- 8.01.2015 00:00
-20.YÜZYIL’ DAN 21.YÜZYIL’A KÜRESEL PARADİGMA DEĞİŞİMİ VE “STRATEJİK ZİHNİYET”İN EVRİMİ-
Bugün, STRATEJİK DÜŞÜNCE ve ZİHNİYET BAZINDA DERİNLİK, tarihi zenginliğimizleküreselleşme sürecinin önümüze koyduğu dinamikleri 21.yüzyıl paradigması ışığında bütünleştirerek içselleştirebilmekten geçiyor. Kafamızdaki 20.yy kalıntısı-özünde milliyetçi olan-ulus devletçi paradigmaları bir yana bırakarak, bunları, bu yeni zemin üzerinde ileriye dönük bir şekilde gözden geçirip yeni düşünceler üretebilmekten, bilgi toplumu haline gelme yolunda bilgi üretimine yönelik yeni “STRATEJİK PLANLAR” yaparak bunları hayata geçirebilmekten geçiyor!..Eger bunu yapmaz da eskiyi ihya ederek-“restore edip”-100 yıl önce kaldığımız yerden devam edebileceğimizi sanırsak yanılırız!..Bu satırları Davutoğlu’nun “güç formülünde” “stratejik zihniyetle” birlikte “çarpan etkisine sahip” olarak nitelendirdiği “siyasi irade”ye ithaf ediyorum!..
Önce bir noktada anlaşmamız lazım:
İçinde bulunduğumuz küreselleşme sürecinde yeni bilgilere sahip olarak daha iyi kalitede malları daha ucuza üretir hale gelmediğimiz sürece, ağzımızla kuş tutsak, her gün “stratejik derinliğimizden”, “şanlı tarihimizden” bahsetsek, “stratejik bir zihniyetle” yapacağımız “stratejik planlardan” bahsetsek, “siyasi iradeye” övgüler düzerek “atalarımızdan bize yadigar kalan coğrafyada” “stratejik” bir güç haline gelebilir miyiz? Evet, ya da hayır deyin bana!!
Peki o zaman, bir soru daha:
Bugün, bütün bunları gerçekleştirebilmek için "restore" edilmiş -eskinin küllerinden yeniden yoğrularak yaratılmış-daha geniş bir coğrafyaya yayılan antika bir ulus devlet projesine gerek var mıdır? Herşey bir yana, bu saatten sonra o eski Osmanlı topraklarını “yenilenmis bir stratejik zihniyetle” bile olsa yeniden fethetmek-biraraya getirmek mümkün müdür? Yok eğer değilse, bundan sonra ne yapılacaksa ancak 21.yüzyıl paradigması içinde kalınarak yapılabilecekse o zaman kendi kendimize gaz vererek niye boşuna harcıyoruz ki enerjimizi? Oturupta, “biz ne yapmalıyız, nasıl yapmalıyız da bilgi toplumuna giden yolda daha da hızlanabilelim” diye düşünmek varken, “nasıl bir eğitim sistemine sahip olmalıyız ki yeni bilgiler üreten nesiller yetiştirebilelim” diye zihnimizi yormak varken, eğitimde “Kemalist nesiller yetiştirme” amacının yerine “İslamcı nesiller yetiştirmeyi” koyarak sil baştan yeniden ideoloji kokan bir dünyanın içinde kaybolup gitmenin anlamı nedir?
Hiç uzağa gitmeye gerek yok, önümüzde durupduran Suriye örneğine dönelim gene ve bundan on iki yıl önce Suriye ile aramızdaki ticaret hacmi ne idi, sonra bir de savaş başlamadan hemen önce ne duruma gelmişti ona bir bakalım? Öncesi bir yana da, savaş başlamadan evvel bu rakamın 15 milyar dolara çıktığını hepimiz biliyoruz. Benzer bir durum Mısır için de sözkonusu idi. Türkiye, gelişen üretici güçleri ile aradaki ortak tarihi ve kültürel bağları da kullanarak (Davutoğlu’nun deyimiyle “stratejik derinliğini” de kullanarak) buralarla çok güzel, örnek ilişkiler geliştiriyor, giderekten buralarda da yerli bir burjuvazinin güçlenmesi yolunda mesafe kaydedilmesine katkıda bulunuyordu. Çünkü, bugün artık meseleye böyle bakmak gerekiyor. Her ülke kendi değişimini kendi iç dinamiklerini geliştirerek yaparken, sen de dış faktör olarak, bu iç dinamiklerle olan bağlantıların sayesinde “güç” unsuru haline gelebiliyorsun. Dış etken ancak iç dinamiğe dahil unsurlarla işbirliği yaparak içsel bir güç haline gelebiliyor. 21.yüzyılın mantığı budur, küreselleşme sürecinin diyalektiği budur. Bir yanda halâ varlığını sürdüren 20.yüzyıl kalıntısı bir ulus devletler sistemi, ama hemen bunun yanında-bununla içiçe de, o ulus devletlerin güneşin altındaki kar gibi eriyerek yok olmaya başladıkları bir küresel bütünleşme süreci..Böyle bir ortamda sen tek yönlü politikalar üreterek yol alamazsın artık!. Yapacağın o “stratejik planlar”, “stratejik bir zihniyetle” üreteceğin politikalar, “güç üretme”, “güçlü olma” anlayışları, “siyasi iradeye” yüklenen olağanüstü “anlamlar”, aynı anda, hem uluslararası ilişkiler sistemi gerçeğine uygun olmalı, ama hem de onun inkarı olarak gelişen küreselleşme sürecine..Yani, aynı anda hem kendi ulusunun çıkarlarını düşüneceksin, hem de onun diyalektik anlamda yok oluşunun yolunu açacaksın!. Türkiye gibi daha yeni yeni, “uluslaşırken küreselleşme” sürecini de birlikte yaşayan bir ülkede bunun ne kadar zor bir iş olduğu ortadadır[1], ama bunun başka da yolu yok, yani, “hayır ben bu oyunu oynamıyorum benim yolum başkadır” diyemezsin!!
PEKİ O ZAMAN NE YAPMAK LAZIM?..
“atalarımızdan bize miras kalan” o “stratejik zihniyeti”-o devrimci ruhu- bugünün gerçekliğiyle nasıl bağdaştıracağız?
İşte tam bu noktada şimdi bu soru çıkıyor ortaya! Madem ki insanlar ve toplumlar kendi tarihlerinin ürünüdürler, yani biz istesekte istemesekte içimizde belirli bir tarihsel derinliği taşıyarak varoluyoruz, bu durumda, atalarımızdan bize miras kalan o bilgi temelini bugünün gerçekliği içinde 21.yüzyıl paradigması yönünde nasıl kullanmamız gerekiyor? Bugün, bilgi toplumuna ulaşabilmek için nasıl bir “stratejik zihniyete” sahip olmalıyız ki, amaca uygun “stratejik planlar” yapabilelim?
Bütün o insanlık macerasını toprağa düşen bir tohumun başına gelenlere benzetirsek, nasıl ki o tohum çevreden gelen madde-enerji-informasyonu kendi içinde değerlendirip işleyerek diyalektik anlamda kendi inkârını yaratıyor ve bitkiye, oradan da meyvaya durarak yeni bir tohuma dönüşüyorsa, insanlık macerasının diyalektiği de özünde aynıdır.
İlkel komünal-sınıfsız bir toplumdan başlayan yolculuk, üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte, aynen o tohumun bitkiye dönüşmesi örneğinde olduğu gibi kendi diyalektik inkarı olarak sınıflı toplumlar sürecini yaratırken, o da gene aynı diyalektiğe tabi olarak bir üst düzeyde bilgi toplumuna-modern komünal sınıfsız topluma-dönüşme yolunda ilerlemektedir.Bu durumda, nasıl ki; yeni tohumun oluşumunu belirleyen bilgi toprağa düşen o ilk tohumun içindeki bilgi ile daha sonra buna eklenen bilgilerin toplamıyla ortaya çıkıyorsa[2], toplumsal düzeyde bilgi toplumuna ilişkin toplam bilgi de, ilkel komünal toplumun bilgi temeliyle daha sonra üretilen bilgilerin toplamıyla ortaya çıkacaktır[3]. Bu nedenle, modern sınıfsız toplumun bilgi temeline erişebilmek için mutlaka o ilk bilgi hazinesini yeniden bilince çıkararak işlevsel hale getirebilmeliyiz. İşte kritik nokta burasıdır. Atalarımızın“stratejik zihniyetinin” içinden çıkıp geldiği “tarihsel derinliğimizin” derinliklerine inerek orada oluşan kimlik bilgilerini bugünün modern komünal insan bilincinin oluşumunda ilkel ama esasa ilişkin bir bilgi temeli olarak kullanabilmeliyiz.Bugünün gerçekliği içinde“stratejik derinliğimizin” derinliği bundan ibarettir!.
Ne demek mi istiyorum? Atalarımızdan bize miras kalan bilgi temelini ve o temel üzerinde yükselen stratejik zihniyeti 21.yüzyıl koşullarında bilgi toplumuna-modern sınıfsız topluma-giden yolda bir üst düzeyde nasıl mı yeniden üretebiliriz? O zaman aşağıdaki çalışmaya dönmeniz gerekecektir:
“NAMAZ’IN DUA’NIN VE HER İŞE „BİSMİLLAH“ DİYEREK BAŞLAMANIN DİYALEKTİĞİ
-BU EVRENDE VAROLAN HERŞEY-HER VARLIK, HER AN KENDİNCE BİR NAMAZ VE DUA HALİNDEDİR! İNSANIN GÖREVİ BU HALİ BİLİNCE ÇIKARARAK, DOĞA’NIN BİLGİSİNİ ÜRETMEKTİR!.. http://www.aktolga.de/m37.pdf
Kısacası, “ecdadımız” dediğiniz o Sultanlara-Padişahlara ilişkin sınıflı toplum bilgilerini biz özümsedik, onun içinden çıkıp geliyoruz zaten; geriye kalan posayı ise sizlere bırakıyoruz, bizim ecdadımız, Horasan erenleri tasavvuf bilgini atalarımızdır. Onların ilkel sınıfsızlfığa ilişkin bilgi temeli bugünün içinde yeni tipten modern bir “stratejik zihniyet” üretebilmemiz sürecinde bizim için yeterlidir!..
ŞİMDİ SIRA GELDİ, BÜTÜN BU ELEŞTİRİLERDEN SONRA NEDEN HALÂ AYNI NOKTADA, “ELEŞTİREL DESTEK”, YA DA “EVET AMA YETMEZ” NOKTASINDA DURDUĞUMUZA?..
Evet, şimdi soru budur! Yapılan bütün bu açıklamalardan sonra AK Parti iktidarına karşı duruşumuz neden halâ “eleştirel destek”, ya da “evet ama yetmez” noktasındadır, bu bir çelişki değil midir”?
“Hayır değildir”!. Şunu unutmayalım, halkımızın-benim de- AK Parti’ye, Erdoğan’a ve bugün de Davutoğlu’na verdiğimiz destek herşeyden önce halâ eski “devletçi-Kemalist” statükoya, ve onunla kolkola olan her türlü antika “paralel yapıya” karşı verilen mücadelede açılan kredi ile ilgilidir. Bütün ideolojik saplantılarına ve yalpalamalarına rağmen, onların bugün halâ, durdukları yer itibariyle, tarihsel gelişim sürecinin ana yatağınıtemsil ediyor olmalarından dolayıdır. Yani biz, oryantalizmle bağlantılı bir kültür ihtilalinin ürünü olan, toplum mühendisliği harikası yapıya karşı-eski Türkiye’ye karşı- yeni Türkiye duruşu için oyumuzu verdik onlara!.Bu bir!..
İkinci nokta da şudur:
Diyebilirsiniz ki, “peki ama bütün bu çalışma boyunca kıyasıya eleştirdin, şimdi bu eleştirileri nereye koyuyorsun”?
Örneğin, diyorsun ki; “bu insanların dünyası halâ 20.yüzyılın dünyası, kafalarında halâ 20.yüzyılın milliyetçi paradigmaları var. Herşeyi halâ Kapitalizmin Gelişmesinin Eşit Oranda Olmaması Kanununa göre değerlendiriyorlar. Bu bağlamda, onların gözünde bugünkü Türkiye ile bir zamanların yükselen gücü Almanya arasında hiçbir fark yok. Davutoğlu Hitler’i sadece “yanlış bir siyasi iradeyi” temsil ettiği için eleştiriyor!. Bu anlayış tehlikeli değil midir? “Stratejik derinliğimiz”, “zihniyetimiz” falan derken aslında bunların niyeti de bir zamanların Hitlerci Alman burjuvazisi gibi pazar paylarını-nüfuz alanlarını daha da genişletmek için ideolojik bir zemin yaratmak değil midir”?
Bakın açık söylüyorum, “olabilir”!! Yani, bir Erdoğan’ın-Davutoğlu’nun AK Partililerin temsil ettikleri Anadolu burjuvalarının gönlünde de mutlaka bu türden hayaller yatıyordur!. “Ortak tarih, zihniyet, coğrafya” falan derken onların da 20.yüzyıl paradigmasına uygun rüyalar görmediklerini kimse iddia edemez!! İsterseniz “çocuktan al haberi” misali “Başdanışman’ın şu yazdıklarını bir okuyun![4] Ne de olsa bu insanlar daha yeni yeni Anadolu’daki kabuklarından çıkarak dünyaya açılıyorlar. Onlardan bir anda 20.yüzyılı atlayarak 21.yüzyılı kavramalarını beklemek doğru olmaz?
Ama bütün bunlara rağmen ben gene de ortada bir tehlike görmüyorum!
Görmüyorum, çünkü bu türden safsataların-hayallerin- 20.yüzyıl kalıntısı rüyaların artık hiçbir anlamının kalmadığını düşünüyorum!. Ne olur, en fazla bir süre kafalarında bu türden hayali ideolojik senaryolarla yol almaya çalışırlar-toplum mühendisliği yapmaya çalışırlar onlar da, ama sonra, önlerine çıkan engelleri gördükçe, ya da kafalarını bunlara tosladıkça-oluyor da zaten bu türden şeyler!- raydan çıkan treni tekrar yoluna geri döndürmek zorunda kalırlar! NEDEN Mİ, nasıl mı bu kadar kesin konuşabiliyorum, neye mi güveniyorum?
Şu soruya cevap verelim:
Bakın çok açık söylüyorum, eğer o zaman da bugünkü koşullar geçerli olsaydı, yani, dünya pazarlarında daha fazla pay elde edebilmek için daha iyi kalitede malları daha ucuza üretebilmek ilkesi o zaman da geçerli olsaydı bir Hitler ortaya çıkar mıydı-çıkabilir miydi ortaya? Çok açık,çı ka maz dı!Nedeni ortada: O dönemde nüfuz bölgelerini genişleterek dünya pazarlarındaki pazar payını arttırabilmek için arkanda güçlü bir ulus devlete ihtiyacın vardı, olmazsa olmaz bir koşul olarak onun askeri gücüne dayanmak zorundaydın, bitti!!. İşte bir Hitler Almanya’sını yaratan maddi koşul-ön koşul- budur. 20.yüzyılın uluslararası ilişkiler dünyasında geçerli paradigma bu idi o zaman. Yani öyle, sen daha fazla bilgiye sahipmişsin de, buna dayanarak daha iyi kalitede malları daha ucuza üretebiliyormuşsun da (!) bunları kimse takmazdı o dönemde!!. “Gücün” ne ise, dünya pazarlarındaki payın da ona göre belirleniyordu o kadar!.
Diyeceksiniz ki, ama bak “liberaller” ve “solcular” böyle konuşmuyorlar!!. Onların gözünde bir Erdoğan ya da Davutoğlu’nun Hitler’den farkı yok! Buna ne diyeceksin?
Çok açık: Onlar da halâ 20.yüzyılda yaşıyorlar, olaylara ve süreçlere onlar da halâ oradan-20.yüzyıldan bakıyorlar da ondan!! Halâ herşeyi 20.yüzyıl paradigması içinde görüyorlar, o döneme özgü ideolojik bir mantıkla değerlendiriyorlar da ondan!!.
Ben diyorum ki, madem ki şimdi durum esasa ilişkin olarak farklıdır, yani maddi olarak değişmiş bir dünya vardır artık ortada, o zaman bırakın Erdoğan’ı, ya da Davutoğlu’nu, onlar da istedikleri kadar “ecdadımız” diyerekten o Sultanlardan, onların “stratejik zihniyetinden” falan bahsetsinler, ne olacak ki! Bakın, kendine “solcu”, ya da “liberal” diyenler halâ ideoloji-“işçi sınıfı ideolojisi” satmaya kalkıyorlar da ne oluyor, bırakın herkes kurtlarını döksün ortaya!! “Erdoğan” da “Erdoğan”, ya da şimdilerde “Davutoğlu” diye tutturuyorlar! Bu insanlar yüz yıldır canı yanmış olanları temsil ediyorlar! “RESTORASYON” diyorlarmış da, II.Abdülhamid ya da Necip Fazıl diyorlarmış!! Bırakın efendim desinler!! Ne olacak yani, Davutoğlu veya Erdoğan kendilerini II.Abdülhamidin yerine koymaya kalkıyorlar diye 21.yüzyılın küreselleşme sürecini yaşarken Abdülhamid mezardan çıkarak sil baştan herşeye bıraktığı yerden devam mı edebilecek!! Yoksa, Erdoğan-Davutoğlu ikilisi kerameti kendinden menkul “güclü bir siyasi iradeye” dayanarak tek başlarına (pardon, yanlarına Putin’i de alarak!!) “20.yüzyılın statüko güçlerine karşı savaş açıp” yeni bir savaşın-3.Dünya Savaşının galibi olarak yeni bir statükoyu mu oluşturabilecekler!! Son yüz yılda hep ikinci sınıf insan yerine koymuşsunuz bu insanları, bırakın efendim, onlar şimdi bir tür reaksiyonla kaybolan o kültürel kimliklerini yeniden bulmaya çalışıyorlar!. Bir tür toplumsal psikoterapidir bu yapılan!. Ortada yaşanılmış bir “geçmiş” var; üstelik halâ da aynı silahlarla tehdit ediliyor bu insanlar. Onlar da buna karşı kendi ideolojik kalkanlarını falan öne çıkarıyorlar o kadar!. Buralardan birşey çıkmaz! İşin doğrusunu ortaya koyabiliyor musunuz siz ondan haber verin. Onlar öyle der, sen de dersin ki, “hayır bak, artık öyle değil böyledir”!..Unutmayalım ki, her düşünce ancak zamanı gelmişse maddi bir güç haline gelebilir. Daha başka bir deyişle, zamanı gelmiş bir düşüncenin önünde hiçbir güç duramaz..Korkmayın, Erdoğan bile olsa bu böyledir!!..
Bir örnek vereyim: Erdoğan diyor ki geçenlerde “hainler, nüfusumuzun artmasını
engellemek için doğum kontrolü diye bir şey çıkardılar”!!.Tamam, “muhafazakar” bir insan doğum kontrolüne karşı olabilir, ama tutar da “hainler” diye başlarsan, o zaman sen bu işi ideolojik olarak ele alıyorsun demektir ve bu kabul edilemez! Ama dikkat ederseniz kimseden de pek tepki gelmedi, neden? Çünkü komik birşey bu, ne yani şimdi Erdoğan “doğum kontrolünü hainler icat ettiler” diyor diye insanlar doğum kontrolünden vaz mı geçecekler!!. Aynen faiz konusundaki emir komuta anlayışına benziyor bu da!! Bakın kendisi bile itiraf etti bu konudaki başarısızlığını!! O kendi görüşünü söyler, sen de çıkar onu eleştirirsin!. Sonucu belirleyecek olan maddi hayatın gerçekleridir. Çünkü, bitti artık o kapalı dünyalar!. Güçlülerin her açıdan tekel egemenliği kurarak insaları güttüğü o sınırlar yok artık bugünkü dünyada!..
AMA??
Evet, olayın boyutları bu noktada kaldığı sürece bunlar-bütün bu ideolojik saplantılar- o kadar önemli değildir, ana duruş değişmediği sürece zamanla yanlışlar ayıklanır ve kervan yolunda devam eder!.. AMA tabi burada da bir sınır çizgisi var: Tamam, “stratejik zihniyetimiz”, “stratejik derinliğimiz” falan denilerek birşeyler yapılmaya çalışılıyor, bu ayrı da, ancak eğer iş, “efendim bizim stratejik zihniyetimize göre yaptığımız planlamanın içinde bu da var” denilerek, örneğin başka bir ülkeyi işgal noktasına kadar falan giderse o zaman olayın rengi birden değişiverir! Herşey bir yana, işte o zaman kendimizi bir anda “Dimyada pirince giderken evdeki bulgurdan da olma” noktasında buluveririz!!
Ama bakın, pratikte hiçte öyle olmadı değil mi!. Şu son Suriye olaylarını getirin gözünüzün önüne, “savaş” çığlıklarının atıldığı o günleri! Ne oldu peki? AK parti-Erdoğan ve Davutoğlu tam bir sağduyu örneği verdiler o zaman!. Ama onlar değil, tam tersine, “faşist” falan diye onlara saldıran o sağlı, sollu, milliyetçi o devletçi muhalefet cephesi yaptı savaş kışkırtıcılığını! Açık açık Türkiye’yi Suriye’ye sokmaya çalıştılar, öyle değil mi! Ama başaramadılar, neden peki, o kadar “ecdadımız” edebiyatına rağmen, o kadar “stratejik derinliğimizden-zihniyetimizden” bahsetmelerine rağmen neden bir Erdoğan, ya da Davutoğlu- hazır muhalefet de buna hazırken- savaş çığlıkları atarak “ecdadımızın” yoluna girmediler!?
Girmediler, çünkü onların asıl derdi bağcıyı dövmek değil, üzümü yemektir! İşte mesele burada! Bütün o 20.yüzyıl kalıntısı ideolojik kuruntularına rağmen onların en iyi bildikleri şey artık üzümün nasıl yeneceğidir!. Çünkü, el yordamıyla da olsa üzümü yemek için illa ki bağcının üzerine silahla gitmenin gerekli olmadığını gördü-görüyor onlar!.Tamam, bu “görüş” henüz daha bilişsel anlamda bilinçli bir görüş değil belki, ama neyin doğru, neyin yanlış olduğunu kendi tecrübelerinden biliyorlar!. Egemen Devlet sınıfının karşısında onları başarıya götüren yolun “sabır” olduğunu, öfkeyle kalkanın daima zararla oturacağını, doğru olanın, problemi soğuk kanlılıkla “tereyağından kıl çeker gibi” çözmek olduğunu kendi pratiklari içinde öğrendiler!!..
Evet, Erdoğan ve Davutoğlu AK partisi belki henüz daha 21.yüzyıl paradigmasını tam olarak kavramış değiller, onların yolculuğu henüz daha 21.yüzyıl yollarında bilinçli olarak yapılan bir yolculuk değil, şu an, daha çok pratik içinde el yordamıyla yol alarak ilerliyorlar; ama soruyorum ben şimdi bütün o devletçi cephe unsurlarına, var mı başka alternatifiniz? Siz ne yapmak istiyorsunuz? Bütün o “liberalleriyle” “solcularıyla” ve de “paralelleriyle” birlikte siz devletçi cephe unsurları siz nereye götürmeye çalışıyorsunuz Türkiye’yi? Hadi AK Parti’yi düşürdünüz, ya sonrası? Hiç umutlanmayın, halkımız o yollardan geçti birkaç kere, devlet zoruyla hem de! Ve de aynı korku filmini bir kere daha görmeye hiç niyeti yok!..AK Parti kendi diyalektik inkârını yaratarak kendisinden daha ileri olanı yaratana kadar bu iş böyle gider!
Şimdi de AK Parti’nin daha ilerisi nedir diye mi soruyorsunuz? O zaman başa dönerek bu çalışmayı bir kere daha okumanızı öneririm!..
[1] http://www.duzceyerelhaber.com/Munir-AKTOLGA/15300-Uluslasirken-kuresellesmek
[2] Bu konuda daha geniş bilgi için www.aktolga.de 1. Çalışma
[3] Bu konuya ilişkin olarak da www.aktolga.de 5. Çalışma’ya bakılabilir..
[4] http://haber.stargazete.com/yazar/turkiye-nereye-gidiyor/yazi-985363
Yorum Yap