- 21.05.2013 00:00
TÜRKİYE’Yİ 21.YY’IN PARLAYAN YILDIZI YAPAN SÜRECİN DİYALEKTİĞİ..
Filistin sorunu ve Arap baharı-Ortadoğu devrimleri-tartışmalarıyla başlayarak gelişen (Mavi Marmara, Somali ve Suriye üzerinden, Birleşmiş Milletler teşkilatı dahil bütün kurum ve kurallarıyla 20.yy kalıntısı statükoyu eleştiriye yönelen) tartışmaların odak noktası aslında yeni Türkiye ve onun politikalarıdır. İki yüz yıllık bir saptırma ve geciktirme sürecinden sonra yavaş yavaş kendine gelmeye başlayan Türkiye içerde ve dışarda yepyeni politikalar izlemeye başlamıştır. Zamana yayılarak gelişen burjuva devriminin ateşi küresel demokratik devrim rüzgârıyla buluşarak daha da alevlenince, yükselen bu devrimci dalga bir anda Türkiye’yi adeta 21.yy’ın yeni küresel manifestosunu dile getiren güç konumuna yükseltti. Ne oluyordu Türkiye’ye! Sadece İsrail’i, statükonun Batılı güç odaklarını değil, içerdeki milliyetçi-Kemalist-Kürtçü-solcu-sağcı bütün o 20.yy kalıntısı muhalefet odaklarını da (bu arada “solcu liberalleri” de) şaşkına çeviren bütün bu gelişmelerin anlamı ne idi? “Arapların önüne düşerek Osmanlıyı yeniden ihya etmeye mi çalışıyordu” Türkiye! Yoksa “Erdoğan yeni bir Enver Paşa olmaya mı” soyunuyordu! “Daha içerde kendi Kürt sorununu bile çözememiş olan Türkiye nasıl olurdu da Arap Devrimleri hakkında söz söyleme hakkını bulurdu kendinde”[1]! “Azıcık eti budu kanlanan Türkiye, Kapitalizmin Eşitsiz Gelişme Kanunu uyarınca İslamı-din faktörünü de kullanarak Orta Doğu’da-dünya pazarlarında daha fazla yer kapmaya mı çalışıyordu”? “Yeni bir Almanya mı çıkıyordu ortaya”!
Ben bu diyalektiği (The Guardian’ın, bugün, “Türkiye Çağı” başlıyor diyerek ifade ettiği bu yükselen Türkiye diyalektiğini) 1973’de Selimiye’nin o kalın duvarlarının ardında, o büyük hesaplaşma sürecinde farketmiştim! Bir yanda, bütün o İttihatçı-Kemalist geleneği temsil eden (Gürler cuntası) darbeciler ve onların “sağcı”-“solcu” destekcileri vardı ortada, diğer yanda ise, bunların karşısında demokratik parlamenter sistemi ayakta tutmaya çalışan güçler. “Sağmış, solmuş” falan bunların hepsi hikayeydi Türkiye’de! Bunlar, İttihatçı-devletçi geleneğin yarattığı ideolojik toplum mühendisleriydiler sadece. Koca bir ülke, bu ülkenin ağzı var dili yok çilekeş insanları, yüzyıllardır önlerine çıkan bu türden engellere karşı savaşıyorlardı! Hani o, büyük bir barajın ardında biriken suyun kendine has sakin ama derinden gelen-herkesin duyamayacağı- uğultusu vardır ya, ona benziyordu bu halkın duyguları da. Sabır, sabır sabır derken, birgün o sabır taşının da çatlayacağını orada farkettim ben! Ve öyle garip bir şey ki, bir süre sonra farkında olmadan ben kendim de o suyun-sabır denizinin içinde kayboldum gittim uzun zaman!. Bu arada da, hep o taşı çatlatacak-kilidi açacak anahtarı aradım suyun derinliklerinde! Bazan, Kaf Dağı’nın zirvesinde bulunan o nadide çiçeğe benzetiyordum onu; ben de onun peşinde koşan o mitoloji kahramanı oluyordum tabi! Ama bu arada, bütün bu arayış sürecinde, yol boyunca onun-yükselen Türkiye’nin hayali hiç kaybolmadı gözümden. O zamanlar daha 20.yy dı! 20.yy’ın paradigmaları hüküm sürüyordu zihinlerde de; ama ben 21.yy’ı yaşıyordum sanki! Türkiye’nin zihnimde parlayan yıldızının ışığında 21.yy’ın modern sınıfsız bilgi toplumuna giden yolu arıyordum!.
Peki neden Türkiye, Türkiye neden 21.yy’ın parlayan yıldızıdır?
TÜRKİYE’Yİ 21.YY’IN PARLAYAN YILDIZI YAPAN SÜRECİN DİYALEKTİĞİ
Davutoğlu’na soruyor gazeteciler: “Neden her taşın altından hep Türkiye çıkıyor; hem ‘sıfır sorun’ diyorsunuz, hem de-görünüşe bakılırsa-Türkiye hep sorun çıkaran bir ülke durumunda; neden, bu bir çelişki değil midir”?
Davutoğlu’nun verdiği cevap çok ilginç: “Herşeyin merkezinde Türkiye var da ondan”!..
Sanırım bütün mesele burada işte, bu “herşeyin merkezi” olma konusunda yatıyor! Bir kere bu kavranılamayınca da başka hiçbirşey kavranılamıyor! Güncel olaylara-politikalara göre yön tayin edilmeye çalışılıyor. Mavi Marmara olayı ve İsrail meselesi de bununla ilgili, Arap Baharı-Suriye konusu da. Aslında Kürt meselesi de öyle[2]..O halde biz de önce bu “herşeyin merkezi” olma olayından başlayalım:
Batı’da gelişen kapitalizm, 19.yy’ın başlarından itibaren artık kendi kabına sığamaz hale gelince dünyaya açılmaya başlar. Bu bir devrimdir-küresel düzeyde bir devrimdir- “dünya kapitalist sistemi” oluşmaktadır. Kapitalizmin ana vatanlarının “merkez” diğer ülkelerin ise-bu arada Osmanlı’nın da-“çevre” ülkeler olarak yer aldığı bir sistemdir doğan.
Daha önceki çalışmalarda Osmanlı’da kapitalizmin gelişmesi sürecini[3] Osmanlı toplumunun yavaş yavaş dünya kapitalist sistemine entegre olması ve bu sistemin bir “çevre” ülkesi haline gelmesi olayı olarak ele almıştık. Bu süreç aşağı yukarı iki yüz yıl sürdü. Bu arada Türkiye, bir yandan, sistemin içinde bir “çevre” ülkesi olarak varlığını sürdürürken, diğer yandan da, kendi içinde barındırdığı potansiyelden dolayı (farkında olmadan) ilerde yeni tipten bir demokratik küresel dünya sistemine geçişte öncü rolünü oynamaya hazırlanıyordu! Sistemin ana rahminde geçen (hiçkimsenin farkında olmadığı) sürecin diyalektiği budur.
Peki neden? Neden Türkiye? Bilgi Toplumuna giden yolda demokratik küresel bir sisteme geçişte Türkiye’ye öncü rolü veren o “potansiyel” ne idi-nedir? Neden bir Amerika, ya da Avrupa ülkeleri, veya bir Çin-Brezilya değil de Türkiye üstleniyordu bu rolü? Buradaki ölçü “gelişmişlikse” eğer, bir Amerika’nın, ya da Avrupa’nın Türkiye’ye göre daha gelişmiş oldukları açıktı! Yok eğer “gelişmekte olan ülke” olma ise işin altında yatan, o zaman neden bir Çin ya da Brezilya veya Endonezya değildi de Türkiye üstleniyordu bu rolü; “herşeyin merkezi” neden Türkiye haline geliyordu?
İsterseniz, daha o Yunan ve Roma Medeniyeti’nin falan ortalıkta görünmediği, demirin keşfedilmediği dönemden-antika tarihten bahsedelim biraz[4]!
Bütün o antika tarihin akışını düzenleyen diyalektik, Hint-Çin ve Mezepotamya’nın “bitkisel-ırmaksal ana medeniyetleriyle”[5] bunlara karşı akınlar düzenleyerek tarihsel devrimler çarkını döndürmeye çalışan Ortaasya’nın göçebe barbar kavimleri arasındaki etkileşmelerden oluşuyordu. İlkel komünal toplumun inkârı olarak doğan köleci-sınıflı yerleşik toplum-Medeniyet- köle emeğine dayanarak taş taş üstüne koyuyor, yapıyor ediyor, sonra, halâ ilkel komünal toplum aralığında yaşayan barbar akıncılar da gelerek bütün o yapılanları yerle bir ediyorlar, insan üretici gücünü köleci sınıflılığın ördüğü o esaret ağlarından kurtarıyorlardı!. Bir yanıyla gerici saldırılardı bunlar. Çünkü “maddi üretici güçleri” tahrip etmeyle sonuçlanıyordu süreç; ama diğer yanıyla da ilericiydiler, çünkü asıl üretici güç olan insanı köleci ilişkilerin içinden çekip çıkararak kurtarıyor-özgürleştiriyorlardı. Bütün o antika tarih bu türden altüstlüklerle doludur. Onun-antika tarihin-sanki hep kendi kendini tekrar ediyormuş gibi anlaşılmasında belirleyici olan da bu altüstlükler olsa gerekir.
Ama bu görünüşün altında yatan başka bir süreç daha vardır. Evet, her seferinde yeni bir barbar akını eski medeniyete saldırıyor, onu yıkıyordu, sonra da sil baştan o egemen barbarlar aynı mekanizmayı yeniden diriltiyorlardı, ama bu arada her seferinde yeni bir barbar kitlesi daha sınıflılığın içine çekildiği için, sürecin gelişen yanı son tahlilde hep sınıflı toplumdu. Her seferinde yeni barbarları da yutarak gelişen “medeniyet” yeni barbar aşılarıyla gençleşerek yolunda ilerliyordu. Bu süreç Roma-Cermen etkileşmesi sonucunda ucu kapitalizme varan mutlu sona ulaşılıncaya kadar böyle sürdü gitti. Mutlu sona diyorum, çünkü kapitalizmle birlikte üretici güçleri boğan o köleci bulutlar artık dağılıyordu. İnsanlık için yeni bir süreç başlıyordu.
Mezepotamya’nın-Hint ve Çin’in- bitkisel-ırmaksal medeniyetlerine karşı saldırılarıyla tarihsel devrimler çağını açan Türkler[6], daha sonra Anadolu’ya gelerek Doğu Roma’yı-Bizans’ı fethettikleri zaman bu çağın-tarihsel devrimler çağının-sonunu getirmiş olduklarının farkında değillerdi. Ama bu etkileşim, Osmanlı’da hemen öyle Roma-Cermen etkileşimiyle aynı sonucu (kapitalizme geçiş sonucunu) vermedi. Çünkü artık, dış dinamik olarak daha önceden kapitalizme geçen bir Batı faktörü vardı ortada. Bu nedenle, Osmanlı önce Batı’nın başı çektiği sistemin bir “çevre” ülkesi haline geldi. II.Mahmut’tan sonra girilen yeni yolun- “batılılaşma” yolunun dinamiği budur. Uzun, sancılı bir yoldu bu tabi. Batı’da gelişen kapitalizmin yarattığı ideolojik-kültürel hegemonya ortamında kendine olan güvenini kaybeden toplum kendine-kendi kültürüne ait ne varsa kabahatı bunlarda bularak “batılılaşmaya” çalışacaktı.
Şimdi, tam burada biraz duralım!.
Daha önceki çalışmalarda Osmanlı’da-ve Türkiye’de-kapitalizmin yukardan aşağıya doğru Devlet eliyle gerçekleştirilmeye çalışılan bir kültür ihtilaline bağlı olarak geliştirilmeye çalışıldığını söylemiştik. Bir yerde toplumun kendi kendisine karşı yabancılaştırılması süreciydi de bu. Bir tür aşağılık kompleksiyle toplumun tarihsel olarak oluşmuş bilgi birikimini-kültürünü yok sayarak bunların yerine batılı değerleri yerleştirme süreciydi. “Sen bir hiçsin” dendi topluma. “Batı gelişirken sizin gelişememenizin nedeni sahip olduğunuz o “gerici” kültürünüzdür-bilgi temelinizdir”-dendi. “Taş üstüne taş koymayı bilmeyen-barbar-bir cahiller topluluğusunuz siz” dendi. “Bu cahilliğinizin üstüne bir de İslamı koyarak iyice yobazlaşmışsınız” dendi. Ve sonra da onu-toplumu buna inandırmak için herşey yapıldı. Bütün o İttihatçı-Kemalist kültür ihtilalinin özü budur. Sanki varolan insan malzemesinden yeni tipte-batılı-devşirme başka bir insan yaratılmaya çalışılıyordu.
Ama olmadı tabi, başaramadılar! Çünkü mümkün değildi böyle birşey! İnsan, öyle beyninden belirli bir software’yi çıkarıp başka birini monte edebileceğin bir bilgisayar değildi! Ve ne oldu, insanlar Devlet terörü karşısında sabır taşına sarılarak içlerine kapandılar. Kendi değerlerini inkâr etmek bir yana, Devlete karşı bir reaksiyon olarak onlara daha da sıkı sarıldılar ve beklediler hep..Tıpkı, gizli-saklı bir hazinenin başında bekler gibi..
Düşünebiliyormusunuz, ta Ortaasya’dan kalkıp gelmişsiniz ilkel komünal toplum kozasından çıkan o kelebek kurtçuğu gibi. Yani halâ o özü-bilgi temelini, kan anayasasını-taşıyorsunuz üzerinizde. Bununla Hint’e, Çin’e, Mezepotamya’ya saldırarak oradaki kokuşmuş-çürümüş köleci insan ilişkilerine müdahale ediyorsunuz. Köleci sistemlere kök söktürüyorsunuz. Ama bu arada onlardan da çok şeyleri öğreniyor, bilgi hazinenizi genişletiyorsunuz tabi. Hatta daha sonra bu bilgileri kullanarak kendiniz de Devletler kuruyorsunuz. Sonra, gene bir tarihsel devrim gücü olarak Anadolu’ya geliyorsununuz. Bir yandan, daha önceden Anadolu’da bulunan halklarla etkileşim içine girerek onlarla kaynaşıp bütünleşirken, diğer yandan da, Bizans’ı fethedip yeni bir çağın kapılarının açılmasına katkıda bulunuyorsunuz. Bizans deyip geçmeyelim. Bizans Doğu Roma’dır. Bir ucu Katolik Batı’ya-Batı Roma’ya-çıkarken, diğer ucu da Ortodoks dünyaya eski Yunan’a dayanır onun. Ve sen, Bizans’ın kalbine yerleşerek onunla bütünleşiyorsun. Bir Fatih’in kendisine “Kaizer-i Rum”, yani Roma İmparatoru dedirtmesini iyi anlamak gerekiyor. Hatta bazı tarihçiler Osmanlı Devleti’ni Bizansın devamı olarak-Müslüman Roma diye de tanımlarlar!..
Ama bu arada bir de İslam var tabi senin arkanda. Onun o muazzam kültürel mirası var. Ve sen onu da taşıyorsun gittiğin yerlere. Aslında, bir bal arısının yaptığına benziyor bütün bunlar! Çiçeklerden topladığın özsulardan bal yapmak senin de görevin sanki!..
Düşünebiliyormusunuz, daha halâ Şamanizmin ideolojik etkisi altında olan Ortaasya’nın o göçebe barbarları bunun üzerine İslamı da monte ederek geliyorlar Anadolu’ya. Sonra, Bizans’ı alarak-bu birikime ilave ederek- bütün bir Roma ve Yunan medeniyetleriyle kucaklaşıyorlar. Hristiyanlık, İslam, Şamanizm..ne ararsan hepsi var potanın içinde!.Ama bitmedi! Bütün bunlara son iki yüz yıllık batılılaşma sürecini de ilave etmek gerekir. Ne kadar acı çekilmiş, zaman kaybedilmiş olursa olsun bu da bir etkileşimdir son tahlilde. Batı kültürüyle-kapitalist kültürle bir etkileşimdir. Ve bundan da çok şeyler öğreniyor bu toprakların insanları. Ve sen, bunların hepsini harmanlayarak bir sentez-bir dünya görüşü oluşturuyorsun kendine: Kapitalist kültürle zenginleştirilmiş bir tür Tasavvuf bu![7]..İşte bizim hazinemiz budur. İşte bütün o kültür ihtilallerine, Devlet terörüne rağmen yok edilemeyen bilgi temelimiz budur bizim. Bütün o “sabır” anlayışımızın altında yatan da budur. Biz, bütün bu etkileşimlerin sonucu olarak ortaya çıkan o senteziz? Ortaasya’nın o göçebe barbarlarıyız, Şeyh Bedreddin’in torunlarıyız, İslamın müminleriyiz biz, hem sünniyiz, hem de alevi.. Anadolu halklarıyız, Ermeniyiz, Rumuz, Kürdüz, Çerkeziz, Lazız..Bütün bu halkların etkileşiminin sonucu olarak ortaya çıkan bir ürünüz. Bizi biz yapan, bizim duygusal varlığımızın temeli olan tasavvuf kültürü bütün bu etkileşimlerin ürünüdür. Türkiye’yi bugün küresel demokratik devrimin sesi haline getiren o “herşeyin merkezi” olma halinin temeli de budur[8]. Dikkat ederseniz, bütün o fetihçi dönemin savaşçılığının altında yatan bile hep o ilkel komünal toplumun-İslamın adalet anlayışıdır. Tabi daha sonra bunun yerini Devlet alır. Devlet olmanın-sınıflılığın karşı konulamaz diyalektiği alır, ama o öz hiç değişmez, olduğu gibi kalır halkın bilincinde-ruhunda. Bugün bile, kapitalizmin metalaştırdığı insan ilişkilerinin altını birazcık eşeleyin” şöyle, hemen gene o özle-hazineyle-karşılaşırsınız. İşte Türkiye’yi bugün “herşeyin merkezi” haline getiren sürecin diyalektiği budur.
Türkiye toplumu-insanı Devlet adı verilen o Osmanlı artığı heyulanın baskısından kurtulmaya, kendi ayakları üzerinde durmaya başladığı andan itibaren üzerine sinen o miskinliği bir yana atmış, iki yüz yıllık aşağılık kompleksini yenerek, sahip olduğu mirası, “ben de varım” deyip sahneye sürmüştür. Neden bir Amerika, Avrupa ya da Çin veya Brezilya-Endonezya vb. değil de Türkiye sorusunun cevabını burada aramak gerekir. Amerika ve Avrupa, bunlar eski kapitalist dünyanın merkez ülkeleriydiler. Yani eski statükoyu temsil edenlerdi bunlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya düzeni de bunların işiydi. Birleşmiş Milletlerden İMF ye, NATO’ya kadar bütün bu kurumlar da bu düzenin üst yapısını oluşturuyorlardı. Bugün ise yeni bir dünya doğuyor. Eski statükonun temsilcileri bu yeni dünyanın öncü gücü olamazlar. Çünkü, yeni küresel dünya düzeni eskinin inkârı olarak onun içinden çıkıp gelmektedir. Yeni ilkeler, yeni kurumlar-yeni bir üst yapı- gerekiyor bu yeni düzen için. Eski statükonun temsilcileri yapamazlar bunu. Çin, Brezilya, Endonezya falan ise, bunlar sadece gelişen ülkeler. Yani, yeni küresel demokratik bir dünya düzenine öncülük yapabilecek durumları-kültürel birikimleri- yok bunların, çünkü “herşeyin merkezinde” yer almıyorlar. Türkiye ise, hem üretici güçlerin hızla geliştiği “gelişmekte olan bir ülke”, hem de, “herşeyin merkezinde” yer aldığı için, onunla birlikte bütün bu tarihsel olarak birikmiş bilgi hazinesi de öne çıkıyor.
DEVAM EDECEK...
...DEVRİMCİ İNSİYATİFLE-ÖNCÜLÜKLE POZİTİVİST TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ-İDEOLOJİK DEVRİMCİLİK AYNI ŞEY DEĞİLDİR!.
Daha önceki bir çalışmada şöyle demiştik: Devrimleri yapanlar belirli bir ideoloji peşinde koşan profesyonel-toplum mühendisi devrimciler değildir! Basit insanlar yapar devrimleri...
YAZININ İKİNCİ BÖLÜMÜ TIKLAYIN
[1]A.A’nın kulakları çınlasın! Dün, bu türden eleştirilerle Türkiye’nin yolunu kesmeye çalışanlarla, bugün, Kürt sorunu artık bir tür çözüm yoluna girince, bu sefer de „barışla“ „demokrasiyi“, sanki bunlar biribirlerini dışlayan şeylermiş gibi karşı karşıya getirmeye çalışanların aynı çevreler olduğuna dikkat edin!
[2]“Sen kendi içini düzeltmeden, Kürt meselesini çözmeden ne işin var Ortadoğu’da-Afrika’da” diye eleştiriyorlardı Erdoğan’ı-Türkiye’yi!Yani “önce kendi içine kapan, Kürt meselesini bir çöz bakalım ondan sonra dışarıya bakarsın” demeye getiriyorlardı lafı! İlk bakışta kulağa ne kadar hoş geliyordu değil mi bütün bunlar! Halbuki tam bir tuzaktı bu! Türkiye’yi içe kapanmacılığa yöneltmeye çalışan bir tuzaktı! Bir kere bu oyuna geldin mi ya, herşey bitiyordu zaten ondan sonra! Çünkü Türkiye’deki bütün kavga tam bu noktada, içe kapanmacılıkla küresel zincirin bir parçası haline gelmek noktasında veriliyordu zaten. Kürt sorunu da öyleydi . Sadece içeride kalarak çözemezdiniz bu sorunu da. Bir ucu İran’da, diğer ucu ise Suriye’de, İsrail’de, Amerika’daki neucon’larda olan bir olay haline gelmişti bu mesele de. İçerdeki Ergenekon uzantısı da cabasıydı tabi! Bu nedenle, bir yandan içerdeki demokratikleşme çabalarına hız vermeye çalışırken, diğer yandan da, dışarda, küresel demokratik devrim mücadelesine öncülük yaparak olayı kuşatmaya çalıştı-çalışıyor Türkiye. Yani, bugün Türkiye’nin karşı kaşıya olduğu hiçbir olay öyle basit değil. İşin altında 20.yy kalıntısı güçlerle 21.yy’ın küreselci güçlerinin çatışması yatıyor hep. Kürt sorunuyla da Suriye sorunuyla da Türkiye’nin önünü kesmek isteyenler hep küresel demokratik devrim karşıtları. Bunu bilen Türkiye de, problemi hayatın önüne koyduğu gibi çözmeye çalışırken, kaçınılmaz olarak küresel devrimci politikanın öncüsü rolüne geliyor!
[3]“Osmanlı’dan günümüze Türkiye’de kapitalizmin gelişme diyalektiği”, www.aktolga.de Makaleler
[4]Bakın, yazı gene uzayacak!! Ama, şimdiye kadar hep hasıraltı edilmiş bizi biz yapan gerçekler!..Bu nedenle, nasıl ki yüz yıldır hep o inkâr hikâyelerini kendi gerçeğiniz sanarak dinlediyseniz, şimdi biraz da kendinizi “sıkarak” beni dinleyin!..Yoksa bu sıkılmanın ardında yatan, bazı şeyleri duyunca içinizden kopup giden o duygular mı!! Ne de olsa hepimiz biraz nasibimizi almışızdır o kültür ihtilalciliğinden ya!..
[5] Bu konuda Doktor’un „Tarih Devrim Sosyalizm“ kitabını öneririm..
[6] Aslında o zaman böyle „Türk“ kavramı falan yoktu tabi! Türklere “Türk” adını veren daha sonra batılılar olmuştur!. O zamanlar bir, “medeniyet” vardı ortada, bir de, buna karşı, tarihsel devrim diyalektiğinin öbür ucunda olan barbarlar. “Türkler” bu barbarların bir kısmına-Osmanlıyı kuranlarına verilen daha sonraki ad oldu. Tabi, barbarlardan, barbar akınlarından bahsederken bu arada Orta Asya’nın diğer kavimlerini de saymak gerekir. Moğolları falan da..Yani sadece “Türkler” değildi o medeniyetlere saldıran barbarlar..
[7] Ne demek bu, „kapitalist kültürle zenginleştirilmiş bir tür Tasavvuf“! Eski-klasik şekliyle Tasavvuf bireyin inkârına yönelik bir dünya görüşüdür. Sınıflı topluma karşı ilkel komünal toplumun savunusudur. Kapitalist kültür ise bireyi öne koyar. Bireyin gelişimini temel alır. İlk bakışta biribirine tamamen zıt iki kültürdür bunlar. Ama kapitalist kültür sadece burjuva kültürü değildir, onun karşıtı bir kültürü- işçi sınıfı kültürünü de barındırır içinde. Tasavvuf, yani ilkel komünal toplum bilinci-kültürü kapitalist kültürle etkileşime işte tam bu noktada başlıyor. İşçi sınıfının ana rahminde gelişen modern komünal toplum bebeği ona-tasavvufa sahip çıkarak onu bilimsel olarak bir üst düzeyde yeniden üretmeye kendi bilgisini-bilincini oluşturmaya bu noktadan itibaren başlıyor. İşte, benim yapmaya çalıştığım da bundan başka birşey değil!
[8]Coğrafi konumumuz da bu süreç içinde oluştuğundan o da Türkiye’nin bu “merkez ülke” konumuna uygun düşüyor..
Yorum Yap