “nefret”.
Aynı zamanda bunlar, varolan somut, ciddi, karmaşık sorunlarımızı perdeleyen kavramlar haline geliyor. “Küresel ısınma için ne yapmalı?” ya da “globalizasyon yeni sömürü biçimleri getiriyor mu?” türünden yüzlerce soru var önümüzde; biz “Atatürkçü müsün?/ Anti-Kemalist misin?” diye soruyoruz.
Yorum Yap