- 22.06.2013 00:00
DAHA AÇIK KONUŞALIM İSTERSENİZ, AVRUPA ÜLKELERİNDEN ABD’YE KADAR BÜTÜN O „GELİŞMİŞ ÜLKELER“, NEDEN TÜRKİYE, BREZİLYA vb.GİBİ GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE „DEMOKRASİ“ ŞAMPİYONU KESİLİYORLAR-HATTA DAHA DA ÖTEYE, „HALK HAREKETLERİ“ YARATMAYA ÇALIŞIYORLAR?..
İÇİNDEKİLER
-YENİ ESKİNİN İÇİNDE GELİŞİR..
-“AVRUPA BİRLİĞİ NEYİN ÇABASIYDI..
-ÜRETİCİ GÜÇLER “SOSYALİST SİSTEM”ALTINDA NEDEN GELİŞEMEDİ..
-KÜRESEL YENİDEN DOĞUM İÇİN BERLİN DUVARININ YIKILMASI YETMEZ..
-ULUS DEVLET KABUĞU GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE DE ÇATLIYOR..
-“KÜRESEL DEMOKRATİK DEVRİM” GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER VE TÜRKİYE..
-KÜRESEL TOPLUMSAL BİLEŞİK KAPLAR TEORİSİ..
-GELİŞMİŞ KAPİTALİST ÜLKELER NE YAPACAK..
-KÜRESELLEŞMENİN ÖTESİ..
-YENİ TİP TEKELLER, BİLGİ TEKELLERİ OLUŞABİLİR Mİ..
-GERİYE TEK BİR YOL KALIYOR:BİLGİ TOPLUMU
“Krizdeki Batı ülkeleri, çareyi, gelişen ekonomilere kaçan sermayeyi geri getirmekte buldu[1]. Medya desteğiyle isyan provasının yapıldığı Türkiye, Endonezya ve Brezilya'da 'doları ve faizi yükselt, borsayı çökert' formülü uygulamaya konuldu”...
Bu bir gazete haberi. Altında ayrıntıları da vardı. Ben buraya sadece başlığı aldım, çünkü şu an bizi ilgilendiren işin ayrıntıları değil, nedeni, niçini; ve de tabi, bu işin ucunun nereye kadar gideceği-gidebileceği..
Aşağıdaki satırlar bundan tam sekiz yıl önce kaleme alınmış ve de halâ olduğu gibi benim sitede duruyor[2]:
YENİ ESKİNİN İÇİNDE GELİŞİR..
KÜRESELLEŞME SÜRECİ VE KÜRESEL DEMOKRATİK DEVRİM DİYALEKTİĞİ..
Dünya ikiye bölünüp de, iki dünya arasındaki ilişkileri belirleyen temel unsur soğuk savaş haline geldikten sonra, kapitalist dünyanın kendi içindeki ilişkiler de değişmeye başlar...
Ama, giderekten, kapitalist dünya içindeki değişme sadece kapitalist ülkeler arasındaki ilişkilerle de sınırlı kalmaz. Kayıtsız şartsız tekel egemenliğine dayanan eski tekelci kapitalizmin-emperyalizmin kendisi de değişmeye başlar. Çevrenin-dış dünyanın- değişmesi, eski biçimiyle tekelci kapitalizmin varoluş koşullarını da yok etmiştir. Dünyanın ikiye bölünmesi bunun için bir milad olmuştur adeta. Tekelci kapitalizmin yeni koşullarda daha önceki varoluş biçimini gerçekleştirmesi-üretmesi mümkün değildi artık.
Peki değişen ne idi? Büyük kapitalist ülkeler yerli yerinde duruyordu. Finans kapital de duruyordu ortada! Değişen ne olmuştu? Değişen şu oldu: Eskiden tekel+ulus devlet bir bütündü. Egemenlik alanını genişletmek için bu ikili bir bütün olarak hareket ediyorlardı. Ulus devletin açtığı güvenli yolda yürüyerek dünya pazarlarını istilâ ediyordu finans kapital. Ve bu da, aynı hedefi güden, herbiri diğerlerinin aleyhine olarak kendi nüfuz bölgesini genişletmek isteyen emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri ön plana çıkarıyordu. Ancak bu sürecin ve bu sürece yön veren çelişkilerin yeni dönemde, yani ikiye bölünmüş dünya ortamında da eskiden olduğu gibi aynen sürmesi artık mümkün değildi. Çünkü bu, bütün bir insanlığı topyekün yok oluşa götürebilirdi. İş bu noktaya gelince, durum, bütün diğer yasaların üstünde olan yaşamı devam ettirme yasası (survive-überleben) açısından devam ettirilemez hale gelince, finans kapital yavaş yavaş ulus devlet yükünü sırtından atmaya, dünya pazarlarına yayılmanın daha başka-barışçı yollarını aramaya başladı.
Ama ne olabilirdi bu “yeni-barışçı yollar”:
Bir malı daha iyi kalitede, daha ucuza imal ederek rekabet etmek ve bu şekilde, daha çok satarak, dünya pazarlarında daha çok yer kapmak!
İşte, yeni dönemin, “soğuk savaş” döneminin, atom bombasından daha güçlü, en önemli “silâhı” bu oldu! Öyle bir silahtı ki bu, hem sosyalist sisteme karşı, hem de kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki rekabette biribirlerine karşı etkiliydi; üstelikte, hiçbir kullanma riski taşımıyordu!...
Ama bu yeni birşey değildi ki! Eski “serbest rekabetçi” dönemin yöntemi (“işletme sistemi”) değil miydi bu! Tekellerin çoktan tarihin çöp sepetine attıkları eski “serbest rekabet” silahı değil miydi! Kapitalizmin gelişmesi, üretimin yoğunlaşması tekelleri yaratarak serbest rekabetin eski varoluş felsefesini inkâr etmesine yol açmamış mıydı? Serbest rekabetin, üretimin yoğunlaşmasının sonucu olarak doğan tekel ise egemenlik demekti. İstediğin malı, istediğin fiyata satabilmek demekti. Kapitalizm için önemli olan azami kâr’ı elde edebilmekti. Dün bunu serbest rekabetle, üretici güçleri geliştirerek elde ederken, bugün tekel egemenliğiyle elde ediyordu.
İşte, dünya ikiye bölünüp de, artık ulus devletle birlikte nüfuz bölgeleri yaratarak dünya pazarlarında daha çok yer kapma yöntemi imkânsız hale gelince, yani tekelci kapitalist işletme sistemi azami kâr elde etmek için elverişli olmaktan çıkınca, sırtında yumurta küfesi olmayan finans kapital, hiç düşünmeden bu sefer de ulus devleti sırtından atıverdi ve tekrar yeni gövdeye eski silâhlarını kuşanmaya başladı! Önemli olan ne işletme sistemiydi, ne de ulus devlet, önemli olan azami kâr’ı elde edebilmekti; yeni koşullara uyum sağlayarak, eskiden olduğu gibi tekrar daha ucuza ve daha iyi kalitede mallar üretmeye, dünya pazarlarında bu yöntemle yer kapmaya yoğunlaştı. Yeni koşullar altında bu yöntem onun hareket kabiliyetini çok daha fazla arttırıyordu. Bu türden bir rekabetin, yani ulus devlet gücüne dayanmadan yürütülen bir rekabetin silahlı-sıcak savaşlara yol açması, ve esas düşman olan sosyalist sistemin karşısında güvenlik zaafına neden olması riski de yoktu! Müthiş birşeydi bu! İşte, ikiye bölünmüş dünyada, soğuk savaş devam ederken yeni-küresel dünya sisteminin tohumu ana rahmine böyle düştü. Ve kimse farkına varmadan, usul usul böyle gelişmeye başladı orada.
“AVRUPA BİRLİĞİ” NEYİN ÇABASIYDI
Örneğin, Avrupa Birliği’ni ele alalım, neyin çabasıydı bu girişim? Hep dendi ki, “Avrupa Birliği bir medeniyet projesidir”; demokrasi, insan hakları yolunda insanlığın kazanımlarının ürünüdür. Ve de, küresel yeni dünya düzenine geçerken, “ulus devletlerin sona erişi olayının en açık göstergesidir”. Doğrularla yanlışların içiçe olduğu, tamamen mekanik bir açıklama bu!
Birinci cümle doğru. Avrupa Birliği elbette ki bir medeniyet-bir yaşam tarzı projesidir. Yaşam tarzını belirleyen ise üretim biçimi, yani “işletme sistemi” oluyor. Demokrasi, insan hakları ve serbest rekabet de bu serbest rekabetçi kapitalist işletme sisteminin ürünü olan kapitalist yaşam tarzının unsurlarıdır. Bu açıdan AB projesi, Avrupalı ulus devletlerin kendi içlerinde serbest rekabetçi işletme sistemini yeniden yürürlüğe koyarak, soğuk savaş sonrası mevcut duruma bir çözüm getirme arayışlarıdır.
Ama, AB olayını kavramak için bu yeterli değildir. Avrupa Birliği, aynı zamanda, soğuk savaş döneminde, ikiye bölünmüş bir dünya ortamında, ABD’nin başı çektiği kapitalist sistem içinde kalan Avrupa’lı kapitalist ülkelerin (ulus devletlerin) içinde bulundukları açmazı çözme çabalarıdır da. Serbest rekabetçi işletme sistemiyle ulus devleti bütünleştirerek bir taşla birkaç kuş birden vurma çabasıdır. Bırakınız “ulus devletlerin gönüllü olarak kendilerini yok edecek bir oluşumu yaratmalarını” bir yana, (sürecin bu yönde gelişeceğinin o zaman farkında değildi kimse), tam tersine, bir açıdan AB, Avrupalı ulus devletlerin yok olmamak için, mevcut problemler karşısında kendi varlıklarını daha güçlü bir Birlik çatısı altında daha etkin hale getirebilme çabalarıdır.[3] Bir yanıyla, dünya kapitalist sisteminin başını çeken ABD’ye karşı, “ona karşı çıkmadan” bir “denge oluşturma” girişimidir; tek başına pek birşey ifade edemeyen Avrupalı ulus devletlerin, daha büyük bir “güç” oluşturarak daha etkili olabilme çabalarıdır; diğer yandan da, birlik içinde serbest rekabet ortamını yaratarak, ne yardan (ulus devletten) ne de serden (azami kârdan) vazgeçmeden mevcut duruma uygun bir çözüm üretme olayıdır. Avrupalı ulus devletler Avrupa Birliği projesini oluştururlarken, bir gün dünyanın tekleşeceğini ve serbest piyasa yasalarının sadece kendi kontrolleri altındaki bölgeyle sınırlı kalmayacağını, bütün dünyayı kuşatan bir alan içinde geçerli hale geleceğini, Avrupa kökenli büyük sermayenin de, ulus devletleri ve AB’yı bir yana iterek dünyaya açılacağını hiç düşünmemişlerdi! O günün koşulları içinde dünya pazarları pratik olarak iki dünya gücünün denetimi altındaydı. Bir yanda Sovyetler, diğer yanda da ABD vardı. Serbest rekabet, demokrasi, insan hakları, kısacası “Kopenhag Kriterleri” bu iki kutuplu egemenliğe karşı Avrupalı kapitalistlerin silahı oluyordu. Avrupalı kapitalistler, birden bire imana geldikleri için değil, iki büyük gücün egemenliğine karşı kendi çıkarları, azami kâr yasasının işleyişi bunu gerektirdiği için demokrasi savunuculuğu yapıyorlardı. Ve bu da o dönemde eskinin, yani varolan sisteminin içinde gelişen yeni-küresel dünya sisteminin ilkeleriyle uyuşuyordu. Bu nedenle, küresel dünya sisteminin bayraktarlığını Avrupalı ulus devletlerin yapacağı-na, yapmakta olduğuna inanıldı!
Duvarlar yıkılana kadar, hatta yıkıldıktan sonra bile uzun bir süre, herkes daha duvar yıkıcılıkla meşgul olduğu için, bu anlayış devam etti! Çünkü, ne olup bittiğinin kimse farkında değildi halâ! Ne zaman ki ortalık sakinleşti, o zaman yıkıntıların altından bambaşka bir yeni dünya tablosunun ortaya çıkmaya başladığı görüldü. Tekleşmiş-küresel bir dünyada ulus devlet kabuğunu iyice kıran sermaye, daha ucuza üretim yapma olanağını nerede bulursa oraya gidiyordu artık. Azami kâr’ı gerçekleştirmek için ulus devlete bağımlı olmaktan kurtulan sermayeyle ulus devlet arasındaki en son bağlar da kopuyordu. Bu durumda, soğuk savaş koşullarının, o zamanki dengelerin ürünü olan Avrupa Birliği projesi de sallanmaya başladı. Avrupanın büyük sermayesine AB sınırları dar geliyordu artık. Maliyetlerin daha ucuz olduğu yerlerde, daha büyük pazarlara yakın yerlerde yapılıyordu yatırımlar. Avrupalı ulus devletler ise sap gibi ortada kalakalmışlardı! Yatırım olmayınca işsizlik de artıyordu. Böyle bir ortamda, Avrupa Birliği projesinin de artık eskimiş olduğu farkedilmeye başlandı. Yatırım ve büyüme olmadığı için, gittikçe azalmaya başlayan ulusal kaynaklarını AB için harcamayı kabullenemez hale geldi kurucu ulus devletler. AB sınırları içinde yaşayan basit bir insan bile, “Ben burda işsizim, hergeçen gün durum daha da kötüye gidiyor, siz tutmuşsunuz şimdi bir de yetmiş milyonluk Türkiye’yi de Avrupa Birliği’ne almaya kalkıyorsunuz” demeye, bu yönde kendi liderlerine baskı yapmaya başladılar..
Halbuki daha önce durum böyle değildi! O zaman AB’nin genişlemesi, ulus devletlerin denetimi altındaki bir alanda üretici güçlerin geliştirilmesi anlamına geliyordu. Ve bu, ulus devletleri dışında bırakmayan, onları da içine alan bir gelişmeydi. Bu durumda, AB’ye yeni alınan bir ülkeye yapılan yardımlar da bir tür yatırım yerine geçiyordu. Pazarı genişletmeye yönelik bir yatırımdı bunlar. Nasıl olsa geri dönecek birşeydi yani. Evet, genişleme için Fransa, Almanya gibi büyük ülkeler daha çok kaynak ayırıyorlardı ama, bu onların AB pazarındaki paylarıyla orantılı olduğu için onlara dokunmuyordu bu durum. AB içindeki satın alma gücü artacağından bu yardımlar onlara gene geri dönecekti. Kaz gelecek yere ördek hediye edilmiş oluyordu en fazla! Kısacası, AB’li ulus devletlerin AB anlayışları-politikaları tamamiyle soğuk savaş dönemi dünya koşullarına göre oluşmuştu.
Duvarlar kalkıpta küreselleşme süreci dünyayı bütünleştirmeye başlayınca işler değişti! Yeni ortaya çıkan koşullarda artık iç pazar (bu AB iç pazarı da olsa) - dış pazar ayrımı falan o kadar fazla bir anlam ifade etmez hale gelmişti. Avrupa Birliği bir kovaya benzetilirse, su, yani sermaye, eskiden aynı kovanın içinde kaldığı için kaybolmuyor, insanlar sadece daha büyük bir akvaryumun içinde, daha geniş hareket olanağına sahip oluyorlardı. Ama şimdi durum değişmişti. Sermayenin AB’nin kendisine sağladığı olanakları yetersiz bularak Avrupayı terketmesi, Çin’e, Hindistana, Türkiye’ye, gelişmekte olan diğer ülkelere yönelmesi Avrupalı ulus devletleri çileden çıkarıyordu! Bu resmen ihanetti! Sermayenin ulus devletlere ihanetiydi! Üretim maliyetleri daha ucuz diye sen git Çin’de, Türkiye’de üretim yap, sonra da gel bunu Avrupa’da pahalıya sat! Nerde kalıyordu o zaman AB olayı! AB içinde yatırımlar azalıyor, durma noktasına geliyor, işsizlik bir çığ gibi büyüyor, kitlelerin satın alma güçleri azalıyordu. AB projesinin sunduğu olanaklar sermayeyi AB içinde tutmaya yetmiyordu. Bu durumda, AB’li ulus devletler, Birliği genişletmenin, hele hele Türkiye gibi üretici güçlerin gelişme seviyesinin nisbeten daha geri olduğ bir ülkeyi de içlerine almanın anlamsız olduğunu düşünmeye başladılar. Üretici güçlerin gelişme seviyesini eşitlemek için bütün kaynaklarını akıtacaklardı da ne olacaktı. Kendilerine bir faydası yoktu ki artık bütün bunların. İçinde su bulunan bütün o kovalar biribirine bağlanmıştı artık. Sermaye almış başını istediği ülkeye girip çıkabiliyordu! Sermayeyi ulusal sınırlar içinde, ya da AB sınırları içinde kalmaya mecbur edecek hiçbir neden kalmamıştı!. Ne içindi artık “Avrupa Birliği”ni genişletme ve ayakta tutma çabaları? Dünya birliğine giden yolda gelişen küreselleşme süreci, başka hiçbir birliğe yer bırakmıyordu!..
Bu konu burada bitmiyor! Hikâyenin bir de devamı var! Ancak, bunu daha sonraya bırakarak, biz şimdi tekrar soğuk savaş dönemine geri dönelim ve duvarların nasıl yıkıldığına konsantre
ÜRETİCİ GÜÇLER “SOSYALİST SİSTEM” ALTINDA NEDEN GELİŞEMEDİ
Buraya kadar söylenilenlerden ortaya çıkan sonuç şu: İkiye bölünmüş bir dünyaya uyum sağlama zorunluluğu kapitalistleri serbest rekabet’i yeniden keşfetmeye yöneltti! Aslında bununla, bir açıdan, yüz yıl önce “kaybettikleri eşeği tekrar bulmuş” oluyorlardı kapitalistler! Ama bu kez ortada, küçük, biribirleriyle rekabet ederek, biribirlerini yutmaya çalışarak büyümeye çalışan kapitalistler değil, çeşitli ülkelerin-ulus devlet kabuğu içinde büyümüş kapitalistleri vardı. Rekabet de, eskiden tekel konumu, ayrı nüfuz bölgeleri olan bu büyükler arasında olacaktı. Ama rekabet rekabetti, sonuçta, üretici güçleri geliştirici bir çabaydı bu da. Kapitalizm mevcut koşullara uyum sağlayarak, kendini yeniden üretme sürecinde, yeni bir işletme sistemi ve yeni bir stratejiyle yoluna devam etmeyi başarıyordu.
Peki ya sosyalist sistem, o ne yaptı, o nasıl “uyum” sağladı bu yeni koşullara? Ya da sağlayabildi mi?
Sağlayamadı! Nedeni ise çok yönlü, yani bir tane değil. Burada bunlardan en önemli iki tanesini ele almakla yetineceğiz.
Sosyalist sistem üretici güçleri geliştiremedi, çünkü bunun en büyük engeli, kendi sahip olduğu “dünya görüşüydü”.
Üretici güçlerin gelişmesi demek bilimin, bilgi üretme sürecinin gelişmesi demektir. Bilgiyi üreten ise son tahlilde insandır, insan beynidir. Siz tutarda, insan beynine kilit vurursanız, orda ne bilgi üretilir ne de birşey. Peki insan beynine nasıl kilit vuruldu sosyalist sistem-de?
Beyin bir informasyon işleme (bilişim) makinesidir[4]. Ve, her bilişim makinesinin olduğu gibi, bu makinenin de (bu kompüterin de diyelim) bir işletme sistemi vardır. Kapitalist toplumda üretici güçlerin gelişmesini sağlayan işletme sisteminin serbest rekabetçi kapitalizm olduğunu söylemiştik. Birey söz konusu olunca da bu işletme sistemi, bireyin gelişme yolunu açan, onun kendi insiyatifini-karar verme mekanizmasını kullanarak, kendisi için, kendi varoluş koşullarını daha iyiye yöneltebilmek için özgürce çaba sarfedebilmesini sağlayan ortamdır. Yani, içinde yaşadığı toplumda, bireyin, kendisini temel alan koordinat sistemine göre özgürce düşünebilme ve özgürce hareket edebilme olanaklarının bulunmasıdır. Ama bunlar “sosyalist toplumda” bireyinin sahip olmadığı şeylerdir!
Çünkü “sosyalist toplum” farklı bir sistemdir. Ayrı bir bilişim makinesidir! Burada üretim araçlarının mülkiyeti devlete ait olduğu için, bireyin yerini devlet alıyor. Yani bu sistem, otonom agentlerden-birimlerden- oluşan “multiagent bir sistem” değildir[5]. Merkezi otoriteye dayanan, informasyonun yukardan aşağıya doğru tek yönlü olarak aktığı ve işlendiği basit bir sistemdir. İnformasyon merkezde işlenir (merkezi planlama ve karar mekanizmasıyla) ve sonra da hazırlanan üretim planı gerçekleştirilmesi için motor sistem olarak halka-çalışanlara verilir. Üretim sürecinin arkasında, itici güç olarak, daha iyiye, daha gelişmişe ulaşmak için, kökleri bireysel çıkara dayanan bir motivasyon mekanizması yoktur burada. Çünkü, neyin iyi, neyin gelişmiş olacağına karar veren merkezi otoriteyi oluşturan “devlet sınıfıdır”. “Toplumu” oluşturan diğer insanların daha çok üretmek, daha iyisini yapmak için özel bir nedenleri yoktur. Bireyin yerini “toplum”un aldığı söylenir burada, doğrudur; ama bu “toplum” denilen şey de devletin denetimi altında kişiliksiz bırakılmış bir emir kulları ordusundan başka birşey değildir. Toplumsal kimliği temsil eden devlettir, devlet sınıfıdır. Bunu, ilkel komündeki durumla, bireyin toplumsal varlığın içinde yok olmasıyla karıştırmamak lâzım! Evet, ilkel komünde de birey değil toplumdur, toplumsal varlıktır esas olan; ama, komünde bireyin üstünde bir devlet yoktur! Özgür insanların topluluğudur burada toplum. Toplumsal varlığı temsil eden komün yönetimi sadece bu “olmayan bireylerin” yarattığı bir temsilcidir.
Üretici güçlerin gelişmesi sürecinin, özünde, bilgi üretme süreci olduğunu söyledik. Bilgi üretme süreci ise, bilimsel gelişme sürecidir. Kapitalistler, azami kâr’a ulaşmak için muhtaçtırlar bilgiye. Onların üretici güçleri geliştirmelerinin altında yatan itici güç budur. Onlar sadece azami kâr peşinde koşarlar, kendi çıkarlarıyla ilgilenirler. Bunu yaparken de, sonuçta, kaçınılmaz olarak üretici güçleri, bilimi geliştirmiş olurlar.
Sosyalist devlet için önemli olan ise, hayatın belirli bir ideolojik çerçevenin içinde yaşanılmasıdır. Üretici güçler, bilim, bütün bunlar hep bu çerçevenin içinde, yukardan aşağıya doğru tek yönlü olarak akan informasyon işleme süreci içinde değerlendirilirler. Yani, kendinden o kadar emindir ki “sosyalist devlet”, onun kendi varlığı zaten ilerlemeyi, üretici güçlerin daha ileri bir gelişme seviyesini temsil etmektedir! İşte bu mantık, bu “dünya görüşü”dür ki batırdı “sosyalist sistemi”! 1945’lere kadar İzafiyet Teorisi’ne karşı çıkan kafa yapısının altında yatan anlayış budur. Daha sonra, Kuantum Teorisi’ne, sibernetiğe, ve sonra da informasyon işleme teorisi’ne karşı çıkarken de dünyaya aynı pencereden bakıyorlardı! Mevcut dünya görüşüne-“diyalektik materyalizme”- “uymadığı” gerekçesiyle bilimsel gelişmenin bu kilometre taşları kabul görmemişti.
Heisenberg’in meşhur “Belirsizlik İlkesi”nin esası varoluşun izafiliğine dayanır. “Bilmek ölçmekle gerçekleşir” diyordu Heisenberg. “Ölçmek ise etkileşmektir; ama etkileşince de değiştiriyorsun”, yani “yaratıyorsun” (objektif gerçeklik haline getiriyorsun)! Bu nedenle, kuantum teorisinin dünya görüşü, bir sistemde, o sistemi meydana getiren unsurların karşılıklı etkileşme-ilişki süreci içinde biribirlerini yaratarak, biribirlerine göre izafi bir şekilde gerçekleştikleri ilkesine dayanır. Bu durumda artık “objektif gerçeklik” olarak varolmak, “kendinde şey” olarak “mutlak” bir şekilde varolmak anlamına gelmez. Objektif gerçeklik, karşılıklı ilişki-etkileşme süreci içinde-esnasında-yaratılan izafi bir oluşumdur. Evren, bir patates çuvalındaki patatesler gibi, herbiri bir diğerine bağlı olmaksızın önceden- “kendinde şey” olarak-“mutlak bir şekilde varolan” nesnelerden ve bunlar arasındaki ilişkilerden oluşmaz! Biribirlerine göre potansiyel gerçeklikler olarak varolan nesneler ancak karşılıklı ilişki-etkileşme sürecinde biribirlerini objektif gerçeklikler haline getirerek-yaratarak (biribirlerine göre) varolurlar[6]. 1930’larda Kuantum Teorisi’yle birlikte gelişmeye başlayan bu yeni dünya görüşü, daha sonra informasyon işleme teorisinin de esasını oluşturmuş, bilişsel bilimler bu zemin üzerinde gelişme olanağı bulmuştur. Yapay zekâ da bunun ürünüdür. Bu anlayış, her sistemde [bu, ister kuantum teorisinde olduğu gibi, ölçme nesnesi-ölçme aleti+gözlemci] şeklinde bir sistem olsun, isterse, informasyon işleme teorisinde olduğu gibi, çevre ve çevreden alınan informasyonu işleyen bir “agent” şeklinde], sistemin iç yapısını oluşturan unsurların karşılıklı etkileşme süreci içinde biribirlerini yaratarak, biribirlerine göre izafi bir varlığa sahip olabilecekleri anlayışıdır.
Sosyalist sistem tabi bütün bunların hepsini kategorik olarak reddediyordu! Reddediyordu, çünkü kendi dünya görüşüne uymuyordu bütün bunlar! Yeni sistem anlayışına göre, bir sistem olarak kapitalizm söz konusu olduğu zaman da sistemi oluşturan unsurların (işçi sınıfının ve burjuvazinin) biribirlerinin varlık şartı olmaları gerekiyordu. Yani, burjuvaziyi ve kapitalist sistemi yokettikten sonra kendisi halâ varolmaya devam eden bir işçi sınıfından ve sosyalist sistemden bahsedilemezdi! Böyle birşey eşyanın tabiatına aykırıydı!
“İşçi sınıfı düşüncesine” göre, her şey, yani her varlık-nesne objektif-mutlak bir gerçeklikti. Varoluş problemini ele alırken, ilk çıkış noktası, hareket noktası bu tesbit olmak zorundaydı. Kapitalist toplum ve burjuvazi, bunlar objektif mutlak gerçekliklerdi. İşçi sınıfı ve sosyalist toplum da, gene aynı şekilde, özünde kapitalizmden ve burjuvaziden bağımsız objektif mutlak bir gerçekliğe denk düşüyordu. Kapitalizm, kendi içinde kendi “zıttını”-“mezar kazıcısını”-işçi sınıfını yaratıyor, “kendinde şey” olan bu işçi sınıfı da, daha sonra kapitalist sistemi, burjuvaziyi altederek kendi sistemini-sosyalizmi-kuruyordu. Kapitalizmden sosyalizme geçişin, bir durumdan başka bir duruma geçişin diyalektiği bu idi. Ve bu “diyalektik” sadece toplumda değil, doğada’da böyle işliyordu! İnsanı ilk başta büyüleyen ne kadar bütünsel bir mantık değil mi!
Burada altını çizmemiz istediğimiz nokta şu: Sınıflı topluma geçiş, üretici güçlerin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olmuştur. Bireyi ve özel mülkiyeti ortaya çıkaran da bu süreçtir. Bu sürecin sonunda tekrar sınıfsız topluma geçilebilmesi için, üretici güçlerin ve bireyin daha da gelişmesinden başka bir yol yoktur. “İnkârın inkârı” olayının özü budur. Bireyi yok varsayarak devlet gücüyle sınıfsız topluma geçilemez!..
Sonuç olarak, ikiye bölünmüş dünyada, kapitalist sistem içinde üretici güçler gelişirken, „sosyalist sistemin“ bu dinamiği yaratamaması, aradaki duvarlara rağmen insanları etkiledi. informasyon işleme (bilişim) bilimindeki, informasyon işleme teknolojisindeki olağanüstü gelişmelere paralel olarak „duvarlar“ fonksiyonunu yitirdi! Ve sosyalist sistem, tam „sınıfsız topluma geçiyoruz“ derken, içerden kendi insanlarının eliyle çökertildi!
Birey, ancak gelişmesinin bir üst aşamasındadır ki „kendini bilerek“, yani kendi „varlığını“ inkâr ederek „kendi gerçekliğinin bilincine varacaktır“. Zor’la, (bu zor, onlar adına, „onlar için“ bir zor da olsa) bireyi yok edemezsiniz. Birey ancak “kendi varlığında yok” olabilir. Birey, bu şekilde kendi varlığında yok olmadan da sınıfsız topluma geçilemez!..
DEVAM EDECEK...
" KÜRESEL YENİDEN DOĞUM İÇİN BERLİN DUVARININ YIKILMASI YETMEZ
Sermaye, ulus-devleti yarattı. Onun içinde, onunla etle tırnak gibi gelişti, büyüdü. Onunla birlikte dünyaya açıldı. Dünya pazarlarını onunla birlikte paylaşma mücadelesine katıldı. Ve sonra, öyle oldu ki, tıpkı bir ipek böceğinin kendi kozasının içinde gelişip büyüyerek, kelebek haline gelmesi ve onu delerek uçup gitmesi gibi, sermaye de, ulus devlet kabuğunu delerek „küresel sermaye“ haline gelmeye, kanatlanıp uçmaya başladı, küresel dünya sisteminin esas oyuncusu oldu. İşte yeni dünya düzeninin-kapitalist küresel dünyanın belirleyici dinamiği budur..."
[1]Yeni Şafak, 20.6.2013
[2]„Bilişsel Tarih ve Toplum Bilimleri’nin Esasları“- 2005, www.aktolga.de 5. Çalışma..
[3]Bu anlamda, kelimenin tam anlamıyla, “denize düşenin yılana sarılması“dır AB olayı! Eski tekelci kapitalist yöntemlerle işyapamıyorlardıartık; üstelik bir de büyük patronun (ABD) koruyucu şemsiyesi altında yaşamak zorundaydılar! Yapılabilecek bir tek şey vardıve onlar da onu yapmaya koyuldular: Eski sandıklarınıaçtılar ve çoktan tarihe gömdükleri eski silâhlarınıyeniden kuşanmaya soyundular. Bugün başlarına gelenleri o günlerde görebilselerdi gene de aynışeyleri yapabilirlermiydi acaba? Ama başka çözüm yollarıyoktu ki! Tarihin diyalektiği böyle işliyor işte!..
[4]Aslında beyin bir „makine“ falan değildir tabi! Burada konuyu daha iyi açıklayabilmek için bu ifadeyi kullanıyoruz.
[5]Buradaki “agent” kavramı, bir sistemin otonom unsuru-elementi anlamındadır.
[6]Bu konuda bak: www.aktolga.de 3, 4. Çalışmalar..
Yorum Yap