- 21.09.2013 00:00
Birkaç gündür Paris’teyim. Öbür gün dönüp onun ertesinde de Roma’ya gideceğim. Tam okul başlamadan önce gene böyle bir “yolculuk” furyasına girdim. Yolculukta gazeteye yazı yetiştirmek güç oluyor, aksatmam muhtemel, onun için bunları anlatıyorum.
Aklımda yazacak bir konu varken, sabah kahvaltıda Herald Tribune’da gözüme çarpan bir haber daha ilgi çekici göründü. Tanımadığım bir ad: Marcel Reich- Ranicki. Haber, onun ölüm haberi. Reich- Ranicki Varşova Gettosu’ndan sağ kurtulabilen bir avuç Yahudi’den biriymiş. Herhalde son kalan da oydu, çünkü 93 yaşında ölmüş.
Polonya’da doğmuş; babasının işleri bozulunca, Berlin’de yaşayan akrabalarının yanına göndermişler. Orada Almanca öğrenmiş ve klasik Alman kültürünün derinlerine dalmış. Ünlenmesi zaten buna bağlı: Almanya’da (savaş- sonrası ortamda) tanınmış bir edebiyat eleştirmeni ve kültür adamı oluyor.
Kendi çabasıyla oluyor, çünkü otuzlu yıllarda Naziler bir Yahudi olarak yüksek öğrenime devam etmesini engelliyorlar. 1938’de de tutuklayıp Polonya’ya, Varşova Gettosu’na postalıyorlar. Ailesini de orada buluyor. 1942’de aile kamyona bindirilip Treblinka’ya gönderiliyor. Marcel kalıyor, çünkü Naziler onu “tercüman” yapmışlar. 1943’te karısıyla birlikte kaçıyor. Bazı Polonyalı köylüler onları bir kilerde saklıyor. Böylece kurtuluyorlar.
Polonya’yı görünürde kurtaran Sovyet Kızıl Ordusu olduğu için, Reich- Ranicki de Polonya Komünisti Partisi’ne üye oluyor, diplomat oluyor vb. Çok sürmüyor bu durum. 1949’da “farklı düşünme” suçundan partiden kovulduğu gibi bir süre hapse de giriyor. 1958’de Batı Almanya’ya kapağı atmayı başarmışlar. Önce Hamburg, sonra Frankfurt’ta yerleşmiş. Die Welt, Die Zeit, derken Frankfurter Allgemeine’de yayımladığı yazılarıyla tanınmış. Yaşlılığında otobiyografisini de yazmış.
Marcel Reich- Ranicki’nin uzun ve ilginç hayatının en dikkate değer yanı, Alman kültürüyle ilişkisi. Ölümü üstüne gazetenin yayımladığı yazıda beni çarpan bu oldu. Otuzlarda Berlin’e gidişini ve okula başlamasını anlatıyor. Okuldaki ilk gününde, Almanlar’dan korkmayı öğrendiğini söylüyor. Polonya’da öğretmeni Bayan Laura Alman kültürünün zenginliğini anlatırmış. Marcel, ilk olarak, Alman sopasının acısını öğrenmiş. Ama kültürün gelmesi de fazla zaman almamış. Goethe, Schiller, Heine, Reich- Ranicki’nin ayaklarını yerden kesmiş; Alman musikisi de bir yandan... “Almanlık”tan öğrendiği ilk duygu “korku”. Sınıfta öğretmenin taşıdığı sopayla başlıyor bu korku, ama orada durmuyor: toplama kampı korkusu, gaz odası korkusu, büyüyerek gidiyor. Bir yandan da müzik, edebiyat: “Korkuya mutluluk eklendi,” diyor, kendisi de, “Alman olan şeylerden duyduğum korkuyla Alman olan şeylere borçlu olduğum mutluluk, birarada.”
Bu, tabii, Reich- Ranicki’den önce “Alman olma”nın çelişkisi, esrarı! Bunca yıl sonra hâlâ anlayabilmiş değiliz aslında, Beethoven ve gaz odası nasıl biraraya gelebilir. Buna cevap veremedik, hâlâ bilmiyoruz,nasıl olduğunu; ama olduğunu biliyoruz. Çünkü oldu. Bu da aslında korkutucu bir şey.
Ama Alman paradoksundan gözümüzü alabildiğimizde, Marcel Reich- Ranicki’nin de öyle kolay rastlanır ve fenomen olmadığını düşünmeye başlayabiliriz. Beni Elias Canetti karşısında da saygılı bir şaşkınlığa düşüren bir olgunluk ve aynı zamanda bir yüce-gönüllülük var böyle insanlarda. İyiyi kötüden ayırırken, kendi duygularını işin içine karıştırmama disiplini. Çünkü en yakın akrabalarını gaz odalarında öldüren adamların “kültür”üne saygı duymak kolay bir iş olmasa gerek.
“Alman kültür tarihinin en büyük ‘anti-semit’i Wagner’di” diyor Reich- Ranicki; “Bildiğim en büyük opera da onun Tristan und Isolde’udur.”
Ben Wagner’e tahammül edemeyen biriyim. Evimde bir tek CD’si olmayan tek önemli besteci odur. Bunun nedenlerinin yalnızca “musiki-içi” olmadığını sanıyorum.
Brecht’le, Böll’le, Günter Grass’la tanışmış Reich- Ranicki. Bir gün Grass sorgulamış onu: “sen nesin yahu?” demiş, “Polonyalı mı, Alman mı, neyin nesisin?”
“Yarım Polonyalı, yarım Alman, bütünüyle Yahudi,” diye cevap vermiş Reich- Ranicki.
Yorum Yap