- 26.08.2013 00:00
“HİZMET”, “LİBERALLER”, AK PARTİ İTTİFAKINDAN “DEĞERLİ YALNIZLIK” POLİTİKASINA MI?..
Evet, yeni eskinin içinden çıkıp geliyor, ama nasıl? Daha başka bir deyişle, “doğum” olayı nasıl gerçekleşiyor? Bu yazıda ele almak istediğim konu bu!
Yazıda asıl ele almak istediğim, Türkiye’de burjuva devriminin gelişimi sürecine ilişkin yeni durum-gelişmeler- ama, konuya girerken, önce, bir kere daha olayın teorik çerçevesinin altını çizmek istiyorum.
Daha önceki yazıya atıfta bulunarak, eski-yeni, ya da, anne-çocuk ilişkisine dair bazı hatırlatmalar yaparak başlayalım:
Bu evrende bulunan her şeyin-bütün varlıkların-kendi içinde yapısal ve fonksiyonel anlamda A ve B gibi iki temel parçadan-elementten oluştuğunu söyleyerek demiştik ki:
“Zıtların birliği ve mücadelesi” anlayışı, esas olarak, bir sistemin “yapısal ve fonksiyonel iki temel parçası” olarak tanımladığımız A ile B arasındaki ilişkiye yönelik değildir. Değildir, çünkü bu iki temel unsur arasındaki ilişki bunların kendilerinden kaynaklanan bir “zıtlık”-“çelişki” ilişkisi değildir. “Zıtların birliği ve mücadelesi” anlayışı, ya da “çelişki” kavramı, semantik özünü-yani içeriğini A-B sistemi ile bu sistemin içinde onun diyalektik anlamda inkârı olarak gelişen yeni-başka bir sistem arasındaki ilişkiden alır, AMA;
1-Eskiden beri varolan A-B sistemini sistemin dominant kutbu olan A temsil ettiği için:
2-Ve eskinin içinde gelişmekte olan yeni de daima, onun (yani, A-B sisteminin) ana rahminde (ki bunu da B temsil eder) geliştiği için;
Sürece dışardan bakınca biz olup bitenleri (yani A ile B arasındaki ilişkiyi) uzlaşmaz bir “çelişki” olarak görürüz; çünkü, doğum olupta B ‘nin içinde gelişmekte olan bebek ortaya çıkana kadar o henüz daha ortalıkta görünmez!. Bu nedenle, hamilelik süreci boyunca objektif gerçeklik alanında yeni ile eski arasındaki mücadele eskiden beri varolanı temsil eden A ile, kendi içinde potansiyel bir gerçeklik olarak yeniyi temsil eden B arasındaki mücadele şeklinde ortaya çıkar. İşte, bir sistemin kendini üretirken varoluşu süreci boyunca onun yapısal ve fonksiyonel anlamda temel parçaları olan A ve B arasındaki ilişkinin aynı anda hem sistem içi bir KARŞITLIK-partnerlik-ama hem de, ana rahmindeki o potansiyel güçten kaynaklanan bir ZITLIK-çelişki olduğunun açıklaması budur.
Sonra da, bir örnek olarak kapitalist toplumu göstererek demiştik ki:
Aslında A, yani sistemin dominant unsuru (kapitalist toplum söz konusu olunca bu burjuvazidir) açıyor inkârın (üretim sürecinin) kapısını! Sisteme dışardan gelen madde-enerjiyi-informasyonu sistem adına içeriye buyur eden (alan) o oluyor! Sistemin sahip olduğu bilgiyi kullanarak onu değerlendiren ve bir üretim (inkâr) modelini (hammaddenin nasıl işleneceğini) hazırlayarak, gerçekleştirmesi için bunu sistemin motor gücüne (işçiler) ileten o oluyor. B, yani motor unsur da (işçiler de) bunu gerçekleştiriyorlar. Bunu yaparken onun-onların yaptığı aslında sadece A nın inkarını gerçekleştirmektir. Ama, bu inkârın sonucunda meydana gelen ürün, ilk durumdan itibaren başlayan sürecin amacı (ulaşmak istediği hedef, “son durum”) olduğu için, o aynı zamanda, yeni bir düzen-düzenlilik olarak-“inkârın inkârı” olarak da gerçekleşmektedir. Yani, ürünü yaratmakla aslında A ve B onun varlığında yok olmakta, kendilerini yeniden üretmiş-yeniden doğmuş- olmaktadırlar (anne-baba, çocuk ilişkisi).
Dikkat ederseniz, eskiden beri varolan sistemin içinde gelişen üretici güçler (ki bunlar A ve B dir) belirli bir noktaya kadar mevcut sisteme ait unsurlar olarak kalırlarken, bunlar, aynı anda, eskinin içinde gelişen bir sonraki sisteme ait potansiyel güçler rolünü de oynarlar!.
Örnek olarak feodal toplumu ve onun içinde gelişmekte olan üretici güçleri düşünürsek, nedir burada aslında gelişen; burjuvazi ve işçi sınıfı şeklinde ortaya çıkarak gelişen insan üretici gücü değil midir? Öyle ki, bu gelişme bir noktaya kadar mevcut sistemin içinde oluyor. Hatta, o feodaller bizzat destekliyorlar bu gelişmeyi. Çünkü, yeni kurulan kentlerde ortaya çıkan feodal sistemin burjuvaları ve işçileri onların gözünde öyle niteliksel olarak yeni-başka bir sisteme özgü unsurlar-sınıflar-falan değiller!. Varolanın uzantıları-parçaları onlar (gerçek de bu aslında). Bu anlamda gelişen, bizzat o A ve B nin kendileri-“feodal sistemin içindeki üretici güçler”- oluyor. Süreç böyle başlıyor. Ve bu bir yanılgı, ya da yanlış bir algı falan değil bu aşamada, gerçekliğin diyalektik oluşumu böyle. Ama biz biliyoruz ki, ortaya çıkan bu yeni güçler aynı zamanda ilerde doğacak olan başka bir sisteme ait potansiyel güçlerdir de. Burada bütün mesele, eskiyle yeni arasındaki ilişkinin nereye kadar-hangi noktaya-kadar bu şekilde devam edeceğiyle-edebileceğiyle ilgili. Bunun ne anlama geldiğini gözümüzün önünde canlandırmak için de ana karnındaki bir çocuğu, ya da yumurtanın içinde gelişerek artık kabukları çatlatıp dışarı çıkma aşamasına gelen bir civcivi düşünelim yeter!.
Şimdi soru şu: Çocuğun, ya da o civcivin, ana rahminden, ya da yumurtanın içinden ne zaman- nasıl çıkacağını belirleyen nedir?
Genel kural biliniyor: Adına doğum denilen olay, eskinin içindeki gelişme süreci tamamlanınca gerçekleşiyor. Ortada hiçbir ebe olmasa da, süreç kendi kendini bu şekilde gerçekleştiriyor. Bir çocuğun doğumu, ya da civcivin yumurtadan çıkışı söz konusu olunca, bunun-doğum sürecinin-nasıl olduğunu bütün ayrıntılarıyla biliyoruz. Aslında, bütün sistemler için geçerli olan belirli kurallar var ortada ve her sistem bunları kendi özgül koşulları içinde yaşayarak kendini üretmiş oluyor. Buraya kadar herşey açık.
Ancak eğer, doğuran, kendi kendini üreten bir kadın değil de-ya da yumurtadan bir civcivin çıkması olayı değil de- bir toplumsa, olay bu kadar basit değildir! Genel kurallar aynı olsa bile, sonuçta herşey gene doğal-evrensel gelişme çizgisine uygun olarak gelişse, ortaya çıksa bile, adına toplum dediğimiz sistem birçok elementten-insanlar- oluşan karmaşık bir yapı olduğu için (hele hele her kafadan ayrı bir sesin çıktığı sınıflı bir toplumsa söz konusu olan) olayı herkesin aynı görüşte olduğu basit bir süreç olarak ele almak mümkün olmaz! Çünkü, bu durumda süreç toplumun kendi kendisini üretmesi süreci olduğundan, sistemin elementi olan insanlar, bu süreci-yani doğum olayını-toplum içinde bulundukları yere göre her biri kendi içlerinde farklı biçimlerde yaşarlar ve kavrarlar. Evet, sonunda doğuran bir bütün olarak sistemdir-toplumdur-ama bu doğumu her element-insan-kendi içinde farklı şekillerde yaşar.
BİR KERE DAHA TÜRKİYE GERÇEĞİ
Şimdi, ayaklarımızı yere basarak, önce bir kere daha Türkiye gerçeğini ele almaya çalışalım:
Türkiye Cumhuriyeti’ni, “Yönetenler” ve “Yönetilenler”den oluşan bir sistem olarak ele aldığımız zaman, buradaki “Yönetenlerin” “Atatürkçü-laikçi” Devlet sınıfı, “Yönetilenlerin” de bunun dışında kalan “Halk” kitleleri olduğunu söylemiştik. Bu durumda, sistemin içinde, onun diyalektik anlamda zıttı-inkârı olarak gelişen yeni-burjuva-kapitalist Türkiye de, tıpkı ana rahminde gelişen o çocuk gibi, “Yönetilenler” sınıfının, yani “Halk”ın içinden- ana rahminden- çıkıp gelen o “Anadolu kapitalizmi” oluyordu.
Buraya kadar herşey açık!. Yeni, yani, burjuvasıyla çalışanlarıyla Anadolu kapitalizminin güçleri eskinin içinde-onun ana rahminde-doğuyorlar, gelişiyorlar ve vakti zamanı gelince de doğum olayı gerçekleşmeye başlıyor. Herşey, aynen bir çocuğun doğumuna, ya da, yumurtanın içinden o civcivin çıkmasına benziyor! Bugün, Türkiye’de, Anadolu kapitalizminin-Yeni Türkiye’nin temsilcisi durumunda olan AK Parti’nin temsil ettiği sürecinin diyalektiği bundan ibaret. Toplumdaki bütün çatışmaların (türban, Alevi, Sünni ve Kürt sorunu dahil!) kaynağı da bu oluşumdur. Çünkü, eski Türkiye’nin içinden çıkıp gelen yeni Türkiye, eski Türkiye’ye ait bütün o duygusal-kültürel alt kimliklerin de kendilerini yeniden üreterek bilişsel bir üst kimliği yaratmaları sürecine paralel olarak ortaya çıkıyor.
Karşımızdaki tabloyu, henüz daha doğumun gerçekleştiği odadan çıkmamış olan Türkiye tablosunu şöyle ifade etmeye çalışalım:
Bir yanda, eski Türkiye’yi temsil eden “Atatürkçü-laikçi” Devlet Sınıfı (bütün unsurlarıyla birlikte tabi!), diğer yanda ise, dinsel ve etnik kabuklarını bir kalkan gibi kullanarak bunların karşısında ayakta kalmaya-onlara kendilerini kabul ettirmeye çalışan “Yönetilenler” olarak “Halk”!..Bununla birlikte de, bu modern reayayla anne çocuk ilişkisi içinde olan, eski yapının diyalektik inkârı olarak ortaya çıkmaya çalışan yeni Türkiye’nin temsilcisi güçler- Anadolu burjuvazisi, işçi sınıfı, modern Türkiye’nin çalışanları[1].
Evet, buraya kadar herşey açık! Bu tabloya, kimin ne olduğunu, neyi temsil ettiğini ve nerede durduğunu ilave ettiğiniz zaman toplumsal düzeyde doğum olayının nasıl gerçekleştiğinin de kendiliğinden aydınlanıyor-ortaya çıkıyor olması gerekir.
Ama, pratikte işler bu kadar basit yürümüyor işte! Nedenine gelince:
Bir süredir hep altını çizmeye çalışıyorum, ancak bir kere daha özetleyelim: Evet, Türkiye’de ve bütün diğer Arap ülkelerinde-eski Osmanlı coğrafyasında toplumsal tarihsel gelişme süreci Batı’ya göre çok farklıdır; buralarda, burjuva devriminin gelişme sürecini-sürecin diyalektiğini- kavrarken Batı’daki feodalizmin, feodal sınıfın yerine antika Devletçi düzeni ve Devlet sınıfını koymak gerekir, bu açık; ama herşey burada bitmiyor ki!. Bu Devletçi yapı, “çağdaşlaşma”, ya da, “modernleşme” süreci adı altında, bir toplum mühendisliği harikası olarak buralarda bir de kendisine bağlı bir kapitalizm yaratmış süreç içinde. Devlet sınıfı, kendi içinden bazı unsurları Devletçi bir burjuva haline dönüştürürken, süreç içinde bir de bunlara bağlı Devletçi bir işçi aristokrasisi ortaya çıkmış! Öyle ki, Batı’da burjuvazi ve işçi sınıfı feodalizme-feodal sınıfa karşı mücadeleler içinde gelişerek burjuva devrimi bayrağını burca dikerlerken, bizdeki Devletçi burjuvalar ve işçi aristokratları, tam tersine, kendi varoluş koşullarını daha başından itibaren Devlete borçlu olmuşlar. Bu nedenle, aşağıdan yukarıya yeni-kapitalist bir Türkiye’nin ortaya çıkışı, varolan Devletçi düzenin gelişmesinin ötesinde bir anlama sahip olur bizde- devletçi sisteme karşı yeni tipte bir burjuva devriminin yolu açılmış olur. Çünkü bu, son tahlilde, üretim araçlarının mülkiyetinin büyük ölçüde Devlete ait olduğu bir durumdan, mülkiyetin özel ellere geçmeye başladığı bir başka duruma-gerçek anlamda özel mülkiyetçi kapitalist bir düzene geçişi ifade eder.
Şimdi, sorun şurada: Eski Türkiye-“Devletçi düzen”, tamam; bu, eskinin-kadim Osmanlı’nın “modernleştirilmiş” versiyonuydu.. Yeni Türkiye ise, bu kabuğun içinden çıkıp gelen o civciv. Yani, Devletçi düzenle yeni Türkiye arasındaki ilişki, Yumurta-kabuk ve onun diyalektik anlamda inkârı olarak civciv ilişkisi; peki ama bu arada ötekileri, yani o Devletçi burjuvaları ve onlara bağlı olarak ortaya çıkmış olan o işçi aristokrasisini ne yapacağız, burjuva devrimi sürecinde bunları nereye koyacağız? Evet, bunlar bir yanlarıyla Devletçi düzenin-eski Türkiye’nin ürünleri. Bu yüzden de şimdiye kadar hep ona bağlı kalmışlar. Bütün o darbelerde falan Devlet sınıfıyla birlikte bunların da parmak izleri var. Ama hepsi bu kadar değil ki, bunlar iki ayaklılar! Bir ayaklarıyla eski Türkiye’ye basarlarken, diğer ayaklarıyla-diğer yanlarıyla da kapitalist üretim süreci içinde olduklarından, bunları da yeni Türkiye’nin içinde ele almak gerekecektir. Yani öyle, eski Türkiye ile, Devlet sınıfı ile birlikte bir kalemde silip atamazsınız bunları da!
İsterseniz daha açık konuşalım. Türkiye söz konusu olunca bunlar TÜSİAD burjuvalarıyla, DİSK’li, TÜRK-İŞ’li işçi aristokratları olarak karşımıza çıkıyorlar. Tabi bunların siyasi düzeyde temsilcileri de var. Bütün o “solcular”, “liberaller” falan hep bu zeminin üzerindeler!. “Darbeler dönemi bittiğine göre, sayıca azınlıkta oldukları için, artık bunların seçimlerde falan da bir etkinliği söz konusu olamaz” diye düşünmeyelim!. Bugün halâ Türkiye’nin yaptığı ihracatın yüzde seksenine yakın bir kısmını eski Türkiye’den yeniye aktarılan bu unsurlar yapıyorlar. Ama sadece bu da değil, bunun yanı sıra, Osmanlı’dan bu yana “batılılaşma” adı altında gerçekleştirilen kültür ihtilalinin ürünleri olarak bir uçları halâ Batı’da bunların!. Türkiye’de birisi “hık” dese bunu anında Batı’ya yetiştiren ve orada sahip oldukları prestijle birlikte bunu güce tahvil eden potansiyel bir güçleri var bunların. Unutmayalım ki, bunlar-aynı yöntemlerle- o Abdülhamid’i bile yıkan Jöntürklerin-İttihatçıların günümüzdeki modern uzantılarıdır!. Soru şu şimdi: Bunları ne yapacağız, “bunların hepsi eski Türkiye’ye ait unsurlardır-yeni Türkiye’nin sırtındaki bir ur gibidir bunlar” deyip (bazılarının önerdiği gibi) bir kalemde bu kamburu kesip atmaya mı çalışacağız?..
2002 de AK Parti iktidara geldiği zaman böyle bir sorunun sorulmasının zemini yoktu henüz daha ortada. O dönemde geçerli olan, o ana kadarki sürecin yarattığı bir toplumsal denge durumu idi. Özal’la birlikte, küreselleşme sürecine açılan Türkiye’de taşlar zaten yerinden oynamıştı. 12 Eylülle denenen, Devlet sınıfı + Devletçi burjuvazi + İşçi aristokrasisi dengesi de yürümediği için dağılmış, onun yerine, yeni Türkiye’ye ait güçlerden oluşan yeni bir denge durumu ortaya çıkmıştı. Başlangıçta Devletçi burjuvaların başı çektiği bu denge, zaman içinde Anadolu burjuvalarından yana kaymaya başlayınca, bu sefer de Dervişli-“liberalli” yeni bir alternatifi iktidara getirmek için seçimlere gidilmişti!. Ama o da olmadı. Anadolu burjuvalarının önderliğinde ortaya çıkan yeni insiyatif sıyrılıp çıktı aradan!.
Bu olay, yani AK Parti’nin iktidara gelişi olayı basit bir iktidar değişimi olayı değildi. Türkiye’de zamana yayılarak gelişen burjuva devriminin önemli bir aşamasıydı. Ana rahminde gelişen çocuğun, tamamen olmasa bile en azından artık kafasının ortaya çıkması olayıydı!. Bu nedenle, geride kalan on yıl boyunca çocuğun-yeni Türkiye’nin gövdesinin kol ve bacaklarının da ortaya çıkması sürecine tanık olduk. Şu an geldiğimiz aşama, bütün bu olayların ve süreçlerin yeni bir aile cüzdanına-yeni anayasaya-işlenerek sürecin tamamlanması olayından başka birşey değildir.
Dikkat ederseniz buraya kadar olup bitenler hep sürecin-yani doğum olayının- bilinçdışı doğal yanıyla ilgili olan şeyler. Aile cüzdanının düzenlenmesi ise, sürecin bilişsel olarak kayıt altına alınması oluyor. Çocuğun adı nedir, anasının, babasının adları, doğum tarihi, dini, milliyeti,ve buna benzer diğer bilgiler..Ama işte tam bu noktada anlaşmazlık ortaya çıkıyor. Anadolu burjuvaları-en azından bunların içinde bir grup- eski Türkiye’nin devletçi burjuvalarına (bunlar artık yeni Türkiye’nin büyük burjuvalarıdır) diyorlar ki, “size ne oluyor; sizi büyüten, var eden hep o Devlet-Devlet sınıfı değil miydi?. Yüz yıldır (daha gerisini bir yana bırakıyoruz) biz bu işin ceremesini çekerken sizler hep bizim sırtımızdan geçindiniz, semirdiniz. Sizin elinizdeki bütün o bankalarınız falan hep bu sürecin ürünü. Biz yatırım için doğru dürüst kredi bile bulamazken, bütün finans sistemini halâ siz kontrol ediyorsunuz. Yeter artık, biraz da biz nasiplenelim bu işten”! Kendilerine, Anadolu burjuvalarına ideoloji üretme misyonunu biçen bir grup aydın diyorlar ki: “Hayır, bunların artık yeni Türkiye içinde yerleri yoktur. Burjuva devrimi sürecinde Devlet sınıfıyla birlikte bunların da tasfiye edilmeleri gerekmektedir”! O kadar ilginç bir söylem ki bu, sürece bu tür bir yaklaşım direkt olarak Anadolu burjuvalarının sinir merkezlerine işliyor ve olayın -sürecin mantığı bir anda burjuva devriminin rasyonalitesinden çıkarak burjuvazinin kendi içindeki sınıf mücadelesini burjuva devrimi programı içinde çözme noktasına varıyor.
Aslında bu türden bir potansiyel epeydir vardı ve gelişme halindeydi, bazı rahatsızlıklar zaman zaman ortaya konulmuyor değildi. Bir yandan darbelere-darbecilere karşı mücadele gelişirken, diğer yandan da, Anadolu burjuvalarının kendilerine olan güvenleri arttığı için yeni Türkiye’nin iki kanadı arasındaki bu çelişki de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyordu. O dönemde “liberallerin” rahatsızlıklarının artışının falan altında hep bu yatar. Bir yandan darbecilik dönemi sona eriyordu, diğer yandan da barış süreciyle birlikte Kürt kartı da artık siyaseten ortadan kalkacaktı. Bu durumda gücü tek başına Anadolu burjuvalarına bırakmak istemiyorlardı. Madem ki onlar artık eski müttefiklerini-Devlet sınıfını ve darbeciliği bırakıyorlardı o halde Anadolu burjuvalarının da onlara el uzatmaları yeni Türkiye zemininde yeni bir denge için onlarla birlikte hareket etmeleri gerekiyordu!. Tamam işin ucu seçime varınca halk Anadolu burjuvalarına oy veriyordu, bu yüzden de beridekinlerin onlarla seçimlerde boy ölçme şansları yoktu, ama “herşey de seçimle olmazdı ki, demokrasi seçim demek değil di ki”!.”Eğer Türkiye’nin tarihsel evrimi süreci içinde oluşan maddi gerçekliğini hesaba katmadan yol alınmaya kalkışılırsa, bu yol seçimlerle tasdik edilse bile gene de diktatörlüğe çıkardı”..
DEVAM EDECEK
YARIN
GEZİ’YE DOĞRU..
...Şimdi anlıyor musunuz Vehbi’nin kerrakesini!! Bütün o, “herşey seçim değildir”, “demokrasi sadece seçimle iktidara gelmek demek değildir” ifadelerinin altında yatan budur işte!.Ve Türkiye gerçeği dikkate alınınca bu doğrudur da!. Bir yanda, eski Türkiye’den yeniye aktarılan bütün o TÜSİAD cı burjuvaları, bunlarla ontolojik-varoluşsal-bir zeminde ittifak halinde olan “liberal”, “solcu” kesimleri silip atmayı programına alan jakoben ideologlar ortalıkta cirit atarken, ötekilerin susarak kendi kaderlerine razı olmaları beklenemezdi! Burada kritik eşik Erdoğan’ın tavrı oldu...
[1]Kapitalizm Batı’da feodal toplumun bağrında gelişirken, bu gelişme Türkiye’de, Osmanlı artığı devletçi bir düzenin içinde oluyor. Yeni toplumun güçleri, Batı’da feodallere karşı mücadelenin içinden çıkıp gelirlerken, bu mücadele Türkiye’de onun yerini tutan Osmanlı artığı antika bir Devlet Sınıfına karşı veriliyor...
Yorum Yap