- 28.12.2013 00:00
“İyi komutan geri çekilmeyi iyi bilen kişidir,” diyordu Ömer Laçiner, geçenlerde. Askerlik sanatını bilen ve anlatanlar, geri çekilmekle saldırmak arasında “değer” bakımından bir fark olmadığını söylerler. Savaş denen olayda bunların ikisinin de gerekli, mutlaka gerekli olduğu zamanlar olur. Önemli olan, o zaman geldiğinde o kararı vermek ve bir kere verdikten sonra harekâtı gerektiği gibi yerine getirmektedir.
Ömer Laçiner’in bu saptamasının nesnesi Tayyip Erdoğan’dı. Tayyip Erdoğan, Harb Okulları’nda okutulan savaş stratejisi derslerinden çok, stadyumlarda öğretilen “En iyi savunma saldırıdır” hikmetinden feyz aldığı izlenimini yaratıyor. Çünkü daha önceleri belirli anlarda atak yaparken Gezi’den beri sürekli saldırı halinde. Ama, sağduyulu değerlendirmelere göre ağırdan alması, bazı davranışlardan vazgeçmesi, kendi hattı harekâtını yeniden gözden geçirmesi gereken bir zamanda yapıyor bunları.
Sonuçlar da, görüldüğü gibi, pek parlak olmuyor.
Bazılarımız, Erdoğan’ın bu davranışlarında (Polonius’un Hamlet için söylediği gibi) bir “rasyonalite” buluyor. Diyorlar ki, bu ülkede, onun bu “militan” politikasını benimseyen, benimseyecek bir taban var. Bu politika onları perçinliyor, hiç değilse o tabanı kaybetmemesini sağlıyor.
Ben böyle düşünmüyorum. AKP, Necmettin Erbakan’la partili siyaset alanına çıkan siyasî-ideolojik çizginin en yüksek oy oranlarını yakaladığı için çok başarılı bir parti oldu. Orta sağı kendine çekmeyi başardı. Şimdi yeniden MSP ile başlayan kariyerin oranlarına gerilemek önemli bir siyasî başarı olmasa gerek. Bir “hedef” de olmasa gerek.
Denklemin öbür ucunda da, böylece düşmanlık pompalanan bir siyasî ortamın yarattığı ciddi tehlike potansiyeli yer alıyor. Zaten birbirini anlamamış, tanımamış, tanımaya ve anlamaya da çalışmamış bir toplumun sağlıksızlık potansiyeli elde bir. Şimdi buna sembolik kefenler giydirilmiş adamların ve buna benzer bir kısmı herhalde yerel örgüt elemanlarının “göze girme” çabalarının sonucu birtakım gösterilerin ortam germe potansiyelini eklememek gerek.
Bu “militan” politikalarda öyle uzun boylu bir “siyasî rasyonalite” göremiyorum, kendi hesabıma. “Vay adam beddua etti!” diye infiale kapılmanın anlaşılır yanı olabilir elbet. Ama onun anlaşılır yanı olacaksa, “Camide içki içtiler” diye tutturmanın, herhangi bir somut kanıt göstermeden bunu habire tekrarlamanın (tabii buna paralel daha birçok iddia vb. ile birlikte), bu şekilde bir kesimin “kutsal” inancını dürtükleyip şiddete dönüşmesine çanak tutmanın ne âlemi var?
“Yolsuzluk var” iddiası, şu ana kadar gördüğümüz kasetti, şuydu, buydu, garnitürüyle ortaya atılmışken, yapılacak iş, hemen yapılacak iş, sözkonusu bakanların istifa etmesi, istifalarının da kabul edilmesidir. Bu olurken, “Ben onların suçlu olmadığına inanıyorum” sözünüzü de söyleyebilirsiniz. Ama herhalde yapılacak iş, bilmem kaç Emniyet çalışanını “görevden almak” değildir. Üstelik hemen yapıldığında anlamlı olacak istifa eylemi, bilmem kaç gün sonra gene yapılıyor. Ama o geçen günlerde, bir biçimde suçlanan kişinin bakan olarak tasarruflarda bulunması gibi akla zarar uygulamalar da olduğu için, bu gecikmiş istifanın bir anlamı olmuyor. İstifa edenlerden birinin açıklamalarıyla işler büsbütün karışıyor. Bütün bu olaylarda (Gezi’den başlayarak) “siyasî rasyonalite” falan değil, sırf “asabiyete” dayanan bir debelenme görüyorum.
“Yolsuzluk” kötü bir şey, şüphesiz. Biz milletçe ne kadar alışık olursak olalım, kötü bir şey. Ama, bu iddianın ortaya atılmasıyla birlikte Başbakan’ın yarattığı siyasî ortamın yolsuzluğun kendisinden daha kötü ve çok daha tehlikeli olduğu kanısındayım.
Yorum Yap