- 12.05.2013 00:00
NEDEN «BİZ BİZE BENZERİZ»!...
İÇİNDEKİLER
İŞİN KÖKÜ NERELERE DAYANIYOR..
NEDEN BİZDE «SOL SAĞ»DIR !..
OSMANLI DEVLETİNİN HALÂ YAŞAYAN MADDESİ VE RUHU ÜZERİNE..
YA TARİHSEL DEVRİM..
KİMİZ BİZ, NEDEN „KENDİMİZE BENZERİZ » !..
DEVLET VE BİREY..
OSMANLI HER DÖNEMDE HEP İLERİCİ BİR RUHA MI SAHİP OLMUŞTUR..
ANCAK KENDİ KARŞITINI YARATARAK VAROLABİLİRSİN..
VE 27 MAYIS : « KARŞI DEVRİMMİ YOKSA ÖZGÜRLÜKLER ORTAMI YARATICISIMI..
12 MART, 12 EYLÜL VE SONRASI..
TÜRKİYE SOLUNUN DİYALEKTİĞİ..
OSMANLI DEVLETİ’NİN, CANÇEKİŞEREK DE OLSA HALÂ YAŞAYAN MADDESİ VE “DEVLETİN RUHU” ÜZERİNE..
Devletin-Osmanlının-“cançekişerekte olsa halâ yaşayan maddesiyle” neyi kastettiğimiz açıktır! Devlet mülkiyetidir-Devletçiliktir burada söz konusu olan. Ne varki, özellikle son yıllarda yapılan özelleştirmelerle artık bu Osmanlıyı satma-Devleti maddesiyle yok etme-kapitalistleştirme sürecinin sonuna yaklaştık! Yani artık toprakların ve sanayiin yüzde yetmiş-sekseninin Devlete ait olduğu bir düzende yaşamıyoruz. Bu anlamdadır ki Osmanlı maddesiyle-Devletçi düzeniyle artık cançekişme halindedir..
Ama, maddeyle ruh arasındaki ilişki biraz daha karmaşıktır. Bu ilişkide önce gelen daima madde olur, ruh onu arkadan izler. Örneğin, ruhun bilişsel bir fonksiyonu olan bilinç daima sonradan ortaya çıkar. Önce maddi gerçeklik oluşur, sonra onun bilinci-bilgisi..Ancak, belirli bir anda kendi bilinciyle birlikte varolan maddi gerçeklik yok olunca, aynı anda onun ruhu da hemen o an yok olmaz, o belirli bir süre daha geride kalan insanların bilincinde-hafızasında- yaşamaya devam eder. Bu durum Osmanlı için de geçerlidir. Evet bugün artık maddesiyle cançekişir haldedir Osmanlı, ama, ondan miras kalan bilgi temeli, gelenekler, kültürel miras vb.şeklinde yeni kuşaklarda, tıpkı kuşaktan kuşağa taşınabilen genetik bir özellik-ya da hastalık- gibi karmaşık biçimler altında ortaya çıkıp varlığını sürdürmektedir.
Örneğin bir TÜSİAD’ı ele alalım. TÜSİAD İstanbul burjuvazisinin-büyük iş adamlarının örgütüdür. Ve ilk bakışta da bunun Osmanlı’yla falan hiçbir ilişkisi yoktur! Ama işte öyle değil! O, yani TÜSİAD, Devletin-Osmanlı artığı Kemalist Cumhuriyet’in kanatları altında yetişen burjuvaların örgütü olduğu için Devletçilik ruhu hala onda ağır basar. Burjuva olarak şu anki çıkarları artık Devletle-Devletçilikle örtüşmediği halde, “Devletin burjuvaları” olma toplumsal genlerinin onlarda bazan halâ aktif hale gelebildiğini görürüz.
Aynı durum “solcular” için de geçerlidir..Çünkü, şu anın içinde varolan maddi gerçeklik daima geçmişte varolan belirli bir bilginin bugünkü maddeleşmiş-gerçekleşmiş şeklidir. Siz ne yaparsanız yapın kendi toplumsal DNA’ larınızdan o kadar kolay kurtulamıyorsunuz!.Konuyu biraz daha açalım:
OsmanlıDevleti’nin bugün bile halâyaşayan ruhundan bahsediyoruz, nedir o ruh, “Osmanlıtarihe karıştığı” halde halâyaşayan o ruh neyin nesidir? Önce kısaca ruh nedir onu biraz açalım, sonra sıra Osmanlının ruhuna gelecek:
Yaşamı devam ettirme mücadelesinde organizmanın çevreden gelen etkilere-informasyonlara-karşı geliştirdiği-yarattığı nöronal reaksiyon modeliyle birlikte ortaya çıkan nöronal etkinliktir ruh. Daha başka bir deyişle, organizmal varlığı temsil instanzı olan benliği-self-yaratan nöronal etkinliktir-faaliyettir. Bir informasyon işleme sistemi olarak organizmanın maddi varlığının çevreyle etkileşim süreci içinde her an kendi kendini yeniden yaratış halidir.
Devlet ise, toplum+çevre sisteminin temsilcisi instanzdır. Her toplumun (sınıflı toplumlardır burada söz konusu olan) bir devleti, her devletin de bir toprağı vardır. Devlet, bu toplum+çevre sisteminin karşılıklı etkileşim içinde oluşan benliği-varoluş instanzı oluyor; devletin ruhu da, onun, maddi bir gerçeklik olarak varoluş fonksiyonuyla birlikte ortaya çıkan kendini ifade ediş biçimi. Tabi kendi içinde bir sistem olarak varolan her toplum+toprak sistemi, aynı anda, başka devletlerle-toplumlarla olan ilişkileri içinde de varoluyor, kendini gerçekleştiriyor. Yani, ne öyle varlığı kendinden menkul devletler, toplumlar vardır, ne de bunların her an kendi kendini yeniden üreten maddi varlıklarından bağımsız benlikleri-ruhları.
Öte yandan, nasıl ki tek bir insan söz konusu olduğu zaman, o insanın nefsi-benliği o anın gerçekliğine bağlı olarak belirli bir ruh haliyle birlikte ortaya çıkıyorsa (ki buna biz, duygusal reaksiyonlara bağlı olarak ortaya çıkan duygular deriz), devletler-toplumlar da, aynı şekilde, belirli ruh hallerine bağlı birer benliğe sahip olarak gerçekleşirler.
Peki nasıl oluyor bu iş, yani, maddi bir gerçeklik-sistem olarak bir organizma-ya da bir toplum, veya devlet-her anın içinde kendini-kendi varoluş instanzını-nasıl yaratıyor?
Burada ruhla, bilinç dışı bilgi temeli-kültür-arasında yakın bir ilişki bulunduğunu görürüz. Çünkü, bir informasyon işleme sistemi olarak insanlar-ve de toplumlar-çevreden gelen etkileri-informasyonları- sahip oldukları kültürle-bilgi temeliyle- değerlendirip işleyerek bunlara karşı bir reaksiyon oluşturabilirler. Yani, organizmanın bütün varoluş fonksiyonları ve bu fonksiyonları yerine getirirken oluşan ruhu bizim kültür adını verdiğimiz bu bilgiye-bilgi temeline bağlıdır. Neyi ne kadar biliyorsan-ne kadar bilgiye sahipsen-dışardan gelen informasyonları da o kadar değerlendirebilirsin-bunları o ölçüde anlayabilirsin- Tabi bu durumda dışarıya-çevreye karşı oluşturacağın reaksiyonlar da-biz bunlara davranışlarımız deriz-buna göre şekillenecektir. Cevabı belirleyen, neyi ne kadar anladığımız olurken, onun da altında sahip olduğumuz bilgi yatar. Olayın özü budur. Yani, ne kadar-ne türden bilgiye-bilgilere sahipsen, ona göre bir benliğe ve ruha sahip oluyorsun!
Peki, herşeyin-varoluşumuzun, ruhumuzun-temelini oluşturan bu bilgiler-bilgi temelimiz olarak kültürümüz-nereden kaynaklanıyor, sahip olduğumuz bilgilerin kaynağı nedir? Tek kelimeyle üretimdir-üretim faaliyetidir. Neden? Çünkü insan üreterek, üretirken varolur. İnsanıhayvandan ayıran temel unsur da budur zaten. Üretim ise ancak toplumsal olarak yapılabilecek bilişsel bir faaliyet olduğu için, insanlar üretirken toplum haline gelirler ve toplumsal olarak üretirken kendi bireysel varlıklarınıda üretmişolurlar.
Peki ya kültür? Kültür, bilişsel bir faaliyet olarak başlayan üretim faaliyeti-süreci içinde oluşan bilgilerin, giderekten otomatik olarak kullandığımız, kayıt altındaki “bilinçdışıbilgiler” haline gelmişşeklidir. İnsanların yediklerinden içtiklerine, giydiklerinden barınma şekillerine, dinledikleri müziğe, kendi aralarındaki ilişkilere kadar bütün faaliyetlerini-varoluş biçimlerini- ve bu arada da tabi ruhsal gerçekliklerini belirleyen- onların üretim faaliyeti içinde oluşan ve artık bilinçdışı bilgiler haline gelmiş olan kültürel bilgi temelleridir. Bu bilgiler-bilgi temeli-ancak üretim biçimindeki-ilişkilerindeki değişikliklere bağlı olarak zenginleşirler ve değişikliklere uğrarlar. Yani bunlar öyle yukardan aşağıya doğru insanlara “öğretilmiş”, onların kafalarına doldurulmuş bilgiler değildir! Bazan yüzyılların içinden süzülüp gelir bunlar. Ve öyle olur ki, günlük yaşamın içinde insanlar artık neyi nasıl üreteceklerini-ve de bu süreç içinde kendi kimliklerini de üreterek nasıl yaşayacaklarını hiç düşünmeden yaşarlar-varolurlar.
Neyi nasıl üreteceğinin bilgisi, toplumsal planda, insanlar arasında belirli üretim ilişkilerinin kurulmasıyla gerçekleşir-kayıt altında tutulur. Bu nedenle, bir sistem olarak toplumsal varlığı-kimliği belirleyen, o toplumun elementleri olan insanlar arasında üretim faaliyeti esnasında kurulan ilişkiler-üretim ilişkileridir. Öyle ki, biz bu ilişkileri biyolojik planda bir organizmanın temel taşlarını oluşturan DNA’ lara benzetebiliriz. Bu benzetme bir metafordan da öte olan bir gerçekliktir. Ve nasıl ki, bir organizmanın DNA’ larını değiştirmeden onun niteliğini değiştirmek mümkün degilse, aynı şekilde, bir toplumun üretim ilişkileri içinde oluşan bilgi temelini-kültürünü-değiştirmeden de o toplumu niteliksel olarak değiştire-mezsiniz. Yani, niteliksel değişim ve buna bağlı olarak gerçekleşecek niteliksel olarak farklı bir benlik-ruh ancak üretim biçiminin ve üretim ilişkilerinin radikal bir şekilde değişmesiyle olur. Nokta!..
YA TARİHSEL DEVRİM
Ama bir de bütün bunların-yani, iç dinamiğin evrimi yoluyla aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşen normal değişim yolunun-sosyal devrim diyoruz buna-ötesinde, yukardan aşağıya doğru “tarihsel devrim” yoluyla “değişim” vardır!.
Bu iş eskiden barbar akınları yoluyla oluyordu. Yukarı barbarlık konağında olan yerleşik bir toplum-belirli kurum ve kuralları, belirli bir medeniyeti-kültürü geliştirmiş bulunan bir barbar grubu- başka bir toplumu fetih yoluyla ele geçirdiği zaman, kendi kültürünü-toplumsal bilgi temelini-fethedilen topluma yukardan aşağı doğru dayatırdı. Bu durumda, birkaç generasyon sonra, egemen fatih toplumun kültürü diğer toplumu “asimile” ederek-kendine benzeştirerek “değiştirecektir”[1].
Osmanlı, başlangıçta henüz daha yukarı barbarlık konağında olan bir tarihsel devrim gücü falan değildi, orta barbarlık konağında göçebe bir aşiretti. Ama o, kendisinden daha üstün bir medeniyetin bilgi sistemini-kültürünü-benimseyerek bu açığını kapatmış, yani fethederken önce İslam tarafından fethedilmişti! Ama, İslam’dan alınan bu bilgi sistemi-kültür onun için aşağıdan yukarıya doğru üretim süreci içinde üretilen orijinal bir bilgi sistemi-üst yapı olmadığı için sonradan giyilen bir elbise gibi kalır hep üstünde! Yani, İslam’ı benimsedikten sonra bile Devlet özünde aşiret devleti DNA’larını-kültürünü- muhafaza eder. İslam’a ilişkin bilgiler mevcut DNA’lara-kültüre-monte edilecektir o kadar.
Onun-Osmanlı’nın-daha sonra, yaşamı devam ettirme mücadelesinin bir gereği olarak “batılılaşma” sürecinde kullanacağı teknik de aslında başlangıçta İslam’ı benimserken kullanılan bu teknik olacaktır! Her ne kadar bu durumda dışardan gelen bir barbar akını yoksa da, bu kez dış etken olarak Batı oynar bu rolü. Ve Osmanlı da kendisinden üstün olarak görmeye başladığı Batı kültürünü-bilgi temelini-benimsemenin hayatta kalmak için tek yol olduğuna inanır. İşte, Osmanlının “batılılaşma” sürecinin diyalektiği budur. Benim tarihsel devrim, ya da toplum mühendisliği dediğim olayın özü budur[2]. Bir kere bu mekanizma işlemeye başladıktan sonra, artık o andan itibaren, yeni kurulan mekanizma bir torna makinası-toplumsal informasyon işleme, insan üretme mekanizması- gibi çalışmaya başlar ve sistem kendisine uygun olarak Batı-bilgi temeline-kültürüne sahip insanlar yetiştirir.
İşte, bugün Türkiye toplumunu oluşturan iki tip insan arasındaki fark buradan kaynaklanıyor. Bunlardan biri, geleneksel insanımız olurken, diğeri, II.Mahmut’tan itibaren başlayan “batılılaşma” sürecinin ürünü olan insanlardır!..
Bütün bunları biraz daha açalım:
KİMİZ BİZ, NEDEN “KENDİMİZE BENZERİZ”!..
Bütün mesele tarihe-yani sınıflıtopluma geçişdiyalektiğinde yatıyor! Türkler[3], göçebe bir toplumken, fetih yoluyla yukardan aşağıya doğru devlet kurarak tarihe girmişlerdir. Bizim sınıflıtopluma-medeniyete geçişimiz göçebe geleneklerimizin, yani tarihsel olarak oluşmuştoplumsal DNA’ larımızın(kültürel bilgilerin-yaşam bilgilerinin) Batıtoplumlarında olduğu gibi toprağa yerleşerek tarımsal üretime başladıktan sonra, üretim süreci içinde, yeni üretim ilişkilerine uygun olarak değişmesiyle olmaz; fetihçiliğe bağlı olarak içine girilen yeni yaşam koşullarının zorlamasıyla, eskilerinin-mevcut bilgilerin- üzerine bazıyeni bilgilerin ilave edilmesiyle (“öğrenerek”) gerçekleşir. Çevreye-yeni koşullara uyuma bağlıolarak, bazıtoplumsal genler[4] pasif hale getirilirken, bazılarıda ortaya çıkan yeni durumları-bilgileri de-kodlayacak şekilde geliştirilirler. Yani, tarihe barbarlığın yukarıaşamasından girmişyerleşik toplumlar gibi, yeni bir üretim süreci içinde yeni üretim ilişkileri yaratan, yeni yaşam tarzını bu ilişkiler içinde üretilen bilgilere göre gerçekleştiren bir toplum değiliz biz. Bu yüzden de bugünün içinde geçmişin nasıl yaşadığına-varolduğuna ilişkin çok özel bir örnek teşkil ederiz. Bizde halâ binlerce yıl öncesine ait bazı toplumsal genler (yaşam bilgilerini ihtiva eden nöronal programlar) aktif halde olduklarından, bugünün yaşamını üretirken, farkında olmadan, bunu geçmişten kalan mirasa uygun olarak yerine getiririz. Bu genler çok değişik biçimlerde güncelleşmiş, “modernleşmiş” bilgileri üretiyor görünseler de, görünüşün biraz altına inince hemen “bizi bize benzeten” özelliklerimizi görürüz!
Bir örnek verelim: Hiç düşündünüz mü bizde neden önce bir bina yapılır da onun alt yapısı, suyu, elektriği, kanalizasyonu vs. sonradan akla gelir diye (son yıllarda kapitalizm geliştikçe bu da değişiyor artık!). Bina yapmak yerleşik toplum kültürünün bir parçasıdır. Bizse bilinç altımızda halâ göçebe geleneklerimizle yaşarız. Bizim için önemli olan, o anki ihtiyacı karşılamak üzere bir binanın yapılması ve onun içinde oturmaktır! Kanalizasyon, elektrik, su vs. bunlar normal koşullarda yerleşik toplum kültürünün bileşenleri olarak bina yapımının ayrılmaz parçaları oldukları, biribirlerinden ayrı düşünülemeyecekleri halde, bizim için bunlar birarada öğrenilmiş kültürel unsurlar olmadıklarından, sonradan öğrenilmiş ve halâ eksplizit olarak kayıt altında bulunan bilgiler olduklarından ayrı ayrı aklımıza gelirler. Bu yüzden de önce o anki ihtiyaç ne ise onu düşünürüz, sonra da diğerlerini!..
DEVAM EDECEK....
DEVLET VE BİREY
... Burada çok önemli bir nokta var: Neden bizde hep “Devleti korumaktan, ya da kurtarmaktan” bahsedilir? Sadece Osmanlı’da da değil, bugün halâ Türkiye Cumhuriyeti’nde bile, azıcık sıkışsak, neden hemen, “ne olacak bu Devletin hali...”
[1]Eğer tarihsel devrimi yapan barbar barbarlığın orta aşamasında ise (fethedilen toplum da belirli bir kültürü, kurum ve kuralları olan yerleşik bir toplum ise) bu durumda fetihçi barbarlar bir süre sonra ken-dilerinden daha ileri bir kültüre sahip yerleşik toplumun içinde kaybolur giderlerdi. Bunun birçok örneğini en iyi Bizans’ta görürüz...Ava giderken avlanmak bu olsa gerek!...
[2] Olayın diğer boyutunu, Oryantalizm-pozitivizm boyutunu başka bir çalışmada ele almıştık (www.aktolga.de Pozitivizm Nedir)
[3]O zaman daha Türk kavramı falan yoktu tabi...
[4]“Toplumsal genler” dediğimiz şey, belirli yaşam bilgilerinden oluşan kültürelnöronal programlardır. Bunlar toplumsal üretim ilişkilerinden kaynaklanırlar.
Yorum Yap