- 4.03.2014 00:00
Bütün bu “kaset”ler, “tape”ler, “Alo Fatih”ler vb. ortalığı kaplamazdan öncesinde de, Türkiye ilginç ve gerilimli bir sürece girmek üzereydi; çünkü, hep yazıldığı, söylendiği gibi, ardarda seçimlere girilecekti.
İktidarda on yıldan fazla kalmış bir partinin yıpranma, aşınma derecesi ne olur? Bunu merak ediyorduk. Bu partinin amortismanını kendisi değil, muhalefet karşılıyor; hâlâ öyle. Oy verecek parti bulunamadığı için oylar AKP’ye gidiyor --çok sayıda insan açısından durum böyle.
Zaten kasetler falan da bu seçim koridoruna uygun bir “zamanlama” ile açılıp saçıldı.
Örneğin ilkin MGK’da iktidar partisinin cihet-i askeriye ile birlikte “Gülen cemaatini bitirme” planları --ve anlaşması-- yaptığını açığa çıkaran bilgiler ortama düştü. Bu yeni bilgiler ışığında “dershaneler” konusunda karşılıklı elenseler çekildi; taraflar birbirlerini şöyle bir tarttılar. Özellikle Erdoğan’da bir yumuşama, uzlaşma belirtisi görünmeyince ilk “silâhlı çatışma” patlak verdi: ayakkabı kutusu, kasa, para sayma makinesi vb. Savaş başladı.
Şimdi “düşman”a taş mı, ok mu, mermi mi, bir şey attın; önce bakarsın, ne yapıyor, siper mi alıyor, karşı saldırıya mı geçiyor? Bu davranışlarından, onun kaynaklarını ve muhtemel stratejilerini anlamaya çalışırsın.
Bu kutular, kasalar ortaya çıktığında, öyle sanıyorum ki, hazırlanmış cephanelikte seçim koridorunun daha ileri evrelerinde patlatılacak başka bombalar da vardı. Böyle tahmin ettiğimi daha önce de yazmıştım zaten. Benzer bir stratejiyi Ergenekon sürecinde de görmüştük. Bir şeyi ucundan gösteriyorsun; karşında bir cephe “Yalan! Dolan!” diye bağırıyor. Bırakıyorsun bağırsınlar. Sonra gerisini çıkarıyorsun. O zaman, “Yalan!” diye bağıranların doğru konuşmadığı anlaşılıyor.
Kutular, kasalar ortaya saçılırken, Başbakan’ın da telefona sarıldığı anlaşılıyor --“kripto”su etkili olamayan bir telefona!
Bu, önceki cephanelik hazırlığında elde olmayan, yeni bir malzeme veriyor. “Alo Fatih” de öyleydi, doğru hatırlıyorsam. Başbakan ekranda çok öfkeli, ama kendine hâkim görünüyor. Ama, bakıyorsunuz, birçok telâşlı hareket de yapıyor. Bu telefon konuşmaları da bu kategoriye giriyor.
Böylece, ortaya pek çok şey saçıldı, yayıldı. Hoca Efendi, Amerika’dan, “Bunları biz yaymıyoruz,” diye haykırıyor. İşin oradan başladığı bence çok şüphe götürür bir şey değil ama şu aşamada dökülen, saçılanların arkasında başka aktörler bulunuyor olabilir.
Bir yandan da, seçim koridoru ya da seçim parkuru hazırlandı; “400 metre engelli”nin engelleri yerli yerine kondu. Koşunun başlamasına pek bir şey kalmadı. Ama Aralık’tan bu yana gördüğümüz gelişmeler, olayın “mana ve ehemmiyeti”ni ciddi bir şekilde değiştirdi.
Aralık öncesinde, malûm partiler arasında bir seçim yarışı bekliyorduk. “Seçim” demek, doğal olarak, “sınav” demektir. AKP, yarıştan birinci çıkmaya en yakın parti görünümü veriyordu. Müktesebatına “Gezi” karşısında gösterdiği “şiddet” ve “celâl” gibi sevimsizlikler eklenmişti, ama şu şimdiki manzara görünmüyordu. Yolsuzluk iddialarının ortaya koyduğu şeyler şüphesiz çok önemli. Ama, hükümetin, daha doğrusu Başbakan’ın bunlara karşı takındığı tavır, bütün bu örtme çabaları, bu otokratik gidiş, bence çok daha önemli. Başbakan’ın sıkıştığı anda nelere muktedir olduğunu açık seçik gösteriyor.
İşte bu durumda, “Seçmen” de bu yarışın en belli başlı aktörü haline geldi. Şu manzaraya bakacak ve seçecek!
“Seçim” ister istemez “Sınav”dır, dedim. Şu koşullarda ve şu manzara karşısında, partilerden çok, Seçmen bir sınava giriyor.
Bu sınavın (sınavların) sorularının doğru cevapları bende yok. Öyle bir “anahtar” yok, kimsede.
Umarım Seçmen, bu sınavdan başarıyla çıkar.
Yorum Yap