- 24.02.2016 00:00
ORTADOĞU’NUN SAHİPLİĞİ MESELESİ!...
-BU YAZIYI ÇERÇEVELETİN!...
Bütün mesele “kendi dışımızdaki” maddi gerçeklikle bunun zihnimizde oluşan bilgisi-bilinci arasındaki ilişkide - aslında karşılıklı ilişki içinde birbirimize göre izafi olarak varolduğumuz halde- maddi gerçekliğin önce gelmesiyle ilgili. Çünkü, maddi gerçekliğe ait yeni bilgiler, ondan gelen informasyonların zihnimizde daha önceden sahip olduğumuz bilgilerle değerlendirilip işlenilmesiyle oluşuyor. Ki bu da zaman alıyor tabi. İnformasyon duyu organlarımız vasıtasıyla alınacak, bunlar beynimizdeki nöronal ağlarda daha önceden sahip olduğumuz bilgilerle değerlendirilip işlenilecek ve çevreye ilişkin yeni bilgiler oluşacak... Buna bir de “dış dünya” adını verdiğimiz “çevrenin” sürekli değişen bir yapıya sahip olduğunu da eklersek, bilinç dünyamızla, “çevre” adını verdiğimiz gerçekliği yakalayabilmek için sürekli bir koşu-çaba içinde olduğumuzu söyleyebiliriz.
Peki buna mecbur muyuz, ya da, “otur oturduğun yerde, sana ne, değişirse değişsin” diyerek keyfimize bakamaz mıyız!! Veya, “bana ne değişiyorsa ben kendi çıkarıma bakarım” diyerek, bir önceki sürecin sonucunda oluşan denge durumuna-ataletimize-bakarak dış dünyayı hala aynı şekilde algılayıp, onunla ilişkilerimizi de hiçbir değişikliğe uğratmadan aynı şekilde sürdüremez miyiz? İşte bütün mesele burada yatıyor!... “Nefsimiz” olarak ifade ettiğimiz kendi varlığımızın çevreden bağımsız olarak varolan “kendinde şey”-“objektif mutlak” bir gerçeklik olduğu anlayışında yatıyor...
Peki neden böyle bu? Böyle bir bakış açısına sahip olmamızın nedeni ne? Tek bir cümle: Yaşadığımız günlük hayatın mekanik akışı!...
Bütün o “yaradan”-“yaradılan” ikiliğine dayanan idealist anlayışların, kafamızdaki düşünceleri, sübjektif niyetleri dışardaki maddi gerçekliğin yerine koymak anlamına gelen “sübjektif idealist” bakış açılarının, ve de “kendinde şey”-“objektif mutlak gerçeklik” anlayışını temel alan materyalist, pozitivist bakış açısının, bütün bunların hepsinin dayanağı aynıdır; günlük hayatımızın mekanik akışından kaynaklanan illüzyon!...
Kapının önünde araba duruyor mu, duruyor, bitti!... o halde o “bizden bağımsız” “objektif mutlak bir gerçekliktir”!... var mı bunun ötesi... “bu açık gerçeğin” daha da ötesini tartışmanın kime ne faydası olabilir?... Yoldan gelip geçen bir sürü insan var mı, var... onlar da öyle değil midir, elbetteki öyledir!... E, o halde?... Etrafınızdaki bütün olayları ve nesneleri bir gözden geçirin ve bunlarla “kendinizi” karşı karşıya koyun, ilk anda varacağınız yargı hep “o”, “onlar” ve “ben” olarak birbirinden bağımsız nesneler anlayışı olacaktır. Tabi bu arada, buna bağlı olarak, herbiri “objektif mutlak maddi gerçeklik” olarak varolan bu nesneler-varlıklar arasındaki ilişkileri de görürsünüz; ama (Newton gibi...) dersiniz ki, ilişki ayrıdır, ilişkiye giren varlıkların-nesnelerin birbirlerinden bağımsız objektif gerçeklikler olarak varolmaları ayrıdır!...
Varsın kuantum fiziğinin kurucuları da (Heisenberg’ler Bohr’lar), “bilmek ölçmekle gerçekleşir, ama ölçerken de değiştiriyoruz, bu nedenle ölçerek varlığından haberdar olduğumuz nesneler bizden bağımsız “objektif-mutlak” gerçekler değil, etkileşerek yaratırken yaratıldığımız izafi gerçekler” desinler ne farkeder ki! Bakın Einstein’ı bile ikna edememiş bunlar; o bile, “nesnelerin bizden mutlak anlamda bağımsız objektif gerçeklikler olduğunu” söylüyor. “Bilim ilerledikçe nesnelere ilişkin bilgilerimizin de artacağını” ilave ederek, “izafiyetin” varoluşun kendisine ilişkin değil, bilgimize ilişkin sübjektif birşey olduğunu bildiriyor!...
Peki bu-bütün bunlar- neden böyledir mi diyorsunuz?
Cevabı çok basit, ama aynı zamanda da çok zor bir sorudur bu!... Günlük hayatımızın akışı içinde duyu organlarımızla algıladığımız “kendinde şey”- “gerçeklik” anlayışı çoğu zaman yetiyor bize. Dünyaya bu türden bir bakış açısıyla bakmanın belirli bir kullanım değeri var ve bu yetiyor!... Üstelik, işin derinliklerine inerek bu bakış açısını değiştirmenin önündeki en büyük engel- zorluk da bizzat bir sınıflı toplum gerçeği olarak bizim kendimizim!... Çünkü, sınıflı toplum insanı olarak, dış dünyayı ve kendimizi, kendi nefsimizle-benliğimizle varoluşumuzu algılarken, bu algıların oluşmasına yardımcı olan informasyonları değerlendirerek işlediğimiz zaman-mekan boyutlu koordinat sisteminin merkezi-sıfır noktası- hep kendi üzerimizdedir!...
Peki ne oluyor o zaman? O zaman, bizzat kendi varlığımız-nefsimiz- kendimize ve karşımızdakine ilişkin informasyonları değerlendirerek kendimiz ve karşımızdaki hakkında “objektif” bir yargıya- varmamızı engelliyor... Bu durumda kendimizi ve karşımızdakileri hiç düşünmeden-düşünemeden-otomatikman “kendinde şey” “objektif birer gerçeklik” olarak kabul edip çıkıyoruz işin içinden!...
Ama bitmedi! Bu algı aynı anda kendiliğinden genelleşip bir dünya görüşü haline gelerek, “dış dünyada yer alan bütün diğer nesnelerin de özünde böyle oldukları- aynı yapıya sahip oldukları”- sonucuna götürüyor bizi. Çünkü, eğer “ben” “onlardan”-çevredeki diğer varlıklardan “bağımsız”, varlığı “onlara” bağlı olmayan bir varlıksam, “onlar”da gene öyle, “ben”den bağımsız mutlak gerçeklikler olarak var olmalılar!...
Bitti!!... İşte bu dünya görüşüdür ki, bütün o idealist, sübjektif idealist ve de materyalist bakış açılarının temelini oluşturan budur!... Ya diyorsun ki, “nesneler varlıklarını onları yaratan Tanrı-Allah adı verilen bir üst ideeye borçludurlar” (ki bu durumda Tanrıyla-Allah’la nesneler, varlıklar arasına yaratan-yaratılan şeklinde bir ikilik, bir sınır koymuş, bir duvar örmüş oluyorsun!... Bu ise, farkında olmadan, Tanrıyı-Allahı varlıklardan soyutlayarak onu zihinsel duvarların içine hapsetmek anlamına geliyor!) Ya da, “varlıklar hiçbir yaratıcıya gerek olmaksızın ezelden beri ‘kendinde şey’ maddi gerçeklikler olarak vardırlar... sadece, şekil değiştirerek bu ‘mutlak gerçeklik’ varlıklarını sürdürmektedirler” deyip bağlıyorsun işi!... İşte günlük hayatımızın mekanik akışının bize kazandırdığı “idealist” ve “materyalist” dünya görüşlerinin özü budur...
Halbuki ne öyle, ne de böyle!... Şeyler, varlıklar karşılıklı ilişki -sistem ilişkisi- içinde birbirlerini yaratırken yaratılarak izafi objektif gerçeklikler şeklinde varolurlar... Etkileşerek değişirler, değiştikçe de değiştirirler!...
Başlıkta “çerçeveletin” dediğim kısım buraya kadardı!... Şimdi bir örnekle devam ediyoruz!
O kadar politikleşmiş bir toplum olduk ki, istesek de siyasetten kopamıyoruz!! Bu nedenle, hemen siyasete dönerek gene oradan bir örneği ele alalım!...
Bakın ne diyor sayın H.B.Kahraman: “Bütün bu hengâmenin altında yatan bir gerçeği öncelikle kabul edelim: Batı, OD'da Türkiye’yi istemiyor. Nedeni çok basit: bütün öteki mütalaalar bir tarafa, Çin, neticede Çinlilerin, Rusya nihayetinde Ruslarındır. OD ise sahipsizdir. Batı öyle düşünür. Batı, OD'yu kendisinin sayar. 'Ortadoğu' adı konduktan sonra bu böyle ve bütün maksat Osmanlı'yı/ Türkiye'yi o bölgeden uzak tutmak olmuştur. Verilen 'Batı/ lılık- Batı /lılaşma' rüşvetinin bedeli budur. İş, bu defa da Türkiye'nin OD'dan çıkarılması 'işinin' Rusya'ya ihale edilmesine kadar geldi[1]...”
Doğru mu şimdi bu ifade? Ama durun, hemen cevap vermeye kalkmayın! Yukarda o kadar laf ettik, bunları düşünün önce bir!... Bence doğru değil; nedenine gelince:
Nesneler olduğu gibi olaylar ve süreçler de zaman ve mekandan bağımsız “mutlak gerçeklikler” değildir demiştik... Olay ve süreçlerden bahsettiğimiz zaman bu daha da bir anlam kazanıyor... Düşünün, olay, ya da süreç denilen şey karşılıklı ilişkiler içinde ortaya çıkan bir durum değil midir? E, o zaman, ilişkiler değişince olay ya da süreç aynı kalır mı?... Peki ilişkilerin değişmesi neye bağlıdır? Eğer ilişkiden kasıt devletler arasındaki ilişki ise, buradaki belirleyici unsur çıkar-fayda ilişkisidir... Bu zeminde karşılıklı güç ilişkisine göre bir denge kurulur ve bu denge hali kendi içinde başka bir degeye gebe kalarak ilerde onu doğurana kadar da böyle sürer gider....
Konuya dönelim. “Ortadoğu kimin olacak” diye soruyor sayın Kahraman!...
Peki böyle bir soruya kaynak teşkil eden bakış açısının altında yatan nedir? 19 ve 20.yy gerçekleri-paradigması- değil midir?... Kapitalist ülkelerin arkalarına kendi ulus devlet güçlerini alarak dünyayı nüfuz alanlarına ayırmaları, böylece kendi pazar paylarını belirlemeleri anlayışı değil midir? Yoksa ne olacak ki, Ortadoğu sana ait olmuş bana ait olmuş!!... “Ortadoğuya sahip olmakla benim çıkarım nedir”? Soru budur!... Bir, pazar payının artması; iki, buna bağlı olarak da hammadde ve enerji kaynaklarının kullanımı açısından avantaj sahibi olmak. İşin özü bunlar değil midir, 19 ve 20 yy larda kapitalist ülkeler arasındaki ilişkileri belirleyen esas faktörler bunlar değil midir?...
Peki, sayın Kahraman ve onun gibi düşünenler (aslında sayın Kahraman bu konularda birçoğundan daha ilerde bir duruşa sahiptir...), yani olayları ve süreçleri, toplumlar arasındaki ilişkileri günlük hayatın akışı içinde ortaya çıkan önyargılara bağlı olarak değişmez-“mutlak gerçekler” olarak algılayanlar ne yapıyorlar? Küreselleşme süreciyle birlikte 21.yüzyılın artık 19 ve 20.yüzyıllardan esasa ilişkin olarak farklı bir zemin oluşturduğunu, toplumlar arasındaki ilişkilerin de bu yeni zemine bağlı olarak değişime uğrayacağı gerçeğini hiç hesaba katmadan, sanki hala eski dünya-Ortadoğu- ve o zeminde kurulan ilişkiler geçerliymiş gibi günümüze ilişkin tahliller yapıyorlar!...
Bitti kardeşim, artık arkana ulus devlet gücünü alarak dünyayı nüfuz bölgelerine ayırmak dönemi sona erti!... Hammadde ve enerji açısından da öyle; artık “Ortadoğu’ya, oradaki petrol-doğal gaz kaynaklarına el koyar, onları ben işletirim” dönemi sona erdi!... Ne böyle bir dünya, ne de böyle bir Ortadoğu var artık!... Ha, ne var; hala 20.yy kalıntısı çıkarlara dayanan ilişkiler-anlayışlar var; değişen maddi gerçekliğin arkasında kalan politikalar var; ama bunların da artık hiçbir geleceği yok!... Nasıl mı?
Alın şimdi Rusya’yı. Rusya’nın Suriye’de ne işi var?
Ortadoğu’yu kontrol ederek pazar payını mı arttıracak, ya da enerji kaynaklarının kullanımını mı kontrol edebilecek? Pazar payı işi zaten hikaye, Rusya Suriye’ye yerleşti diye Rus mallarını mı tercih edecek Suriyeliler!! Zaten Rusya silahtan başka ne üretiyor ki satsın!! E, o zaman? Enerji akışını mı kontrol edecek? Tamam, niyet bu. Zaten onların kafa yapılarının hala 20.yy da olmasının ardında yatan da bu. Ama görüyorsunuz işte, savaş çıkararak petrol fiyatlarını yükseltmek için o kadar gayret sarfetmelerine rağmen onu bile başaramıyorlar!... Yoksa şu ana kadarki gerekçelerle üçüncü değil, dördüncü beşinci dünya savaşları bile patlak verirdi!!... Piyasalar artık o kadar hakim ki duruma “aptallar” diye düşünerek kimseyi iplemiyorlar!!... Bakın, şimdi İran da giriyor piyasaya piyasadaki petrol-doğal gaz arzı daha da artacak!... Siz istediğiniz kadar PKK’ya boru hattını bombalatın, yarın Kürt petrolü ve doğal gazı daha da fazla akacak borulardan! Ne kaldı o zaman geriye, Ortadoğu’ya Ruslar mı, Batılılar mı, yoksa Türkler mi sahip olacaklarmış? Bunlar hikayedir artık görmüyor musunuz?... Bırakın “çıkarı” falan, tam tersine, öyle ülkelere, bölgelere “sahip olma” hırsıyla başına bela alıyorsun artık!!... Baksanıza Obama ne diyor: “Bırakın Ruslar iyice batağa saplansınlar”!!... Onlar anladı artık Hanya’yı Konya’yı!!...
Neymiş efendim, “Ortadoğu eski Osmanlı mülküymüş, ecdadımızın mirasıymış”!!
İnsanın aklına hemen, bizimkilerin neden şimdi bu türden “tarihi gerçeklerimizi” hatırlamaya başladıkları sorusu takılıyor? Kapitalizm azıcık gelişti ya, azıcık bitleri kanlandı ya, sandılar ki daha da ileri gidebilmek için eskiden olduğu gibi nüfuz alanlarına sahip olmak lazım; enerji kaynaklarını kontrol edebilmek lazım!!... Çünkü, ötekiler de daha önce böyle yapmışlardı ya!!... Onlar yapar da biz yapamaz mıydık!!... Halbuki zaman değişti, bunu algılayamıyorlar...Bunlar, bu türden hayaller boş şeylerdir!... Öyle bir ideolojik saplantı ki bu şimdi ben bunları yazıyorum ya diyecekler ki, Batılılar yapınca iyiydi de biz yapınca mı kötü oluyor, “yaşasın tam bağımsız emperyal Türkiye”!! Tereciye tere satmak değil mi şimdi bunun adı!!...
Artık, pazar payını arttırmak için yeni bilgiler üreterek daha iyi kalitede malları daha ucuza dünya pazarlarına sunabilmek lazım... Bunu göremiyorlar bir türlü!... Enerji kaynaklarından bahsediyorlar, hiç merak etmeyin, bugünün dünyasında o kaynakları kimseye yedirmez artık oradaki insanlar... Dönülür dolaşılır sonunda, petrol ve doğal gaz en ucuza pazara nasıl iletilebiliyorsa o yapılır... Görmüyor musunuz İsrail’i, Türkiye ile arası bu kadar bozuk olmasına rağmen denizin altındaki doğal gazın pazara iletilmesinin yolunun en ucuza Türkiye üzerinden olacağını söylüyor... Avantajlı olan Türkiye coğrafyası mıdır-ki öyledir- bitti, o zaman ister Ruslar, ister Batılılar, ister Kürtler veya Araplar işletsin, sonunda bunlar gelip seninle işbirliği yapmak zorundalar o kadar, daha ne yırtınıyorsun sen yani!...
Nedir anlamıyorum, “İslam ülkelerinin koruyucusu” olacaklarmış!!...
Bunun için de Osmanlı mülküne sahip çıkmak lazımmış!! Hadi o Sultanlık hayalini falan da geçtik, bu arada Halifeliği de yeniden alsanız ne olacak yani!... O İslam ülkelerindeki insanlar “a, bak Halifelik artık Türkiye’de” diyerekten Türk mallarını mı tercih edecekler!!... Ya da, “gel kardeşim, sen bizim koruyucumuzsun al şu petrolü, doğal gazı sen işlet” mi diyecekler!!... Garip ama hala böyle düşünenler var! Allah aşkına, bunların savaşın bittiğinden haberi olmadan hala dağlarda saklanan o Japon askerlerinden ne farkı var söyler misiniz bana!!...
Alın PKK-PYD Kürtlerini (çünkü bir de Barzani Kürtleri var...) bunların derdi de ideolojik duruşları onu gerektiriyor diye sübjektif idealist-pozitivist bir anlayışla “komünal bir düzen” inşa etmek!...
Tabi böyle birşey sadece kendi istemeleriyle falan olamayacağı için onlar da büyük devletlerin 20.yy kalıntısı ulus devlet politikalarının peşine takılıyorlar... Ne olacak yani, Rusya veya Amerika size bir devlet kurdursa siz orada rahat mı edebileceksiniz?... Barzani’nin elinden petrol silahını alarak buna dayanıp ideolojik saltanat kurmak istiyorsanız eğer yanılıyorsunuz!... Burnunuzdan getirirler o petrolü!... Kime yar oldu ki o petrol şimdiye kadar size olsun!!... Oturup 21.yy paradigmalarına uygun bir yaşam için mücadele etmek varken boşu boşuna kendilerini ateşe atıyorlar onlar da...
Tekrar başa dönersek... Değişen maddi gerçekliği algılamada ne kadar hızlı davranırsak, eskiye ilişkin zihin yapımızın beynimizde oluşturduğu duvarları görünmeyen o hapishaneden ne kadar çabuk çıkarsak, ayaklarımız o kadar sağlam yere basar. İlişkilerimiz o kadar sağlıklı ve üretken olur, kısacası o kadar kazançlı çıkarız. Hem zaman açısından, hem de elimizdeki kaynakları daha iyi kullanabilmek açısından... Herkesin aklını başına toplamasının zamanıdır
Yorum Yap