- 16.04.2013 00:00
BİLİŞSEL PSİKOLOJİ AÇISINDAN KİMLİK SORUNU:
DUYGUSAL ALT KİMLİK-BİLİŞSEL ÜST KİMLİK PROBLEMİ..
BU BAĞLAMDA KÜLTÜR, ANADİL VE MİLLİYETÇİLİK OLAYI..
Giriş
Nasıl varoluyorsun, üreterek mi yoksa duygusal reaksiyonlarla mı?
Millet nedir, milliyetçilik nedir?
Milletin ve milli-ulus devletlerin doğuşu..
Kapitalizm nasıl gelişiyor..
Dünyanın paylaşılması..
Küreselleşme süreci ve bilişsel küresel kimliğin doğuşu..
Ulus devlet kabuğu gelişmekte olan ülkelerde de kırılıyor..
Bir insanın iki anadili olabilir mi, bir insan çok kültürlü olabilir mi?
Çok kültürlü kimlik bilişsel kimliğe doğru açılan bir kapıdır..
Peki bütün bu açıklamalardan çıkan sonuçlar neler oluyor?..
............. // .............
Milletin ve milli-ulus devletlerin doğuşu..
Millet ve ulus aynı kavramlar aslında. Biri Arapçadan dilimize girmiş, diğeri ise Türkçe. Ama özellikle son zamanlarda bir de başka anlamı ortaya çıktı bunların! Millet kavramını kullananlar geleneksel-“muhafazakâr” çevreler. “Ulus” ise daha çok kendini “sol” olarak gören Devletçi ulusalcı çevrelerin kullandığı bir kavram haline geldi! “Ulusalcılık”, bu nedenle utangaç-sol milliyetçilik anlamına geliyor (bu ne demekse)! Bu ayırım da literatüre “Türklerin” katkısı olsun! Ben her ikisini de kullanıyorum!
Şimdi, Batı’da ulus-millet gerçekliğinin nasıl ortaya çıktığını kavramak için kapitalizmin geliştiği dönemlere Ortaçağ Avrupa’sına dönüyoruz.
Bu dönemde feodal beylerle krallar kendi bölgelerinde “kent kurucuları” olarak ticaret merkezleri yaratmak için biribirleriyle yarışıyorlardı. Çünkü, ticaret demek dünyanın başka bölgeleriyle bağlanmak-etkileşmek demekti. Kendi ürünlerini başkalarına satabilmek, onların ürünlerini satın alabilmek demekti. Tek başına ele alındığı zaman yeni bir değer yaratmıyordu belki ticaret, yani “üretici bir çaba değildi”. Ama, ülkeler ve toplumlar arasında bağlantılar kurarak, üreticilerin kendi dar kabuklarının dışına çıkmalarını, onların evrenselleşmelerini sağlıyordu. Toplumlar arası etkileşmenin mekanizması ticaretle gerçek-leşiyordu. Toplumlar ancak bu etkileşmelerle-ticari ilişkilerle biribirlerine bağlanıyorlardı. Karşılıklı ilişkileri içinde biribirlerine göre varolur-gerçekleşir hale geliyorlardı. Dünyanın bütünleşmesine, tek bir sistem haline gelmesine giden yol buralardan geçiyordu.
Bir feodal beyliğin sınırları içinde gelişen bir kenti düşününüz. Feodal beylik yerel bir sistemdir, bu yüzden de statiktir. En yakın çevresiyle ilişkileri içinde varolur. Üretici güçleri son derece sınırlıdır. Bu yüzden de kentten sağlayacağı verginin peşindedir feodaller. Bir de çeşitli ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir araç olarak görmektedirler kenti. Kent ise dinamiktir. Ticari ilişkileri sayesinde çok uzak yerlerle bile bağlantı halindedir. Üreticiler arasındaki bağlantı kayışı gibidir. Bu bağlantılar sayesindedir ki, üreticiler kendilerinden çok uzaklardaki pazarlar için bile üretim yapabilmektedirler. Pazar genişledikçe daha çok üretmekte, ürettikçe de daha da zenginleşmekte, güçlenmektedirler.
Bu süreç, üretici güçlerin gelişmesine neden olan bir süreçtir. Ve bu gelişmenin belirli bir noktasından itibaren de feodal sınırlar dar gelmeye başlar kent toplumuna. Feodallerle kentler arasındaki çelişkiler ön plana çıkmaya başlar.
Bu noktadan itibaren kentlerin imdadına krallarla feodal beyler arasındaki çelişkilerin yetiştiğini görüyoruz. Duruma göre, kentler feodal beylere karşı krallarla işbirliği yapmaya başlarlar. Ne de olsa krallar daha geniş bir çevreyi temsil etmektedirler. Feodal beylerin dar sınırlarının ötesine geçişte bir köprü olur bu ittifak. Birinci adım bu olur.
İkinci adımda ise, kentlerle krallar arasındaki çelişkilerin ön plana çıkmaya başladığını görüyoruz. Çünkü, son tahlilde kralın kendisi de bir feodaldir. Krallar kentleri kontrolleri altında tutmak isterler. Kent toplumunun içinde gelişmeye başlayan üretici güçler ise artık bu feodal kabuğun içine de sığamaz hale gelmişlerdir. Tek çüzüm yolu, kent kozası içinde pa-lazlanan burjuva toplumun kendi devletini yaratarak kendi ayaklarının üzerinde durabilir hale gelmesidir. Ama nasıl?
Bu arada, birçok ticari birlikler kurulmakta, kentler arasındaki ticari ilişkiler alabildiğine gelişmektedir. Bu ilişkiler, aynı zamanda ticari rekabeti de birlikte getiriyordu tabi. Kentler arasında pazara hakim olma mücadeleleri de başlıyordu. İşte,“ulus devletin” ortaya çıkışı bütün bu etkenlerin sonucu oldu.
Feodal devlet-krallık kabuğu altında gelişen ve geliştikçe de, rekabetin artmasıyla birlikte çıkarları farklılaşmaya başlayan kentler-burjuvazi- kendilerine yeni bir kimlik arayışı içine girdiler. Öyle ki, bu yeni kimlik onları hem eski feodal kimlikten ayırdetmeliydi, hem de rekabet halinde oldukları diğer kentlere göre kendi farklılıklarını ortaya koymalı, kendi varoluş-egemenlik alanlarını belirlemeliydi. Ekonomik varlıkları-çıkarları- onları, kimliklerini bu zemin üzerinde yeniden tanımlamaya zorluyordu. “Ulus devlet” bu arayışın sonucu oldu. Aynı kent kökeninden gelen, kültürel olarak aynı değerlere sahip olan , aynı dili konuşan, ekonomik yaşantı birliği içinde olan ve bu zemin üzerinde bir beraberlik-birlikte varoluş duygusu geliştirmiş olan insanların birliği olarak doğdu uluslar. Ulus devletler de bu ulusların örgütlü toplumsal varlığını temsil ettiler. “Başkent” ise ulus devlet olarak biraraya gelen kentler içinde başı çeken kent oldu.
Aslında, burada önemli olan, ekonomik yaşantı birliğiydi, yani pazarın birliğiydi. Yoksa, kimin hangi etnisiteye sahip olduğu-hangi aşiret kökeninden geldiği, alt kimliğinin ne olduğu değildi burjuvaziyi ilgilendiren! Ekonomik yaşantı birliği, yani, insanların üretim ilişkileri içinde biribirlerine bağlı olmaları sistemin birliğini-varlığını- sağlamaya yetiyordu. Duygusal birlik, ulusal bilinç vs. hep bu zemin üzerinde gelişti. Kültürel birlikten kasıt da, ekonomik yaşantı birliğinin oluşturduğu yeni yaşam tarzının bilgisi temelinde oluşan bir ruhsal birlikti. Yoksa, eski etnik kültürün-aşiret kültürünün, ya da feodal kültürün peşinde değildi burjuvazi. Tam tersine, kapitalist kültürün-yaşam bilgisinin, tarzının- yerleşmesi için bu eski kültürel alışkanlıkların, değerlerin değişmesi gerekiyordu. Ulusal bilinci ve ulus devlet gerçeğini ırk temeline-aşiret köke-nine indirgemek daha sonra ortaya çıktı. İnsanları, kendi uluslarının diğerlerinden daha üstün olduğuna inandırarak diğer uluslara hakim olma ideolojisi, kapitalist genişle-menin, dünya pazarlarına hakim olma hırsının-tekelci kapitalizmin sonucu oldu.
Şimdi önce, kapitalizm altında üretici güçlerin gelişmesinin ne anlama geldiğini görelim. Bu gelişmenin kendi zıttına dönüşmesini ve serbest rekabetin yerini tekelciliğin alışını ise daha sonra ele alacağız.
Kapitalizm nasıl gelişiyor?
Kapitalist neden üretir? Kâr elde etmek için! Bir malın-ürünün maliyeti ne kadar az olursa işverenin kazancı-kâr’ı da o kadar fazla olur. Yani, hammadde ucuz ve bol ise, işgücü de pahalı değilse, işveren o kadar çok kazanır. Daima, azami-daha çok- kâr peşinde koşan işverenler, bunun için, mümkün olduğu kadar maliyeti düşük tutmaya çalışırlar.
Ama hepsi bu kadar değil! Çünkü bir ürün, sadece bir işyerinde değil, birçok işyerinde üretilmektedir. Bu yüzden, belirli bir ürünü kim daha ucuza üretiyorsa ve kimin malı daha kaliteliyse, onun malı daha çok alıcı bulacağı için onun kazancı daha fazla olacaktır. Aynı toplumun içindeki biribirine rakip firmaların, aynı malı daha ucuza ve daha iyi kalitede üretebilmeleri ise (diğer faktörlerin yanı sıra), daha çok bilgiye sahip olmayla mümkündür. Örneğin, bir malı daha gelişmiş bir makine kullanarak daha ucuza üretebilirsiniz. Ama bunun için de önce o daha gelişmiş makineye ilişkin bilgiye sahip olmanız gerekir. Kalite sorunu da böyledir. Maliyeti yükseltmeden, daha iyi kalite mal üretebilmenin yolu da gene daha çok bilgiye sahip olmaktan geçer.
“Kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiğini” söyleriz, nedir bu “üretici güç”, kim, hangi güçler üretirler bir malı? Makineler midir, teknik midir üretici güç? Üretici güç önce insandır, sonra da çevre. Bütün o makineler, teknik vs. bunlar hep insanın uzantılarından başka birşey değildir. Bir işçi, hammaddeyi eliyle de işleyebilir, bir makine ile de. İşin özü, yani işleme olayı-üretim olayı değişmiyor bununla. Ama, makine kullanarak üretince daha hızlı, daha çok üretebiliyorsunuz. Ya da, makine kullanarak, elle yapamayacağınız işleri de yapabiliyorsunuz. Ancak, son tahlilde, işi yapan insandır. Üretici güçlerin gelişmesi de insanın gelişmesidir.
Peki insan nasıl gelişiyor? Daha çok bilgiye sahip olarak. O halde, üretici güçlerin gelişmesinden kasıt, üreten insanların daha çok bilgiye sahip olmalarıdır. Daha ileri düzeyde üretebilme olayının özü, insanların çevreden-doğadan alınan madde-enerjiyi-informasyonu sahip oldukları daha ileri düzeydeki bilgiyle işleyebilmeleridir. Teknik vs. bunların hepsinin altında yatan bilgidir. Teknik havadan gelmez. Daha ileri tekniği daha çok bilgiye sahip insanlar yaratır. O teknik denilen şey de bir üründür aslında. Ve ürün hammaddenin bilgiyle işlenilmesi sonucunda oluşur.
Şimdi geldik sistemin-kapitalist sistemin üretici güçleri nasıl geliştirdiğine: Üretici güçlerin gelişmesi insanın gelişmesidir dedik. İnsanın gelişmesi ise, onun bilgi seviyesinin yükselmesidir. Peki insanların bilgi seviyeleri nasıl yükseliyor?
İnsan, çevreyle-doğayla etkileşerek varlığını üretiyor. Bir mücadele bu. İnsanın doğay-la mücadelesi. Bu mücadelede ayakta kalabilmenin, daha iyi yaşam koşullarına sahip olabilmenin yolu ise doğayı-çevreyi bilmekten geçiyor. Yani ne kadar biliyorsan o kadar insansın ve o kadar “iyi” yaşam koşullarına sahip olabiliyorsun. Bilme sürecinin arkasında yatan motivasyon budur. İşte, daha çok kâr elde etmek için daha çok bilgiye sahip olmak gerektiğinin bilincinde olan kapitalistler de, insanın bu temel varoluş güdüsünü kullanırlar. Daha iyi yaşam koşullarına sahip olabilmeleri için daha çok bilgi üretmeleri gerektiğine ikna ederler insanları. Gerekirse bu süreci finanse de ederler, teşvik ederler. Çünkü, bilmektedirler ki, o bilgiyi üreten bireylerin, ellerinde sermaye olmadan bu bilgileri üretim sürecine sokarak kendilerine rakip hale gelmeleri mümkün değildir (bu en azından şimdiye kadar böyleydi).
Kısacası, azami kâr peşinde koşan kapitalistlerin, rekabet ortamında, bir malı daha ucuza ve daha iyi kalitede üreterek rakiplerine karşı üstünlük kazanabilmelerinin yolu daha çok bilgiye sahip olmalarından geçiyordu. İşte, kapitalizmin azami kâr yasasıyla, üretici güçleri geliştirmesi arasındaki ilişki budur. Yani kapitalistler, azami kârı elde etmek için üretici güçleri geliştirirler. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin esası budur.
Şimdi burada bir nokta koyalım! Çünkü buraya kadarki sürecin bir mantığı var. İşin özü kâr elde etmeye dayanıyor. Sistemin hareket ettirici gücü bu. Sistem kendi varlığını-benliğini bu motivasyonla üretiyor. Kâr elde edebilmenin ön koşulu ise, bir malı daha iyi kalitede, daha ucuza üretebilmek. Yani rekabet mücadelesinde galip gelebilmek. Buna, yeni bilgileri üretmek ve sonuç olarak üretici güçleri geliştirmek de eklenince, sistem geliştirici, ilerletici bir özelliğe sahip olmuş oluyor. Böyle bir zemin üzerinde gelişen toplumsal benlik-nefs ve buna bağlı olarak ortaya çıkan milliyetçilik de, bir malı daha iyi kalitede, daha ucuza üreterek başarılı olmaya, yaşam seviyesini yükseltmeye ve bununla övünmeye dayanan bir duygu olarak ortaya çıkıyor. Yani, işin özü gene “benliğe” bencilliğe, “ben daha iyiyim”e dayanmaktadır ama, bu “ben” ürettikleriyle övünen bir ben olduğu için bir yerde zararsız bir benliktir! Hatta, rekabeti teşvik edici bir benliktir..
Ama bu hep böyle devam etmez! Bu gelişme-ilerleme belirli bir noktaya ulaştığı zaman kendi içinde kendi zıttına dönüşmeye başlar, serbest rekabet tekelleri doğurur. Serbest rekabetçi kapitalizmin yerini tekelci kapitalizm almaya başlar.
Serbest rekabetin yerini tekel egemenliğine bırakması, kapitalizmin gelişme sürecinde esasa ilişkin çok önemli bir olaydır. Azami kâr elde etmeyle daha çok bilgiye sahip olma arasındaki bağlantının sona erdiğini gösteriyordu bu. Kapitalizm altında üretici güçlerin artık gelişemez hale geldiğini, gelişmenin, ilerlemenin durduğunu gösteriyordu . Yeni bilgilerin üretilmesinin, yeni ve daha ileri teknolojilere sahip olmanın, daha iyi, daha ileri kalitede mallar üretmenin anlamsız hale geldiği bir ortamda ise ne gelişme olurdu ne de ilerleme. Daha çok bilgiye sahip olmayla rekabet mücadelesi ve azami kâr elde etme arasındaki ilişki koptuğu an herşey bitiyordu. Daha çok bilgiye sahip olmak artık geriden gelenlere bir üstünlük sağlayamıyordu, çünkü o bilgiyi üretime sokarak en büyüklerle rekabet edebilecek kadar gücü yoktu küçüklerin. En büyüklerin ise umurunda değildi bütün bunlar! Onlar zaten tekel egemenliği sayesinde istedikleri fiyatı ve kaliteyi piyasaya dikte ettirebiliyorlardı. Onlar için daha çok kâr elde etmenin yolu artık daha çok bilgiye sahip olarak daha iyi kalitede mal üretmekten değil, başka alternatifi olmayan tüketicilere ellerindeki malı dayatmaktan geçiyordu. Yeni bilgilere sahip olarak bunları üretim sürecine sokmanın motivasyonu kalamamıştı ortada. Çünkü, yeni bilgiler demek yeni üretim teknikleri demekti. Eski makinelerin vs.yerine yenilerinin konulması demekti. Ortada zorlayıcı bir neden yokken tutarda buna yanaşırmıydı tekelciler! Onlar nasıl olsa satıyorlardı mallarını. Rekabet de yoktu ortada! Çok bilenin de bildiği varsın kendisinde kalsındı umurunda mıydı tekelci kapitalistlerin!. Ya da, her ihtimale karşı genede, belki birisi bu bilgileri kullanarak kendisine rakip çıkar diye, bastırıyorlar bir miktar parayı ve satın alıyorlardı o bilginin patent hakkını da; sonra da atıyorlardı çekmecelerine!
Bütün bir 19. yy’a ve 20. yy’a damgasını vuran sürecin özü, esası budur. Şimdi, bu sürecin nasıl geliştiğini ve dünyayı nereye götürdüğünü kavrayabilmek için tabloda eksik kalan yerleri de tamamlamaya çalışalım:
DEVAM EDECEK...
Yorum Yap