- 1.06.2013 00:00
PEKİ, YA KAPİTALİZMİN GELİŞME SÜRECİ
İşte, Osmanlı’da ve Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi süreci, içine girilen bu pozitivist kültür ihtilali sürecinin diyalektik anlamda inkârının sonucu olmuştur!
Nasıl mı, çok basit! “Batılılaşmak” için bütün o batılı kurum ve kuralları-bilgileri ülkeye getirmek mi istiyordun sen! Örneğin, banka kurup kredi mi vermek istiyordun köylüye![1] Al işte o zaman! Krediyi alan senin beğenmediğin o köylü elde ettiği ürünü pazara götürüp satarak biraz para kazanmaya başlayınca, bu kez bir sonraki sene işi biraz daha büyütme çabası içine giriyor ve biraz daha fazla kredi alarak bir de traktör almak istiyordu!... Derken, öyle bir an geldi ki, o “cahil”-“göbeğini kaşıyan adam”, yani eski reaya-köylü, dış dinamiklerle de bütünleşerek dünya pazarları için üretim yapmaya başladı! Bir adım sonra da, siyaset yapmayı da öğrenerek, iktidarı senden almaya, onu kendi çıkarlarına uygun hale getirmek için senin karşına dikilmeye kalkıştı!..İşte hazmedemediğiniz budur sizin. Olay bu kadar basittir!
Şimdi, bir an için bütün o “batılılaşma” hikayelerini falan unutun ve bildiğimiz-klasik Osmanlı’yı getirin gözünüzün önüne!. Sonra da, Osmanlı’dan ayrılarak kendi “ulus devletlerini” kuran o Balkan ülkelerini düşünün. Eğer Müslüman kesimin gelişme süreci de aynen o Balkan ülkelerinin ki gibi olsaydı (tabi böyle olabilirdi falan demek istemiyorum, sadece bir metafor olarak bu örneği veriyorum), ne olacaktı o zaman? Nasıl ki o Balkan ülkeleri kendi mahalli liderlerinin-kocabaşıların vb. önderliğinde devlete-Osmanlı’ya- karşı mücadele ederek kapitalizme geçiş yoluna girmişlerse, bizde de aynı şekilde, Müslüman orta sınıfların-ayanların, eşrafın-önderliğinde gene Devlete karşı verilen bir mücadelenin sonunda aşağıdan yukarıya doğru bir geçiş yaşanacaktı[2]. Ama böyle olmadı, bu ayrı bir konu. Demek istiyorum ki, bu işin özü, varolana karşı, mevcut statükoyu temsil eden Devlete karşı-bu Devlet ister İslamcı, ister batıcı kılıkta olsun-onun diyalektik inkârını yaratmak için verilen aşağıdan yukarıya doğru bir mücadeleden geçiyor. Yeni, ancak bu şekilde eskinin içinden çıkıp gelebiliyor.
Ama ne oldu Osmanlı’da: Devlet, “batılılaşarak” kendini kurtarma çabasına girince, onun bu çabası hemen “ilerici” bir çaba olarak kabul edilmeye başlandı!. Tabi bu durumda, devlet “ilerici” olunca, ona karşı aşağıdan yukarıya doğru oluşan-varolanı korumaya yönelik reaksiyonla birlikte, toplumu değiştirme mücadelesi veren Anadolu kapitalizminin güçleri de “gerici” olarak anılmaya başlandılar! Bir yanda, devlet eliyle yukardan aşağıya doğru geliştirilen bir medeniyet değiştirme projesi-süreci, diğer yanda da, buna karşı geleneksel kültürü savunma reaksiyonuyla birlikte, varolanın diyalektik inkârı olarak ortaya çıkan kapitalizmin gelişmesi süreci. İşte, olayı olağanüstü karmaşık hale getiren içiçe geçen bütün bu süreçlerdir..
Burada, Devletin “batılılaşma” (medeniyet-kültür değiştirtme) baskısına karşı ortaya çıkan varolanı koruma reaksiyonuyla, yönetilenlerin içinden çıkıp gelen yeninin (varolanın diyalektik inkârının) mücadelesinin aynı şey olmadığının altını çizmek gerekiyor. Evet yeni, yani kapitalizmin güçleri de varolana-Devlete karşı mücadele ediyorlar, ama bununla, gene eskinin içindeki bir güç olan “Yönetilenlerin” reaksiyonu aynı şey değildir. İşte, bugün bile hala zaman zaman ortaya çıkan-depreşen AK Partililerin o İslamcı Osmanlı Devleti savunuculuklarının kökeni buralara dayanır. Devletin içindeki batıcı kanada karşı yaşamı devam ettirme mücadelesi verilirken, kaçınılmaz olarak iki akım birlikte-birarada oluşmuş, tarih sahnesine çıkmışlardır..
Çok basit bir şekilde, öğrenme ve bilgi teorisi açısından olayı açıklamaya çalışalım:
Devletin temsil ettiği, adına “batılı değerler” denilen bilgi sistemini A, B ve C sinapslarıyla (sinaps, beyinde informasyonların kayıt altında tutulduğu yapılara verilen addır) kayıt altında olan bilgiler olarak düşünüyoruz. Buna karşı, “Yönetilenlerin” sahip olduğu geleneksel değerleri temsil eden-ve İslam çerçevesi içinde sunulan bilgiler de D, E, ve F sinapslarıyla temsil ediliyor olsunlar. Bu durumda, Devlet ve onun “batıcı” tebaası hayatı A, B ve C sinapslarıyla kayıt altında olan bilgilere göre yorumlayarak yaşamaya kalkacakları için (alkol konusunun da bunların içinde kayıt altında olduğunu düşünün!), bu arada yaşamı D, E ve F sinapslarıyla kayıt altında olan bilgilere göre (bunları da geleneksel-İslamcı bilgiler olarak düşünün) yaşamaya çalışan “Yönetilenlerle” kapışırlar!. Bu mücadele aslında, bir yanıyla, varolan sistemin içindeki bir sınıf mücadelesidir. Ama, dikkat edilirse, o aynı zamanda bir medeniyetler-kültürler çatışması olayıdır da. Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in “ilerici”-“gerici”, “batıcı-İslamcı” çatışmalarının kaynağı budur.
Ama bütün bunların yanı sıra, bir de, varolan sistemin ana rahminde gelişen bir “yeni” olayı var.
Bakın bu nokta çok önemli. Evet yeni, eskinin içinden, onun ana rahminden çıkıp gelişiyor. Bu açık! Bu anlamda onun varolan sistemin “Yönetilenleriyle” ilişkisi bir anne çocuk ilişkisidir. Ama, bir noktaya kadar içiçe geliştikleri için, bunlar sanki bir ve aynı şeymişler gibi görünürler, fakat aslında DNA’ları farklıdır bunların! Annenin-Yönetilenlerin-DNA’ları D, E ve F sinapslarından-bilgilerinden oluşurken, çocuğun DNA’ları artık A,B,C ile D,E,F nin etkileşmesinden (recombination) meydana gelmektedir. Burada söz konusu olan iki medeniyetin etkileşimi olduğu için de, meydana gelecek çocuğun Batı-Doğu-İslam etkileşiminin ürünü olacağı sonucuna varırız. Bu aslında bizim hepimizin doğup büyüdüğümüz, içinde yoğurulduğumuz sürecin-etkileşmelerin açıklamasından başka birşey değil!..Biz farkında olalım olmayalım, bizim hepimiz bir senteziz aslında. Bir yanımız Batı ise diğer yanımız da Doğu’dur-İslam’dır..
ŞİMDİ, YUKARDAN AŞAĞIYA VE AŞAĞIDAN YUKARIYA DOĞRU GELİŞEN BU SÜREÇLER İÇİNDE KÜRT SORUNUNUN YERİNİ GÖRMEYE ÇALIŞALIM..
Doksan yıldır içinde yaşadığımız toplumu-Kemalist Cumhuriyeti Osmanlı artığı “Yönetici” bir Devlet Sınıfıyla “Yönetilenlerden” oluşan bir sistem olarak ele almıştık. Bu, aslında Osmanlı’dan bize miras kalan bir yapıdır-sistemdir. Ve arada-eski ve yeni biçimleri arasında- niteliksel olarak bir fark yoktur. Bu sistemin içinde Kürtler’in yerine gelince, o da bellidir aslında. Onların da “Yönetilenlerin” bir parçası olmanın ötesinde bir kimliği-yeri yoktur bu sistemde. Bu nedenle, basit bir mantıkla bile olsa, burada hemen şunu söyleyebiliriz: Kürtler, eğer daha demokratik bir yapı içinde kendi kimlikleriye temsil edilerek yaşamak istiyorlarsa, herşeyden önce, varolan bu sistemin-statükonun değişmesi için mücadele etmelidir. Bu ise, kaçınılmaz olarak onları mevcut Yönetici elitle-“Devletle” karşı karşıya getirir.
Ama hepsi bu kadar değil!.Yani, sistem sadece Kemalist Devlet ile Kürtler’den ve bunların kendi aralarındaki mücadelelerden oluşmuyor! Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, üretici güçlerin gelişmesine paralel olarak, bir de aşağıdan yukarıya doğru gelişen bir kapitalizm ve onun güçleri var ülkede.
Şimdi, iki sistem var ortada. Eskiden beri varolan, bildiğimiz Kemalist Cumhuriyet ve bunun içinden çıkıp gelen, yeni, yani burjuva-demokratik cumhuriyet. Buna bağlı olarak da, iki sistem arasında kıyasıya bir mücadele..Eski sistemi temsil eden Kemalist elitle yeniyi temsil eden burjuvazi arasındaki mücadeledir bu. Dış dinamikle de bütünleşerek dünyaya açılan, daha çok üreterek daha da zenginleşmek isteyen Anadolu burjuvazisi, eski sistemi değiştirerek onu çağa uygun hale getirmek istiyor.
1-Anadolu burjuvazisinin Kemalist elite karşı verdiği bu mücadele (ki bu mücadeleyi bugün AK Parti temsil ediyor) bir demokrasi mücadelesidir. Daha düne kadar “cahil”, “göbeğini kaşıyan adam” olarak küçük görülen, horlanan Osmanlı’nın reayasının içinden, onun diyalektik inkârı olarak çıkıp gelen Anadolu burjuvazisinin, kendini, kendi kimliğini kabul ettirme, buna bağlı olarak da sistemi ele geçirme, onu kapitalist bir cumhuriyet haline getirme mücadelesidir.
2-Ancak, iki sistem arasındaki bu mücadeleyi, varolan eski sistemin kendi içindeki mücadelelerle, ve bir de tabi, gelişmekte olan yeninin içindeki mücadelelerle karıştırmamak gerekir.
Biz şimdi önce, varolan eski sistemin içindeki mücadeleleri ele alalım: Bunlar, Devletin medeniyet-kültür değiştirme baskısına karşı geleneksel kültürü savunma reaksiyonu ile (Saadet Partisi etrafında toplanan hareket), gene Devletin yeni bir ulus-“Türk ulusu” yaratma politikasına karşı reaksiyon olarak doğan “Kürt milliyetçi” hareketidir. Yani, hem geleneksel kültürü savunmayı temel alan din temelli bir reaksiyon, hem de, Devletin yarattığı etnik zihniyete karşı gene etnisite temelli bir reaksiyon.. Bunların ikisi de varolan sistemin kendi içindeki “muhalefet” olarak ele alınmalıdır. Bu durumda, Devlet ve onun yarattığı “karşıtları”, biribirlerinin varlık şartını oluşturan “düşman kardeşler” olarak birarada varolmaktadırlar. Aradaki mücadele de bunların biribirlerini yaratma-varetme mücadelesidir...
3-21,yy’ın dinamiklerine uygun modern-demokratik bir sistem içinde, kendi kimlikleriyle özgür bir şekilde yaşamak isteyen Kürtler bu mücadelede (ona karşı bir reaksiyon olarak bile olsa) Kemalist elitin yanında yer alamazlar. Mademki bu bir özgürlük-demokrasi-kimliklerin tanınması mücadelesidir, o halde, Kürtlerin de bu mücadelede Anadolu burjuvazisiyle birlikte yer almaları gerekir. Olayın bilimsel çözümü budur (bakın, bu satırları 2010 da yazmışım).
Ama tabi burada bir nokta var!. Dikkat ederseniz, yukarda, “demokratik bir sistem içinde özgür bir şekilde yaşamaktan” bahsettik. Ve varılan sonucu da buna göre formüle ettik. Ama yok eğer sizin amacınız demokratik bir sistem içinde birlikte yaşamak değilse, kafanızda halâ, 20.yy mantığıyla eski tipten ayrı bir ulus devlet kurma niyetiniz varsa, o zaman durum farklıdır. Bu durumda yapılacak iş, hem yönetilenler olmaktan, hem de etnik reaksiyondan kaynaklanan potansiyelleri de kullanarak (burjuvazi ile Kemalist elit arasındaki çatışmalardan da yararlanıp) “bağımsızlık” sürecinde kendi yolunuzu açmaktır. Kimse biribirini aldatmasın olayın bilimsel yanı budur. Ha bu yanlış mıdır? Eğer benim fikrimi sorarsanız, ben diyorum ki, bu türden ulus yaratma-yeni bir ulus devlet kurma hayali artık 20.yy’da kalması gereken gerici bir hayaldir. Ama tabi, bunun aksini savunmak da insanların demokratik bir hakkı olmalıdır. Teröre ve şiddete başvurmamak kaydıyla herkes istediği çözümü önerebilmeli, bunun mücadelesini verebilmelidir...
Evet, alkolü falan bırakın da önümüzdeki işlere bakalım!..Yapacak çok iş var..Birileri hiç de boş durmuyorlar, sonra yazık olur ve ararız bu günleri..Bir zamanlar biz de öyle “cici demokrasi”, “Filipin tipi demokrasi” falan diye dalga geçiyorduk ama sonra hayat bazı şeyleri çok acı deneyimlerle öğretti! Tabi öğrenmek isteyenlere!.
YAZININ 1. BÖLÜMÜ İÇİN TIKLA
[1]Artık fetih yoluyla gelir elde edemeyen Devlet’in, içine girilen bu yeni süreçte daha çok vergi alabil-mek için daha çok üretmeyi teşvik etmesi gerekiyordu. Buradaki mantık aynen, bir ineği ne kadar iyi beslersen onun da o kadar çok süt ve et vereceği mantığına benziyor!..
[2]Nitekim, II.Mahmut’a kadar gelişimin doğrultusu buydu. O „devrimci“ Sultan II.Mahmut’tur ki, bütün o yeni yeni palazlanmaya başlayan Müslüman orta sınıfıyokederek sürece yön değiştirten o olmuştur!..
Yorum Yap