- 11.07.2014 00:00
ERDOĞAN’IN CUMHURBAŞKANLIĞI NE ANLAMA GELIYOR?..
NEREYE GELDİK, NEREYE GİDİYORUZ, NE YAPMALIYIZ?..
İÇİNDEKİLER
“TÜRKİYE CUMHURİYETİ”, YA DA “BİRİNCİ CUMHURİYET” NEDİR?. 3
PEKİ ŞU AN NEREYE GELDİK, ERDOĞAN’IN CUMHURBAŞKANLIĞI “İKİNCİ CUMHURİYET’İN İLANI” OLAYI MIDIR?..7
AYNI SİVİL TOPLUM OLUŞUMU DİYALEKTİĞİNİ BATI’DA KAPİTALİZMİN ORTAYA ÇIKIŞINDA DA GÖRÜRÜZ..11
OSMANLI-İSLAM ETKİLEŞMESİNİN CERMEN-ROMA-KİLİSE ETKİLEŞMESİNDEN FARKI..14
SİVİL TOPLUMUN OLUŞUMU VE GELİŞME DİYALEKTİĞİ NEREDE VE NASIL BATI’DAN AYRILIYOR..18
“MESİYANİK” LİDER KÜLTÜ VE SİVİL TOPLUMUN GELİŞİMİ..23
OYUMU NEDEN ERDOĞAN’A VERECEĞİM?..23
GİRİŞ
AK Parti’nin cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edildiği toplantıda yaptığı konuşmada şöyle diyordu Erdoğan:
“Mülkün sahibi Allah’tır[1]. Zaferin sahibi sadece ve sadece Allah’tır.
Bu davayı bu hareketi, bu mücadeleyi, işte bugünlere eriştiren Rabbim’e sonsuz hamdüsenalar olsun. Bu davanın bayraktarlığını, sancaktarlığını, hizmetkârlığını yapmış ve ahirete intikal etmiş her bir kardeşime Rabbim rahmet etsin, onlardan razı olsun...
Selçuklu Sultanı Alparslan gibi kefenimizi giyerek mücadeleye soyunduk. Kudüs fatihi Selahaddin Eyyûbi gibi zaferin kılıç ve atlarda değil Allah katında olduğuna inandık. Sen ki, her şeye gücü yetensin. Bu mübarek günde dileğimiz odur ki, bu milleti bir kez daha zaferle müjdele ya Rab..“Biz Sultan Alpaslan'ın, Fatih Sultan Mehmet'in Yavuz Sultan Selim'in torunlarıyız. Mustafa Kemal'in, Adnan Menderes'in, Necmettin Erbakan'ın mirasçılarıyız.
200 yıl boyunca yerde süründürülmek istenen medeniyeti yeniden ayağa kaldırdık. Bu milletin çocuklarına özgüven aşıladık. Biz bir kapı açtık. Bizden sonra gelecek nesiller bu kadim medeniyeti daha da ileri götürecekler”[2]..
Konuşmayı dinlerken beni çok duygulandırdı Erdoğan!..Onu neden tutuyor bu halk biliyor musunuz? Sahte olan hiçbir şey yok onda da ondan! O, bütün bir geçmişin-tarihimizin bugünkü kristalize olmuş şekli sanki..Tarihin derinliklerinden süzülerek gelen, kendi deyimiyle “biz” o! Bu nedenle, halkımız onda kendini buluyor, yok edilen özgüvenini buluyor..Bunu anlayamayanlara yazık gerçekten!..Oryantalist kültür ihtilalinin süzgecinden geçerek kendi özünü kaybetmiş, yeni tipten devşirmeler haline gelmiş olanlara yazık!..
Tekrar Erdoğan’ın konuşmasına dönersek: Şeyh Edebali’nin “insanı yaşat ki, Devlet de yaşasın” düsturunu tekrarlıyor Erdoğan. Tabi o son derece iyi niyetle yapıyor bunu. Tıpkı kuruluş döneminde olduğu gibi “Devletle milletin kucaklaşması gerektiğine”, kendi cumhurbaşkanlığında bunun gerçek olacağına işaret etmek için yapıyor..Devletin milletten koparak onun üstünde bir “vesayet” unsuru haline gelişinin sona ereceğini belirtmek için yapıyor..Ama soruyorum ben size şimdi: “Bu mudur yeni Türkiye”!..”Milletin Devletle kucaklaşarak ona sahip çıkması için” mi veriliyor bunca mücadele?
Bu soruya siz nasıl cevap vereceksiniz bilmiyorum ama, benim için “yeni Türkiye” bu değildir!. Bu, belki (en iyimser yorumla) “kuruluş ruhuna” da sahip çıkarak, bir üst düzeyde onu yeniden inşa edebilmek için Devleti fethetmek-“kendi varlığında yok etmek”-anlamına gelebilirdi (inşallah da böyledir!)..Ancak, kim ne derse, nasıl düşünürse düşünsün, sadece “milletin-Devleti ele geçirerek onunla bütünleşmesiyle” yaratılacak bir toplum değildir yeni Türkiye toplumu!!.Böyle bir şey, en fazla (bazı “liberallerin” iddia ettikleri gibi!!) “Devletin el değiştirmesi”, “milletin duruma el koyarak Devlete sahip çıkıp ona gençlik aşısı yapması, onu diriltmesi”(!) anlamına gelebilirdi ki, bu belki yenilenmiş bir Osmanlı’dır-Türkiye’dir, ama “yeni Türkiye” değildir!..
Bütün bu söylenilenleri şöyle ifade etmeye çalışalım; eğer eski Türkiye toprağa düşen o tohum ise, Erdoğan’la birlikte bu tohum diyalektik anlamda kendi inkârı olan bitkiye dönüşmektedir o kadar!. Çünkü, dikkat ederseniz, o bitki de halâ eski tohumun içindeki DNA’lara göre ortaya çıkan bir üründür. Ne var ki, o, aynı zamanda, yeni oluşacak meyvaya-tohuma- ilişkin DNA ları yaratacak olan bir geçiş dönemi unsurudur da. İşte, “yeni Türkiye”, bir geçiş dönemi oluşumu olan bitkinin kendini inkâr etmesiyle ortaya çıkacak olan meyvadır-yeni tohumdur!..Nitekim, Erdoğan diyor ki, “sloganımız yeni Türkiye-yeni Anayasa” olacaktır”; inşallah diyelim.. Varolan statükonun inkarını başaran bir Erdoğan kendi yaratacağı geçiş dönemi oluşumunun inkârını da gerçekleştirerek gerçekten yeni Türkiye’nin mimarı olabilecek mi bunu önümüzdeki süreç gösterecek. Ama, aslında şu ana kadar başarılanlar bile, bize yeni sürecin meyvalarının da gene bu zeminden yola çıkılarak toplanabileceğini gösteriyor..göreceğiz!.
“Yeni Türkiye’nin”, ya da “İkinci Cumhuriyet’in” “milletin” varolan “Devletle kucaklaşarak” onu, yani “Merkezi” ele geçirmesiyle öyle birden ortaya çıkıvermeyeceği söyledik!. Bu, yani, “Milletin Devleti ele geçirmesi”-onu zaptetmesi olayı, bizim gibi, tarihsel devrim geleneğiyle sosyal devrim geleneğinin içiçe geçtiği ülkelerde yeni bir toplumun doğuşunun (yani sosyal devrimin) olmazsa olmaz bir ön koşulu-aşaması olarak ortaya çıkmaktadır. O kadar ilginç bir durumdur ki bu, bunun (yani, yeni bir toplumun inşası sürecinde, varolan eski topluma ait devletin sivil toplum güçleri tarafından aşağıdan yukarıya doğru bir hamleyle ele geçirilmesi olayının) hiçbir şekilde, yukardan aşağıya doğru toplum mühendisliği faaliyetiyle devleti ele geçirip, pozitivist anlamda yeni bir toplum inşa etme çabasıyla karıştırılmaması gerekiyor!.Bizimki gibi, barbarlığın orta aşamasından fetih yoluyla devletleşerek yerleşik toplum haline gelen toplumlarda, Batı’ toplumlarının tarihsel gelişme süreci içinde ortaya çıkan, içinde sivil toplumun oluştuğu (Kent-Site gibi) “ikinci yapıların”[3]bulunmaması (“Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi-temsilcisi” konumunda olan Sultan’ın temsil ettiği tekçi-merkeziyetçi yapının buna imkan vermemesi) sosyal devrim sürecinde, önce, mevcut sistemin içindeki olanakları kullanarak devleti ele geçirme aşamasını zorunlu bir ön koşul-basamak haline getirmektedir. “Kent-Site” gibi, varolan yapının içinde gelişme olanağı bulan otonom bir “ikinci yapı” ortaya çıkamayınca, mevcut sistemin içinde eskiye ait diğer sistem karşıtı unsurlarla birlikte gelişen yeni toplumun güçleri, önce, birlikte hareket ettikleri eski yapıya ait bu muhalif unsurlarla birlikte varolan yapıyı ele geçirmek için eskinin olanaklarını sonuna kadar kullanmak zorunda kalmaktadır.. Devrimin ikinci aşaması, yani yeniye ait güçlerin eskinin güçlerinden ayrışarak yeniyi inşaya başlamaları süreci ancak bunu takip eden yeni bir süreç içinde ortaya çıkacaktır..
Bu çalışmanın konusu ve amacı, Osmanlı’dan bu yana Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi sürecinde[4](burjuva-halk devrimi sürecinde) “milletin Devletle kucaklaşarak onu ele geçirmesi” anlamına geldiği söylenen Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı olayını mercek altına alarak, buradan günümüze ilişkin sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır. Örneğin, şurada bir aydan az bir zaman içinde bir cumhurbaşkanlığı seçimi var önümüzde, ve oyumuzu kimden yana-neden vereceğimizi bilmek zorundayız, öyle değil mi?.
“TÜRKİYE CUMHURİYETİ”, YA DA “BİRİNCİ CUMHURİYET” NEDİR?
Yıl 2007, gündemde Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Hani o, “Cumhuriyet Mitinglerinin” falan olduğu zamanı, “M.Kemal’in askerlerinin” ortalığı biribirine kattıkları zamanı kastediyorum!..O dönemde şöyle yazmışız:
“Daha önceki çalışmalarda “Birinci Cumhuriyet’in”, yani 1920’lerde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, bir sistem olarak, Osmanlı’nın “modernleştirilmiş” devamı olduğunu söylemiştik. Osmanlı gibi, bu sistem de “Merkezde” bulunan “Yönetenlerle”, “Çevre” olarak adlandırılan “Yönetilenlerden” oluşan merkeziyetçi bir sistemdir. Merkezi elinde tutan “Yönetenler”, Osmanlı’da olduğu gibi burada da gene “asker-sivil Devlet sınıflarıdır”. “Yönetilenler” ise, Osmanlı’nın “Reaya”, ya da “Halk” diye adlandırdığı geniş halk kitleleridir”[5].
“Her iki toplumda da, sistemin elementlerini oluşturan insanlar, kendi varlıklarını özgür bireyler olarak üreten “vatandaşlar”[6] olmadıkları için, burada “Devlet” de “vatandaşların” iradelerini temsil eden, aşağıdan yukarıya doğru bir örgütlenme değildir. “Devlet” ve “Devleti kuran irade”dir hep önce gelen. Yani, “Devleti” yaratan vatandaş değildir; önce “Devlet” vardır ve bu “Devlet”, kendisine bir “halk”, bir “ulus” yaratmaya çalışmıştır[7]!. Bu nedenle, ancak “Devlet” varsa, varolduğu için, varolabilme şansına-hakkına sahip insanlardan oluşur bu tür sistemler”.
Daha sonra devamla şöyle demişiz:
“İkinci cumhuriyet” ne deĞildir”?
“Peki, “İkinci Cumhuriyet”-Demokratik Cumhuriyet- nedir? Sistemin-“Birinci Cumhuriyet’in” içindeki “Yönetilenler’in”-yani “Çevreyi” oluşturanların- aşağıdan yukarıya doğru bir hamle-“devrim”- yaparak “Merkeze” yönelmeleri, onu ele geçirmeleri olayı mıdır? Yani, “İkinci Cumhuriyet”, sistemin (1920’lerde kurulan Cumhuriyet’in) içinde, onun “zıttı” olarak varolan unsurların (“Çevre’nin”), iktidara gelerek “Devleti” ele geçirmesi, onun yerine İslamcı-geleneksel yeni bir devlet kurması olayı mıdır?”
“İkinci Cumhuriyet düşmanı “Ulusalcılara” sorarsanız öyle! “Cumhuriyeti”, “devrimleri” onlar temsil ettikleri için, kendilerinin dışında kalan “Çevre’nin” “Devleti ele geçirmesi” (“Devletin en son kalesi olan Cumhurbaşkanlığını” alması) olayı da, onlar için, bir “karşı devrim” olayı olarak “İkinci Cumhuriyet”in ilanı anlamına geliyordu! Kafaları eski topluma göre programlanmış olduğu için, “Merkez” olarak bir kendileri vardı ortada, bir de “Çevre” denilen o “gerici”- “İslamcı köylüler”!!. Bu durumda, “Demokratik Cumhuriyet”, ya da “İkinci Cumhuriyet” de, “Çevre” denilen “gerici”- İslamcı köylülerin “karşı devrimini” ifade eden bir kavramdan daha öteye gidemiyordu! Birinci Cumhuriyet’in-eski Türkiye’nin insanlarının ufku bu kadardı!.”
“İşin ilginç yanı, böyle bir mantığın, toplumu tersine çevirerek yapılacak bu türden bir “devrim-karşı devrim” anlayışının klasik sol ideolojiye-dünya görüşüne de uygun düşüyor olmasıydı! Zaten Türkiye’de “Solcularla”-“liberallerle” “Ulusalcıları” birleştiren ideolojik-felsefi temel de buradan kaynaklanıyordu ya! “Diyalektik Materyalizme” göre, “her şey kendi içinde kendi zıttıyla birlikte varolduğu için, gelişme, ilerleme denilen şey de sistemin kendi içinde yarattığı zıttına dönüşmesiyle gerçekleşiyordu!.. İşte, “kapitalizmden sosyalizme geçilirken”, “sistemin kendi içindeki diyalektik zıttı” olarak işçi sınıfının oynadığı rolü, burada da şimdi, “Çevre”-ve “Yönetilenler” olarak “İslamcı halk kitleleri” oynuyorlardı..”[8]
Gene şöyle yazmışız o zaman:
“İKİNCİ CUMHURİYET NEDİR, DEVRİM NEDİR”?
Toplumu, Yönetenler (A) ve Yönetilenlerden (B) oluşan bir A-B sistemi olarak düşündüğümüz zaman, sistemin bir durumdan bir başka duruma geçişi olayı (yani “devrim” olayı) öyle, varolan sistemin içindeki karşıt kutbun (B) sistemi temsil eden egemen unsuru (A) alaşağı ederek onun yerine geçip “kendi sistemini kurması” olayı değildir! Çünkü, A ve B, bunların her ikisi de kendi aralarında kurdukları üretim ilişkisiyle biribirlerinin varlık şartı olan, biri olmadan diğerinin de olamayacağı, belirli bir toplum biçimine özgü izafi gerçekliklerdir. Devrim ise, mevcut sistemin içinde gelişmeye başlayan ve yeni bir üretim biçimini-üretim ilişkilerini temsil eden yeni bir sistemin-toplum biçiminin (bunu da C-D olarak gösterelim) bu gelişmenin belirli bir noktasında, tıpkı bir çocuğun doğması, ya da, kabuklarını kırarak dışarı çıkmış bulunan bir civcivin kendi ayaklarının üzerinde yürür hale gelmesi olayıdır. Bu nedenle, ilk durumunu bir A-B sistemi olarak gösterdiğimiz Türkiye toplumunu “Birinci Cumhuriyet” olarak düşünürsek, “İkinci Cumhuriyet”, “Birinci Cumhuriyet’in” içindeki bir unsur olan “Çevrenin” (B) egemen Devlet sınıfını (A) alaşağı ederek onun yerine kendi düzenini kurması olayı değildir! “İkinci Cumhuriyet”, ya da Demokratik Cumhuriyet, bir AB sistemi olan Birinci’nin içinde gelişen C-D sisteminin (yani yeninin) Birinci’nin içinden doğuşu olayıdır”.
“BİRİNCİ CUMHURİYET NEDEN OSMANLI’NIN BİR DEVAMIDIR?”.
“Bir örnekle konuyu biraz daha açalım ve önce Cumhuriyet’in (yani 1920 lerde kurulan “Birinci Cumhuriyet’in”) neden Osmanlı sisteminin bir devamı olduğunun üzerinde duralım:
Toprağa bir buğday tanesi düştüğü zaman bu sürecin sonunda ortaya neyin çıkacağı genel olarak bellidir! Bir buğdaydan gene buğday çıkar! Niye? Çünkü, buğdayın kendini inkarı süreci (onun toprağa düştüğü andan itibaren başlayan süreç), çevreden gelen etkilerin (madde-enerji-informasyon şeklinde) buğdayın içindeki bilgiyle (onun DNA larında kayıtlı olan bilgiyle) işlenmesine-değerlendirilmesine bağlı olarak gerçekleşmektedir. Bir buğday tanesinin filizlenerek bitki haline gelmesinin özü-diyalektiği budur”.
“Bir buğday tanesinin toprağa düştüğü zaman başına gelenler, bütün sistemler için geçerli olan evrensel inkâr-varoluş mekanizmasının özgül bir biçimidir. Her sistem (bu ister biyolojik bir sistem olsun, ister bir toplum) bu şekilde, çevreden gelen madde-enerjiyi-informasyonları kendi içinde sahip olduğu bilgiyle değerlendirerek-işleyerek-değerlendirirken-işlerken varolur”.
“Burada altını çizmek istediğimiz nokta, bir sistemin bilgi temelinin onun niteliğini-kimliğini-belirleyen esas faktör olduğudur. Çevreden gelen etkilere karşı oluşturulacak cevapların tamamen bu bilgiye bağlı olduğudur. Öyle ki, bu bilgi (bilgi temeli) değişmediği sürece o sistem de niteliksel olarak değişmez”.[9]
“Nasıl ki bir buğday tanesinin bilgi temeli onun içindeki DNA larda kayıt altında tutulan bilgilerden oluşuyorsa, bir toplum söz konusu olduğu zaman da bu bilgiler toplumsal üretim süreci esnasında insanlar arasında kurulan ilişkilerle kayıt altında tutulurlar. Yani, toplumsal planda DNA lar üretim ilişkileridir. Neyin, nasıl üretildiğine ilişkin bilgiler, görev bölüşümleri vs. üretim süreci içinde insanlar arasında kurulan ilişkilerle kayıt altında tutulurlar. Bu nedenle, üretim ilişkileri değişmediği sürece bir toplumun yapısı da değişmez”.
“Biyolojik sistemlerde sistemin bilgi temelinin-yani onun DNA larında kayıtlı olan bilgilerin nasıl değiştiğini biliyoruz. Peki bir toplum söz konusu olunca nasıl değişiyor bu bilgiler? Cevap yukardaki açıklamaların içinden çıkıyor: Üretim ilişkilerinin değişmesiyle. O halde, insanlar arasındaki üretim ilişkileri değişmediği sürece toplumları değiştirmek de mümkün değildir. Toplumsal değişim demek, toplumsal üretim ilişkilerinin değişimi demektir. Çünkü her toplumsal yapı (ve buna uygun bir üst yapı), belirli bir bilgiyi kayıt altında tutan belirli bir üretim ilişkileri sisteminin maddeleşmiş halidir”.
“Şimdi soruyoruz! Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde kurulan Cumhuriyet-Cumhuriyetimiz- Osmanlı’nın içinde gelişen yeni bir üretim biçiminin sonucu muydu? “Cumhuriyet” adı altında oluşan yeni toplum, yeni bir üretim ilişkileri sistemini mi temsil ediyordu? Tabii ki hayır! Osmanlı kendini nasıl üretiyorsa “yeni” toplum da gene öyle üretiyordu. Osmanlı toplumundaki üretim ilişkileri nasılsa yeni toplumdakiler de öyleydi. İşte, “Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın bir devamı olarak kurulmuştur” derken kastedilen budur. Bu, Atatürk Cumhuriyetini karalama çabası, ya da bir eleştiri falan değildir! Objektif bir gerçeğin tesbitidir. “Niye Cumhuriyet kuruldu, keşke kurulmasaydı” falan da denilmiyor bununla!! Tam tersine, M. Kemal ve arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyet bir tür tarihsel devrim olayıdır. Osmanlı tarihinin derinliklerinden gelen tarihsel devrim geleneğimize göre gerçekleşmiştir. Üstelik, iyi ki de gerçekleşmiştir! Eğer biz şimdi daha demokratik, daha ileri bir toplum biçimi olarak İkinci bir Cumhuriyet’ten bahsedebiliyorsak, bu ancak “Birinci Cumhuriyet’in” sonucudur. O olmasaydı neyi tartışıyor olacaktık şimdi! Toprağa düşen buğday tanesidir o”!.
“Burada altı çizilmesi gereken nokta şudur: Her yeni toplum biçimi, yeni üretim tekniklerinin, yeni üretim biçimlerinin ortaya çıkmasına paralel olarak, varolan eski toplumun içinde gelişmeye başlar. Yeni bir toplum biçiminin ortaya çıkışı tıpkı ana rahmine düşerek orada gelişen bir çocuğun gelişmesi gibidir. Nasıl ki hamile kalmadan doğurmak mümkün değilse, toplumsal planda, kendi içinde yeni bir toplum biçimini geliştirmeden kendini üretmek de mümkün değildir!
Osmanlı devlet anlayışının hüküm sürdüğü Osmanlı toplumu ise, bütün diğer antika toplumlar gibi kısır bir toplumdu. Kendi kendini üretme yeteneğinden yoksundu. Şüphesiz orada da Toplumsal planda doğurucu-yaratıcı rolünü üstlenecek bir anne vardı, ama, sistemin egemen unsuru olan merkezi otorite hiçbir şekilde kendisine rakip olabilecek başka bir alternatifin-sivil toplumun- ortaya çıkmasına olanak tanımıyordu. 5. Çalışma’da bu konuyu bütün boyutlarıyla incelediğimiz için[10] burada işin ayrıntılarına girmiyoruz. Sonuç ortadadır: Osmanlı toplumu, feodal Ortaçağ Avrupasında olduğu gibi, kendi içinde otonom bir sivil toplumun gelişmesine olanak tanımamıştır. Bu yüzden de, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bir sosyal devrimle kendini üreterek, yeni, kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu bir toplum haline gelememiştir”.
“M.Kemal ve arkadaşlarının “Devleti kurtarma” operasyonu işte tam bu noktada ortaya çıkar. Onlar, tam, Devlet-toplum can çekişirken, dağılmak üzereyken antika tarihimizin derinliklerinden gelen bir tarihsel devrim mekanizmasını işleterek “Devleti kurtarmaya” çalışırlar; yukardan aşağıya doğru “yeni bir Devlet” kurarak yeni bir toplum inşa etme çabasına girişirler”.
“Eskiden bu işi uç beyleri falan yaparmış! İbni Haldun uzun uzun anlatır bu işin diyalektiğini! Kenarda köşede kalan bir uç beyliği çıkarmış ortaya, elinde kılıcıyla sil baştan toplumu yeniden düzene sokar, Devleti o ilk kuruluş dönemlerindeki diri haline döndürmeye çalışırmış! M.Kemal ve arkadaşları öyle uç beyleri falan değiller tabi!!. Elinde kılıçla ortaya atılan barbarlar değiller onlar!!. Onlar, sadece, o geleneğe sahip çıkarak belirli bir tarihsel devrim mekanizmasını işletiyorlar, Batıya bakarak sahip oldukları bilgilere göre toplumu yeniden inşa işine girişiyorlardı!. Ancak, sistemi yeniden organize etme işine girişirken sahip oldukları bilgiler sistemin kendi içinde, iç dinamikleriyle ürettiği bilgiler olmadığı için, onların bu çabaları yoğurt yapmak için göle maya çalmaya benziyordu! Batı’dan aldıkları bilgileri kullanarak Osmanlı artığı toplumdan “çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmış yeni bir toplum” yaratmak çabasıydı onlarınki. Nedir bu şimdi? Bu bir sosyal devrim falan değildir. Bu, değişik türde bir tarihsel devrim olayıdır. Yukardan aşağıya bir mühendislik faaliyetiyle toplumu “çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırma” çabasıdır. Ve ancak ulaşılmak istenilen bu hedeften dolayıdır ki göreceli anlamda “ilerici” bir çabadır. Çünkü, bu arada-bu dönemde- başkaları da başka türden tarihsel devrimler yapmaya kalkmışlardı! “Kapitalist olmayan yoldan” sosyalizme ulaşma çabalarını, Baas deneylerini ve daha birçok “devrimci darbeleri” falan kastediyorum! Ne oldu bunlar sonra peki? Ve neden hiçbirisi ortaya koydukları hedefe ulaşamadılar da M.Kemal ve arkadaşlarının çabaları başarıya ulaştı? Çok basit! M. Kemal ve arkadaşlarının ulaşmak istedikleri “kapitalist medeniyet seviyesi” tarihsel gelişme süreci açısından-üretici güçlerin gelişmesi açısından- gerçekçi bir hedefi, ulaşılması mümkün olan bir hedefti de ondan. Yani öyle, ne olduğu bellli olmayan bir toplum modelinin falan peşinde koşmuyordu onlar. İçinde yaşadıkları toplumu (pozitivist bir anlayışla) önlerindeki örneklere göre yeniden şekillendirmeye çalışıyorlardı. İşte “İkinci Cumhuriyet” o çabaların, kapitalist bir toplum yaratmak amacıyla tarlaya ekilen o tohumun (“Birinci Cumhuriyet’in”) ürünüdür. M. Kemal ve arkadaşlarının ilan ettikleri “Birinci Cumhuriyet” kendi içinde “İkinci Cumhuriyet’e” hamile kalan bir geçiş toplumudur. Onun tek amacı, varoluş gerekçesi “çağdaş medeniyet seviyesine”, yani kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu demokratik bir cumhuriyete ulaşabilmekti. “İkinci Cumhuriyet” ise, işte tam olarak Birincisinin ulaşmak istediği o hedeftir-“çağdaş medeniyet seviyesidir”.
PEKİ ŞU AN NEREYE GELDİK, ERDOĞAN’IN CUMHURBAŞKANLIĞI “İKİNCİ CUMHURİYET’İN İLANI” OLAYI MIDIR?..
AK Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edildiği toplantıda bakın başka neler söylüyor Erdoğan:
“Şu anda eski Türkiye'nin parametreleriyle hareket eden, milletin karşısında devleti temsil eden muhalefet partileri en başta kendilerini inkar etmektedirler. Bunlar siyasetin içindeymiş gibi görünüp siyasetin dışında durduklarını söylüyorlar. Bu partiler “siyaset dışı bir Cumhurbaşkanı” derken eski Türkiye'nin ruhunu geri çağırabileceklerini sanıyorlar. Bunlar, 'Cumhurbaşkanı tarafsız olsun’ derken Cumhurbaşkanı devletin tarafında milletin karşısında olsun demek istiyorlar. Ama bu dönem artık kapanmıştır, millet meseleye el koymuştur. Meclisi seçen, hükümeti belirleyen millet 10 Ağustos'tan itibaren inşallah Cumhurbaşkanını da doğrudan seçecek kendi hür iradesiyle belirleyecektir. İnsanını yaşatmayan devlet payidar olamaz. İnsanıyla arasına mesafeler koyan bir devlet adil bir devlet olamaz[11]. Türkiye'de 27 Mayıs 1960 müdahalesinin bir izi daha inşallah siliniyor. Cumhurbaşkanlığının milleti temsil eden bir makam haline dönüşmesiyle Türkiye vesayet zincirinin en önemli halkasından kurtuluyor. Eğer milletim takdir eder ve Türkiye Cumhuriyeti'nin 12. Cumhurbaşkanlığına bu kardeşinizi getirirse şunu herkesin bilmesini istiyorum; devlet ile milleti kucaklaştıran milletinin çıkarlarını gözeten, milletin ve demokrasinin tarafını tutan bir cumhurbaşkanı seçilmiş olacaktır”[12].
Evet, ne diyorsunuz, “İkinci Cumhuriyet” bu mudur, “Devletle milletin kucaklaştığı”, milletin-yani Yönetilenlerin-Devleti ele geçirerek, onunla bütünleşerek yarattıkları bir toplum biçimi midir”?.
Bu sorunun cevabını şu ana kadarki açıklamalarla vermiş bulunuyoruz. Evet, 2007 de Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi olayı da, Erdoğan’ın bu kez halkın oylarıyla direkt olarak cumhurbaşkanı seçilmesi olayı da “İkinci Cumhuriyet”in yaratılması sürecinde birer köşe taşlarıdır; ama o kadar. Çünkü, “İkinci Cumhuriyet” varolan “Devletin ele geçirilmesi”-bu anlamda-2milletin Devletle kucaklaşması” olayı değildir!. Bütün bunlar devrim sürecinin vazgeçilemez aşamalarıdır..
NEDEN BİZDE SOSYAL DEVRİM VE TARİHSEL DEVRİM SÜREÇLERİ İÇİÇE GEÇİYOR, NEDEN, YENİ BİR DEVLET YAPISINI İNŞA EDEBİLMEK İÇİN ÖNCE ESKİSİNİ ELE GEÇİRMEK GEREKİYOR?
Bütün mesele tarihsel gelişme sürecinin içinde gizlidir. Batı toplumlarının tarihsel gelişme çizgisiyle Osmanlı-Türkiye toplumunun tarihsel gelişme çizgisi arasındaki fark bunların gelişme diyalektiğine de yansıyor..Aslında, her iki durumda da, görünüş açısından aynı noktadan başlıyor süreç. Cermenler Batı Roma’yı fethederek devletleşirlerken, Osmanlı da Doğu Roma’yı (Bizans’ı) fethederek işe başlıyor. Ama o kadar; daha sonra herşey değişiyor..tarihsel olarak farklı gelişme çizgileri, sivil toplumun oluşumunda farklı iki yol çıkıyor ortaya. Bu konuyu daha önceki çalışmalarda bütün ayrıntılarıyla ele aldığımız için burada sadece (konuyla ilişkisi açısından) varılan bazı sonuçları özetlemekle yetineceğim[13].
Batı toplumlarının tarihsel gelişme dinamikleri-buralarda sivil toplumun oluşumu- Cermenlerle Roma’nın ve Hristiyanlığın etkileşmesi sonucunda ortaya çıkıyor demiştik. Bakın Engels nasıl açıklıyor bu etkileşmeyi ve sonuçlarını:
“Roma illerinin efendisi haline gelen Cermen halkları, fethettikleri yerleri bir düzene koymak zorundaydılar. Ama, Romalı kitleler ne gentilice gruplar içine kabul edilebilirlerdi, ne de bu gruplar aracılığıyla egemenlik altına alınabilirlerdi. Her şeyden önce, çoğu yerlerde varlıklarını sürdüren yerel Roma yönetim organlarının başına Roma devleti yerine geçecek bir şey koymak gerekiyordu, ve bu da ancak bir başka devlet olabilirdi; öyleyse, gentilice kuruluş organlarının devlet organları haline dönüşmeleri ve bu işin de koşulların baskısı altında çok çabuk olması gerekiyordu. Fatih halkın en önemli temsilcisi askeri şefti. Fethedilen toprakların dış güvenliği olduğu kadar iç güvenliği de onun iktidarının pekişmiş olmasını gerektiriyordu. Askeri komutanlığın krallığa dönüşmesi zamanı gelmişti: bu dönüşüm gerçekleşti”[14]..
“Bir kurum, krallığın doğuşunu kolaylaştırdı: askeri bilelikler (Osmanlı’daki “Dirlikler” gibi MA). Daha önce, gentilice örgütlenmenin yanında, kendi hesaplarına savaş yapan özel birliklerin nasıl ortaya çıktıklarını görmüştük. Bu özel birlikler (Osmanlıdaki ülkücü gaziler, ilbler, akıncılar/ M.A) Cermenlerde sürekli örgütler durumuna gelmişlerdi. Belirli bir ün kazanan askeri şef, çevresine gözü ganimette olan bir genç kalabalığı topluyordu; bu gençler ona kişisel bağlılıkla bağlanıyorlardı; şefin de onlara bağlandığı gibi. Şef onların gereksinmelerini sağlıyor, onlara armağanlar veriyor ve onları hiyerarşik olarak örgütlendiriyordu”. “İşte bu askeri birlikler krallık düzeninin doğuşunda çok önemli bir rol oynamışlardır. Çünkü, bu örgütlerin varlıklarını sürdürebilmeleri ancak sürekli savaşlarla, çapul seferleriyle mümkündü. Ve bu bir amaç haline geldi. Bir bölgede yapacak iş kalmayınca başka bir bölgeye gidiyorlar, aynı çapulu orada sürdürüyorlardı”. “Roma İmparatorluğunun fethinden sonra kralların bu bilelik adamları, köle ve Romalı saray hizmetkarlarıyla birlikte gelecekteki soylular sınıfının başlıca ögelerinden birini oluşturdular”. (Engels, a.g.)
Buraya kadar herşey Osmanlıyla aynı aşağı yukarı. Ama bundan sonra işler değişiyor. Değişiyor, çünkü, tam bu noktada devreye Kilisenin girmesine ve bundan sonra etkileşimin bu üçlü-Kral, soylular ve Kilise- arasında oluşuna şahit oluyoruz!
Kilisenin Cermenlerle tanışması, Roma tarafından resmi devlet dini olarak kabulünden çok öncelere gider. Bu dönemde Hıristiyanlık, bir yandan Roma’nın içini oyar, onu içerden fethetmeye çalışırken, diğer yandan da çevreyi kuşatan barbarlar arasında yayılıyordu. Barbarlarla Hıristiyanlığın ortak bir yanları vardı: Bunların her ikisi de fetihçiydi! Ancak barbarlar sadece Roma’yı fethetmekle meşgulken, Hıristiyanlık, hem Roma’yı, hem de barbarları fethetmekle uğraşıyordu! Cermenler-Hıristiyanlık ilişkilerini şöyle ifade edebiliriz: Cermenler Roma Devleti’yle boğuşurlarken Hıristiyanlık da Roma’yla boğuşuyordu. Bu nedenle aralarında bir yakınlaşma ortamı oluşmuştu. Bu ortamdan faydalanan Hıristiyanlık, misyonerler aracılığıyla barbarların arasına girdi. Ama olay bu şekilde tek yanlı, sadece Kilise’nin “saf temiz barbarları iğfali” olayı değildir! Hıristiyanlarla, Kiliseyle ilişkiler barbarlar için de çok önemliydi. Esas düşmanın içinde, gittikçe güçlenen bir müttefikle ilişki içinde olmanın avantajları açıktı. Hele hele, Roma’nın Hıristiyanlığı devlet dini olarak kabulünden sonra, Hıristiyanlığı bir din olarak kabul etmek, kilisenin ideolojik etki alanı içine girmek Cermenler (özellikle de Cermen şefler) için daha da avantajlı hale gelmişti. Hıristiyanlığı kabul etmekle, Roma Devleti içinde büyük bir güç odağı haline gelmiş bulunan Kiliseyi arkalarına alarak Roma Devleti’nin karşısındaki pozisyonlarını daha da kuvvetlendirmiş oluyorlardı. Ama bu durumdan Roma Devleti de memnundu! Onun amacı da zaten, onlara toprak vs. vererek onları yerleşik toplum haline getirmek, kendisi için bir tehlike olmaktan çıkarmaktı. Bu politika, kilisenin politikasına da uygundu. Böylece, Roma Devleti-Kilise-Cermenler etkileşmesinde, etkileşmeye katılan bütün tarafları buluşturan ortak nokta bulunmuş oluyordu.
İşte, bütün bir Ortaçağ’ın üzerinde yükseldiği-daha sonra adına FEODALİZM denilen zeminin oluşum süreci budur. Ama bu zemin ilerde, Ortaçağ’ın içinden çıkıp gelecek olan kapitalizmin üzerinde yükseleceği-onu yaratacak olan sivil toplumun üzerinde
yükseleceği- zemin de olacaktır. Dikkat ederseniz burada güç-iktidar bölünmüştür. Önce, Kral’la Kilise arasındadır bu bölünme; sonra da, bu ikisi arasındaki çelişkiden yararlanarak araya giren ve otonom bir üçüncü güç olarak kendini kabul ettiren soylular girer devreye.
“Sivil toplum”kavramı Batı’da kapitalizmin gelişim süreci içinde ortaya çıkar. Halbuki aynı diyalektik daha önce feodal toplumun gelişme sürecinde de devrededir. Ama bu zaten verili bir koşul olarak görüldüğünden o zaman kimse bunun üzerinde durmaz. Düşünün, bugün adlarına “soylular” deyip geçiverdiğimiz o feodaller de aslında o zamanın devrimci unsurları oluyorlardı. Bir yanda köleci bir Roma, öte yanda ise Cermen barbarları..Feodaller, bu etkileşim diyalektiğinin ortaya çıkardığı dönemin sivil toplumunu yöneten devrimci unsurlardı o zaman..
Peki nasıl olmuştu da bunlar, Kralın temsil ettiği, Kilisenin de önemli bir güç olarak devrede olduğu o yapı içinde otonom bir güç olarak kendilerini kabul ettirebilmişlerdi?
Cermenler-Roma etkileşmesinin sonucunda ortaya çıkan “Büyük Karl’ın” başında olduğu o devleti “Büyük Roma Cermen İmparatorluğunu” düşünelim. Tamam bunun da adı “İmparatorluktu”, ama burada dünyevi ve uhrevi otorite bölünmüş durumdaydı. Yani o “Büyük Karl”, hiçbir zaman “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi-temsilcisi” sıfatına sahip olamamıştır. Nasıl olsun ki, yanı başında Kilise durmaktadır ve Tanrısal otoritenin temsilcisi olma sıfatı ona aittir!.
İşte bütün mesele buradan, gücün-iktidarın bu bölünmüşlüğü olayından kaynaklanıyor. Soyluların bir sivil toplum gücü olarak ortaya çıkarak feodal bir yapıyı oluşturabilmelerinin sırrı buradadır..Kralla Kilise arasındaki çelişkilerden yararlanan soylular, Krala karşi Kiliseyle ittifak yaparak kendilerini otonom bir üçüncü güç olarak kabul ettirmeyi başarırlar. Sistemin içinde, mevcut yapıya eklemlenen otonom bir “üçüncü unsur” olarak devreye girerler..
Avrupa’da politika sahnesinde yer alan bütün güçlerin politikaları hep bir dengeye dayalıydı: Kral, feodallere karşı Kiliseyle işbirliği yaparken, Kiliseyi Avrupa’nın en büyük mülk sahibi feodal haline getirmişti. Feodaller de bazen krala karşı Kiliseyle, bazen de Kiliseye karşı kralla işbirliği yaparak ayakta kalabiliyorlardı. Ve bu, gücün dağılması olayı, herkesin çıkarınaydı. Çünkü herkes, kendi varlık şartını bu dengeler içinde buluyordu. Nitekim, daha sonra, sivil toplumun-burjuvazinin doğuşu da gene aynı ortamın ürünü olmuştur. Osmanlı’nın Anadolu coğrafyasıyla etkileşmesi merkezileşme sonucunu verirken, Cermenlerin Roma’yla etkileşmesi feodalizm sonucunu veriyordu.
Ne dersiniz, neden işler bizde farklı gelişmişti? Bu konuyu daha sonra daha ayrıntılı bir şekilde incelemeye devam edeceğiz, ama bence, hemen altı çizilmesi gereken esasa ilişkin iki nedeni var bunun:
Birincisi açık, coğrafya..Cermenlerin içinde yaşadıkları coğrafyayla Türklerin içinde yaşamak zorunda oldukları coğrafya arasındaki farklılık.
İkincisi de, antika medeniyetlerle olan ilişki-onlardan etkilenme biçiminin farklı oluşu..
Unutmayalım, Cermenler sadece Roma’yla ilişki-etkileşim içinde iken Türkler, hem Roma’yla
-Bizans’la- hem de, İslam aracılığıyla bütün bir Orta Doğu’yla, Mezepotamya’nın antika medeniyetleriyle, hatta daha da ötesi, antika Çin ve Hind medeniyetleriyle bile ilişki-etkileşim içinde bulunuyorlardı. Roma’yla ilişkilerin derinliğine bağlı olarak Avrupa’da bir İngiltere ile kara Avrupası arasındaki gelişme süreçlerinin bile ne kadar farklı olduğuna bakarsak bunun ne anlama geldiği daha iyi anlaşılır.Sorarım size, kapitalizm neden İngiltere’de daha önce gelişebilmiştir? Neden Kara Avrupası Orta Çağ’ın karanlıkları içinde debelenip dururken İngiltere’de atı alan Üsküdarı geçebilmiştir? “Merkeziyetçilik” deyip duruyoruz, nedir o “merkeziyetçiliğin” ardında yatan? Tanrı adına el konulan o “merkezin” bütün o antika Doğu’da ve bizde Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi-temsilcisi konumunda olan o Sultanlarla-Padişahlarla kişileşmesi bir tesadüf müdür?
DEVAMI YARIN...
AYNI SİVİL TOPLUM OLUŞUMU DİYALEKTİĞİNİ BATI’DA KAPİTALİZMİN ORTAYA ÇIKIŞINDA DA GÖRÜRÜZ..
[1] Bu ifade bize hiç yabancı değil, öyle değil mi!.Son derece doğru, ama, sınıflı toplum koşullarında kullanıldığı yere ve kullanana bağlı olarak da, son derece tehlikeli bir kavramdır bu (Erdoğan’ın bu kavramı ne anlamda kullandığını, bu kullanımın ucunun nerede başlayıp nerede sona erdiğini önümüzdeki süreç içinde göreceğiz!). Örnek mi istiyorsunuz; bütün bir Osmanlı ideolojisi-devlet anlayışı da bu temel üzerine kurulmamış mıdır!.Osmanlı’ya göre de ”Mülk Allah’ın” değil mi idi; ama tabi, yeryüzünde onun “gölgesi-temsilcisi” Devlet-Sultan olduğundan, “Allah’a ait olan mülke tasarruf yetkisinin Devlete-Sultana ait olduğunu” da kabul eder Osmanlı hukuku!..Bu konuda daha geniş açıklamalar için bak: http://www.aktolga.de/m50.pdf
[3] Bu kavram Şerif Mardin’e aittir..
[6]Antika toplum insanlarını “özgür vatandaşlar” haline getiren kapitalist üretim ilişkileridir.
[7]Aslında sadece bu ifade bile yetiyor herşeyi anlatmaya! 1920’lerde kurulan Devlet-Cumhuriyet- tarla ya atılan bir tohum gibidir; “çağdaş medeniyet (yani kapitalist medeniyet) seviyesine erişmek” için yola çıkan bir oluşumdur bu. Bir tohum nasıl gelişip kendini inkâr ederek yoluna devam ediyorsa, İkinci Cumhuriyet de, aynı şekilde, Birincisinin diyalektik anlamda inkârı olarak doğacaktır-doğmaktadır..
[8] O kadar ilginç bir durum ki bu!. Daha önce kendisini “solcu”-“Marksist” olarak nitelendiren bazı modern-Jöntürk aydınlarını, bu kez de AK Parti’ye-Erdoğan’a (hem “solculukla” hem de İslamla bağdaşan) yeni tipten bir ideoloji yaratma çabasına sokan da bu dünya görüşü-“devrim” anlayışı değil midir!..
[9]Tabi burada sistemin kendi içinde geçirdiği evrim sürecini dikkate almıyoruz. Elbette ki hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, herşey sürekli bir değişim (öğrenerek, bilgi temelini geliştirerek değişim) içindedir; ama bu değişim, belirli bir noktaya gelene kadar sistemin içinde gerçekleştiğinden, bu süreç boyunca sistemin esas niteliği aynı kalır.
[11]Bakın, ilk bakışta insanın dikkatinden kaçıveriyor!. “Devletin payidar” olmasından, “adil” olmasından bahsediyor Erdoğan..yani, ”insanı yaşat ki Devlet de yaşasın” anlayışından yola çıkıyor!..Nedir bütün bunların anlamı? Sakın bütün bunları küçümsediğim falan sanılmasın!..sadece şunu demek istiyorum: Devrim, yönetilenlerin mevcut Devleti ele geçirmeleri-onu fethetmeleri olayı değildir. Tamam, bizim gibi ülkelerde bu, sosyal devrimin bir ön koşulu olarak karşımıza çıkıyor, zaten bu yüzden de onu-Erdoğan’ı- destekliyoruz; ama, şunu da bilelim ki, devrim yolunda atılması gereken adımların hepsi bu kadar değildir..Yani, Devleti ele geçirince-Erdoğan Cumhurbaşkanı olunca- herşey olmuş bitmiş olmuyor! İşte, “evet ama yetmez”in-“eleştirel desteğin” anlamı budur..
[14]Engels, F. (1978). “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni.” Sol Yayınları, Ankara
Yorum Yap