- 3.06.2013 00:00
„İTTİHATÇILIK“ DEYİP GEÇMEYELİM, „İTTİHATÇILIK“, YA DA „TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ“ OLARAK İFADE ETTİĞİMİZ ŞEY BÜTÜN İDEOLOJİLERİN ÖZÜNDE OLAN POZİTİVİST DEVRİM ANLAYIŞIDIR..
İDEOLOJİ OLAYININ ALTINDA BAZAN MATERYALİZM, BAZAN DA İDEALİZM YATAR; AMA O, SON TAHLİLDE SÜBJEKTİF İDEALİZME-POZİTİVİZME DAYANIR!..
Sübjektif idealizm varolanı değil, olmasını istediğimizi, ya da düşündüğümüzü öne koyar[1]. Bu nedenle, bütün ideolojiler aslında sübjektif idealisttir. Ama sadece bu da değil, ideoloji aynı zamanda pozitivisttir de. Çünkü o, koordinat sisteminin merkezini kendi üzerine koyarak, dünyayı sadece gözüne taktığı kendine özgü bu gözlüklerle görmeye başlayan bir sınıfın dünya görüşünü yansıtır. Bilimi kendi sübjektif varoluşkoşullarına-niyetlerine göre yorumlamaya-kavramaya kalkınca, artık bütün o sübjektif duygusal faktörlerin hepsi gözüne “bilimsel” gerçeklermişgibi görülmeye başlar. Bilim böyle diyor, o halde böyle olacaktır der, başka da birşey kabul etmez zaten! O andan itibaren toplum ve insan onun için bir makineden farksızdır artık. “Bilime” dayanarak onu yeniden şekillendirmek-örgütlemek kalır geriye!.Olay budur..
Öte yandan, her ideolojinin ya materyalist ya da idealist bir çıkış noktası vardır. Dinsel ideolojiler söz konusu olunca bu idealizmdir. Bu durumda, başlangış noktasında bir “idee” vardır ortada. Sonra, bu idee’yi kabul eden-benimseyen sınıfın sübjektif idealist-pozitivist düşünceleri yükselir bunun üzerinde.
Nasyonal Sosyalist ideolojiyi ele alalım: İdeolojinin üstünde yükseldiği bütün o ırkçı maddi temel (“Alman ırkının üstünlüğü” vs) hep sübjektif idealist varsayımlarla şekillendirilerek ortaya konulmaktadır. Olduğu düşünülen, ya da olması istenilen şeylerin üzerine bir dünya görüşü inşa edilmektedir. Çükü o anki çıkarlar bunu gerektirmektedir. Sonra, bir inanç sistemi haline getirilen bu ideoloji, “ideolojik mücadele” ve “ideolojik eğitim” yoluyla insanlara benimsetilecek, birer robot haline getirilen insanların ideolojinin robot askerleri olarak bu yolda mücadele etmeleri sağlanacaktır. Burada, varılmak istenilen amaç, aslında en başta belirlenen o ırkçı-milliyetçi kılıfla gizlenmiş haldedir. Tabi, işin altında yatan, bir sınıfın-ulusun egosu-tek yanlı çıkarlarıdır. Temeldeki bu maddi gerçeklikten kaynaklanan duygular-istekler, sübjektif idealist bir dünya görüşüyle bunlar bilimsel olarak nitelenerek, ulaşılması gereken hedefler olarak belirleniyor, sonra da bunlar için mücadele ediliyor.
İşçi sınıfının ideolojisini ele alalım. Burada da gene işin özünde sübjektif idealizm yatar. Olmasını istediği şeyleri varolanın yerine koyarak bir dünya görüşü-ve ideoloji- haline getirir işçi sınıfı da. Şöyle: Önce, işçi sınıfının dışında, “objektif-mutlak bir gerçeklik olarak” bir burjuvazi vardır ortada. Böyle kabul edilir. Bu kabuldeki “burjuvazi” işçi sınıfının dışında “objektif mutlak bir gerçekliktir”, çünkü, prensip olarak bu evrende yer alan varlıklar objektif mutlak gerçekliklerdir. Öte yandan, “objektif mutlak bir gerçeklik olan bu” burjuvazi, gene “objektif bir gerçeklik olarak varolan” kapitalizmle birlikte varolur. Birinci kabul budur. Şimdi geliyoruz ikinciye: “Diyalektik Materyalizme” göre (ki bu, işçi sınıfının dünya görüşünün-ideolojisinin felsefi temelini oluşturur) “herşey kendi zıttını yaratarak, onunla birlikte varolacağı-olabileceği” için, burjuvazi de kendi zıttı olarak (gene objektif-mutlak bir gerçeklik olan) işçi sınıfını yaratır, onunla birlikte varolur. Yani bu iki sınıf özünde biribirlerinden bağımsız olan, biribirine zıt objektif-mutlak gerçekliklere denk düşerler. Kapitalizm geliştikçe (“üretici güçler geliştikçe”) çelişkinin işçi sınıfı tarafından temsil olunan diğer kısmı da gelişecek ve öyle bir durum ortaya çıkacaktır ki sonunda işçi sınıfı kendi “diyalektik zıttını” (burjuvaziyi ve onun tarafından temsil olunan kapitalist sistemi) yok ederek kendisi tarafından temsil edilen sosyalist sistemi kuracaktır. Olay bundan ibarettir. Buradaki temel kabul, esas çıkış noktası, burjuvazinin ve işçi sınıfının (dolayısıyla da kapitalist toplumun ve sosyalist toplumun) biribirlerinden bağımsız objektif-mutlak gerçeklikler olmalarıdır. Ha, elbette ki, esas itibariyle biribirlerinden bağımsız olarak varolan bu sınıflar kendi aralarında da ilişki içindedirler, bu ayrı! Burada önemli olan, işçi sınıfının, özünde kendisinden bağımsız olarak varolan burjuvaziyi yok ederek kendisinin temsil ettiği toplumu (üretim araçlarının mülkiyetinin işçi devletine ait olduğu sosyalist toplumu) kurduktan sonra da varlığını sürdürüyor olmasıdır. Ne zamana kadar mı? Ta ki, o da kendi zıttını yaratarak komünist toplumun ortaya çıkmasına yol açana kadar!. Yani, “komünist toplum” ortaya çıkana kadar işçi sınıfı (“kendinde şey” bir sınıf olarak) varlığını sürdürecektir!.
Dikkat ederseniz buradaki çıkış noktası materyalisttir; ama “herşey kendi zıttıyla birlikte varolur” denilerek buraya bir de diyalektik kavramı ekleniyor. Ama öz değişmiyor. Yani, “zıtların” her ikisi de biribirlerinden bağımsız objektif mutlak gerçeklikleri temsil ediyorlar. Daha fazla uzatmaya hiç gerek yok aslında. Bütün bunlar 18-19 ve 20.yy lardaki dünya görüşünün felsefi temelleri. Örneğin, bir Newton Fiziği de-bütün bir klasik bilim de- tamamen bu temeller üzerinde yükselmiştir..
Bütün bunlar son derece normal. O dönemde ne yapacaktı ki başka işçi sınıfı[2]. Baskıdan sömürüden kurtularak insan gibi yaşayabilmek için bir mücadele hedefi koymalıydı önüne. Üstelik de bu “kurtuluş” burjuvaziden kurtulmak anlamına geleceği için, o yok olmadan kendi kurtuluşu imkânsız gibi görünüyordu. Bluğ çağının duygusallığı-radikalizmi başka türlü düşünmeye elvermezdi ki!.
Marx ve Engels, hatta Lenin yaşasalardı da günümüz dünyasında olup bitenleri görselerdi ne düşünürlerdi acaba?. İşçi sınıfının yavaş yavaş yerini robotlara bırakarak güneşin altındaki kar gibi erimeye başladığı bir dünyada halâ “proletarya diktatörlüğü” peşinde koşanlara, ya da, özel mülkiyeti yok ederek sosyalist bir toplum kurmaya çalışanlara ne derlerdi..
KÜRESELLEŞME, 21.YY PARADİGMALARI VE İDEOLOJİNİN SONU!
Bu konuda daha önce şöyle yazmışız[3]: “Eskiden tekel+ulus devlet bir bütündü ve egemenlik alanını genişletmek için bu ikili bir bütün olarak hareket ederlerdi. Finans kapital ulus devletin açtığı güvenli yolda yürüyerek dünya pazarlarını istilâ ederdi. Ki bu da, aynı hedefi güden, herbiri diğerlerinin aleyhine olarak kendi nüfuz bölgesini genişletmek isteyen emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişkileri ön plana çıkarırdı. Ancak bu sürecin ve bu sürece yön veren çelişkilerin, soğuk savaş döneminde-ikiye bölünmüş dünya ortamında da-eskiden olduğu gibi aynen sürmesi artık mümkün değildi. Çünkü bu, bütün bir insanlığı topyekün yok oluşa götürebilirdi. İş bu noktaya gelince, durum, bütün diğer yasaların üstünde olan yaşamı devam ettirme yasası (survive-überleben) açısından devam ettirilemez hale gelince, finans kapital yavaş yavaş ulus devlet yükünü sırtından atmaya, dünya pazarlarına yayılmanın daha başka-barışçıl yollarını aramaya başladı.
Ama ne olabilirdi bu “yeni-barışçı yollar”:
Bir malı daha iyi kalitede, daha ucuza imal ederek rekabet etmek ve bu şekilde, daha çok satarak, dünya pazarlarında daha çok yer kapmak!
İşte, yeni dönemin, “soğuk savaş” döneminin, atom bombasından daha güçlü, en önemli “silâhı” bu oldu! Öyle bir silahtı ki bu, hem sosyalist sisteme karşı, hem de kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki rekabette biribirlerine karşı etkiliydi; üstelikte, hiçbir kullanma riski taşımıyordu!...
Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engeller ortadan kalkınca (suyun akışını engelleyen barajın kapakları açılıverince) su-yani sermaye- muazzam bir hızla akmaya başladı ve kısa zamanda eski yatağının da dışına taşarak bütün dünyaya yayıldı.
Böyle bir dünyada ulusal sınırların içine kapanarak yaşamak mümkün değildi artık. Daha önce dünya pazarlarında nüfuz bölgeleri kapma yarışında olan bütün o ulus devletler, “gel gel buraya da gel, bak sana bedava arazi de vereceğim, üstelikte on yıl vergiden de muaf olacaksın” vb.diyerek küresel sermayeyi kendi ülkelerine çağırmaya başladılar!. Sermaye gelsin yatırım yapsında yeni iş alanları açılsın diye biribirleriyle yarışa başladılar. Böyle bir dünyada artık milliyetçilikten bahsetmek mümkün müdir!. Bitti artık o “rüya”! İster milliyetçi-ulusalcı, isterse milliyetçi sosyalist adı altında olsun bu türden bütün o ideolojilerin bataklığı kurudu artık! Bu nedenle, etrafınızda gördüğünüz Hitler özentilerine müzelik olarak bakabilirsiniz!.Bunların hiçbir şansları kalmadı artık!..Ama tabi bu durum, lokal düzeyde bu türden akımların halâ tehlike teşkil ettikleri gerçeğini değiştirmiyor!. Bu nedenle, nasıl olsa faşizmin maddi temelleri yok artık diye yan gelip yatmak yanlıştır!..
Peki ya “işçi sınıfı ideolojisi”, o ne durumda bugün? Küreselleşmeyi falan bir yana bırakarak ben size şöyle bir soru soracağım şimdi: “Sosyalist sistemde” ne işsizlik vardı ne birşey, sağlık, ulaşım falan da bedavaydı, herkes güven içindeydi, ne zengin vardı ne de fakir; niye vardı o zaman o “duvarlar” ve niye yıktı insanlar o duvarları kendi elleriyle? Bütün bunlar hep “emperyalizmin oyunu”muydu? Hadi canım sende!! Bu konuyu daha önce yeteri kadar inceledik. Burada altını çizmek istediğim nokta şu: Sınıflı topluma geçiş, üretici güçlerin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olmuştur. Bireyi ve özel mülkiyeti ortaya çıkaran da bu süreçtir. Bu sürecin sonunda tekrar sınıfsız topluma geçebilmek için, üretici güçlerin ve bireyin daha da gelişmesinden başka bir yol yoktur. İnkârın inkârı olayının özü budur. Bireyi yok varsayarak devlet gücüyle sınıfsız topluma geçilemez!..Birey, ancak gelişmesinin bir üst aşamasındadır ki „kendini bilerek“, yani kendi „varlığını“ inkâr ederek „kendi gerçekliğinin bilincine varacaktır“. Zor’la, (bu zor, onlar adına, „onlar için“ bir zor da olsa) bireyi yok edemezsiniz. Birey ancak kendi varlığında yok olabilir. Birey, bu şekilde kendi varlığında yok olmadan da sınıfsız topluma geçilemez!..
Küreselleşme olayıyla birlikte üretici güçlerin bütün dünyada muazzam bir hızla gelişmeye başladığını, buna bağlı olarak da demokratikleşme sürecinin hızlandığını söylemiştik. Kapitalistler elbette ki demokrasiyi de kendileri için istiyorlar. Daha çok küresel sermaye gelsin diye şeffaflığı savunuyorlar. Yani, özel olarak halkı, işçileri düşündükleri, onlara acıdıkları için, ya da ideolojik nedenlerden dolayı demokrat olmadılar öyle birden bire! Ama işte tam bu noktada, onların çıkarlarıyla halkın-işçilerin çıkarları kesişiyor, ve demokrasi mücadelesi bütün halkın mücadelesi haline geliyor. Üretici güçlerin gelişmesini engelleyen devletçi işletme sisteminin yerine serbest rekabetçi bir işletme sisteminin geçmesi sadece kapitalistlerin işine yaramıyor, bundan çalışanlar da yararlanıyorlar. Kapitalist, azami kâr peşinde koştuğu için, özgürce üretim yaparak daha da zenginleşmek için istiyor demokrasiyi; devletçi sistemin önüne çıkardığı engellere bu yüzden karşı çıkıyor. Ama bütün bunları gerçekleştirebilmesi için, işgücünü özgürce satabilen işçilere de ihtiyacı var onun. İşte kapitalist bunun için köylüyü işçi yaparak özgürleştiriyor. Evet özgürleştiriyor! „Bu da bağımlılığın başka bir biçimi“ olsa bile gene de özgürleştiriyor ! Çünkü üretici güçler böyle gelişir. İşçiler burjuvalara bağımlı hale gelmesinler diye köylülüğü mü savunacağız! „İlericilik“ bu mudur! Devlete bağlı kamu iktisadi teşebbüslerinde, bir kişinin yapacağı iş için torpille işe alınan beş kişinin çalıştığı bir düzeni savunmak mıdır „ilericilik“! „Hangi sistem altında gelişiyor üretici güçler“, belirleyici olan budur. İlerici, devrimci, demokrat olmanın ölçüsü bu soruya verilecek cevapla bağlantılıdır.
Bugün AK Parti-Anadolu burjuvazisi- demokrasi mücadelesinin öncülüğünü yapıyor, niye? Bu insanlar-AK Partililer (bir kısım “liberaller” gibi!) anadan doğma “demokrat” oldukları için mi!! Elbetteki hayır! Onların sınıfsal çıkarlarıyla demokratlık-demokrasi mücadelesi örtüştüğü için demokrat oldu onlar. Ne midir bu çıkarlar diyorsunuz, çok basit: Daha çok kazanmak, daha çok kâr etmek, zenginleşmek. Bunun için içerde demokratik bir huzura ihtiyacı var onların. Kürt melelesine yaklaşımı da bu onların. Fırsat verilse bu işi de anında bitirmeye hazırlar. Çünkü bir getirisi yok savaşın onlar için! Ama olmuyor. İki taraflı olarak savaştan çıkarı olanlar bırakmıyorlar!
Size birşey söyleyeyim mi ben, üreten, kendi varlığını üreterek kazanan insanlardan hiç korkmayın. Daha iyi kalitede, daha ucuza üreterek dünya pazarlarında yer tutmak isteyen insanlardan korkmayın. Bunların sadece çevre sorunu açısından denetlenmeye ihtiyacı vardır!. Çünkü o üretim ve rekabet hırsıyla çevreyi falan unutabilirler süreç içinde!. Bu konuda uyanık olmak gerekir! Bunun dışında, eğer sizin derdiniz sadece demokratik haklarınızın kabulüyse, mücadelenizi bu insanların mücadeleleriyle birleştirin. Devleti, Devletçiliği kalkan olarak kullananlardan korkun siz, hangi türden olursa olsun belirli bir ideolojinin arkasına sığınarak yol almak isteyenlerden korkun!..Bir zamanlar o “ilerici” “solcu” İttihatçıların Anadolu halklarına yaptıklarını hiç unutmadan!!..
Dün, tekelci kapitalizme-emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi vermekti ilericilik; bugünse, „ulusal bağımsızlığı“ savunmak adına devletçi, çağ dışı bir düzenin bekçiliğini yapanlara karşı durmaktır; küresel demokratik devrime karşı ulusal duvarların arkasına gizlenenlere karşı durabilmektir.
Dün, sermaye yetersizliğine çare olarak bulunan „kamu iktisadi teşebbüslerini“ desteklemek belki ilericilikti, ama bugün ilericiliğin ölçüsü devlet tekelciliğine karşı özelleştirmeleri desteklemektir!
Dün, yabancı sermayeye karşı çıkmak ilericilikti. Çünkü, kapitalizmin tekelci aşamasında-emperyalizm aşamasında sermaye ihracı sömürgeciliğin ayrılmaz parçasıydı. Sömürge ve yarı sömürge halklar bu „yabancı sermayeye“ karşı mücadele içinde geliştirmişlerdi kurtuluş savaşlarını. Bugünse tam tersine, „yerli-milli sermaye“ diye ulusal duvarların arkasına gizlenerek tekel kuran ve kendi halkını kendisine mecbur bırakan „ulusal-sermayeyi“ savunmaktır gericilik!
Ey, küresel bir dünya sisteminin doğmakta olduğunu göremeyen eski ilericiler, kapitalizm bir dünya sistemi haline geldi artık! Sermaye küreselleşti. Sermayenin ulusu kalmadı! Ulusalcı nutuklarla sizi uyutanlar, sizin „ulusal-sermaye“ dedikleriniz, küresel rekabet mücadelesine girmek istemeyen, ulusal duvarların arkasına gizlenerek kendi tekel konumlarını muhafaza etmek isteyen yerli bezirgânlardır. Bugün, içinde yaşadığımız küreselleşme sürecinde, „kim ki bir taş üstüne bir taş koyuyor, niyeti, menşei, „ulusal kökeni“ ne olursa olsun hoş geldi sefa geldi“ ülkemize demeyi öğrenmeden artık ne devrimci olunabilir, ne de çağdaş. Çünkü, kendi ülkende üstüste konulan o taşlardır ki, hem yerel, hem de küresel düzeyde, üretici güçlerin gelişmesini ifade eden onlardır. Kapitalizmin kendini inkârı sürecinin köşe taşlarıdır onlar! Bu diyalektiği anlayamıyorsanız hiç olmazsa susun![4]
Peki, birgün küreselleşme sürecinin tamamlandığını, yani şu ya da bu şekilde yeryüzündeki bütün ülkelerin küresel bileşik kaplara bağlandığını, ve suyun-üretici güçlerin gelişme seviyesinin- bütün ülkelerde aşağı yukarı eşitlendiğini düşünürsek eğer, ne olacak bu durumda, küresel rekabet mücadelesi ve buna bağlı olarak da üretici güçlerin gelişme süreci nasıl gelişecek bundan sonra?
Azami kâr yasası duruyor olacak mı o zaman da yerinde? Evet! Rekabet duruyor olacak mı? Evet! O halde kim bir malı daha ucuza ve daha iyi kalitede üretebilirse gene o kazanacak! Doğru mu bu tesbit? Doğru! Peki, böyle bir durumda bir malı daha ucuza nasıl üreteceksin? Artık ücretlerin düşük olduğu bir Çin de olmadığına göre ortada! Afrika’nın keşfi de çoktan gerilerde kalmış olacak o zaman! Ne yapacaksın bu durumda? En başta söylediğimiz gibi, bu durumda „geriye bir tek yol kalmış“olacak! Bilgi ve teknoloji üretimine daha da hız kazandıracaksın! Çünkü bu durumda artık, kim daha ileri teknik-daha çok robot kullanır hale gelirse onun üretim maliyetleri daha da düşecektir!
Bir hata var mı bu mantıkta! Varsa hemen duralım! Ben göremiyorum! O halde devam ediyoruz:
İşte kapitalizmi inkâra götüren süreç budur. İşte „bilgi toplumuna“ giden yol budur.
Giderekten, ilk planda kol işçiliği diye birşey kalmayacak ortada. Proletaryanın yerini tamamen robotlar alacak! Sonra? Biliyorum hemen denecek ki, „evet kol işçiliği kalkacak ama, ya kafa-beyin işçiliği? O robotları programlayan kafa işçilerinin sayısı artacak bu sefer de. Ve kapitalizm sürüp gidecek“!
Şurası kesin: Gidebildiği yere kadar gidecek kapitalizm! Yani, artı değer elde etmek mümkün olduğu sürece kapitalizm ve kapitalistler yok olmayacaklar! Ama bu işin de bir sınırı var. Bir kere az önceki mantık, yani kol işçilerinin yerini robotlar alırken kafa-beyin işçilerinin sayısının artacağı mantığı doğru değildir. Değildir çünkü, bilgi üretimi sürecinin ileri aşamalarında, insanların günlük ihtiyaçları gibi „basit şeylerin“ üretildiği alanlarda kafa-beyin işçilerine de ihtiyaç kalmayacaktır artık! Robotlar sadece kol işçilerini değil, bugünkü kafa işçilerini de işsiz bırakacaklar o zaman! Program yapan robotlar üretilecek. Robotlar robotları kontrol edip yönetecekler. Ve öyle olacak ki, insanların yeme, içme, giyim, barınma gibi temel ihtiyaçlarını artık tamamen robotlar üretir hale gelecekler. İnsanlar ne mi yapacaklar? Bir kere sürecin bu aşamalarında artık öyle ulus-devletler vs. gibi ilkel oluşumlar tamamen ortadan kalkmış olacaklar! Bir tek dünya toplumu-insanlığı kalacak ortada. Birey mi dediniz? Birey, kapitalizmin, özel mülkiyetin gelişimi süreci içinde gelişmesinin en yüksek aşamasına eriştikçe adım adım toplumsal varlığın içinde kendi varlığında yok olacak. Dünya vatandaşlığı onun en son bireysel varoluş biçimi olacak. Ondan sonra artık, tıpkı ilkel komünal toplum içinde bir insan birey olarak varolmadan nasıl varoluyorsa, modern komünal toplum insanı da o şekilde varolur hale gelecek. Yani, toplumsal varlığın içinde, kendi varlığını toplumsal varlıkla birlikte oluşturabilir hale gelecek. İlkel sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçilirken özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkan birey, özel mülkiyet yok olurken toplumsal varlığın içinde gene yok olacak.
Artı değer mi, kapitalizm mi? Nedir onlar? İnsanlar geriye doğru baktıkları zaman böyle düşünecekler! İnsanların temel ihtiyaçlarının robotlar tarafından üretildiği bir toplumda ne artı değer olur, ne de kapitalizm. Kapitalizmin, bireyin, özel mülkiyetin gelişerek yok olmasının, gelişerek kendini inkârının ürünüdür bilgi toplumu.
Ha, ne demiştik, “işçi sınıfı ideolojisi” mi!..En son Taksim “gezi parkında” dolaşıyordu o galiba!..
YAZININ BİRİNCİ BÖLÜMÜ İÇİN TIKLA
[1] Bu konuda daha geniş açıklamalar için bak: www.aktolga.de 3. Çalışma..
[2]Newton ne yapacaktı! Daha klasik fiziğin bile ortaya çıkmadığı dönemde kuantum fiziğini mi formüle edecekti!
[3]www.aktolga.de “Makaleler”-“Küreselleşme Süreci, Küresel Demokratik Devrim-Türkiye”
[4] Bu satırlar beş yıl önce yazılmış! www.aktolga.de 5. Çalışma..
Yorum Yap