OSMANLI VE CUMHURİYET “TARİHSEL DEVRİMİ”…(2)

  • 31.10.2022 07:53

“BUNDAN BÖYLE HEPİNİZ OSMANLI VATANDAŞI  OLACAKSINIZ”!..[1]

 

“Tanzimat”la birlikte Osmanlı diyordu ki, “bundan böyle hepiniz Osmanlı vatandaşı olacaksınız”, yani, ortak bir Osmanlı üst kimliği altında  “eşitleneceksiniz”! Ama içi boş bir kavramdı bu “Osmanlı vatandaşlığı”!..

 

Çünkü, Osmanlı Devleti’nde o dönemde henüz daha bütün insanları birleştirecek, onlara “Osmanlı vatandaşlığı” gibi  ortak  üst kimlik verecek bir  sistem gelişmemişti. Yani, antika bir yapı olan Devlet istedi diye insanlar  onun “eşit” vatandaşları olamazlardı! Bunun için, onların-insanların belirli bir üretim faaliyeti içinde eşitlenerek yoğurulmaları gerekiyordu. Ancak bu durumdadır ki, bir Rum’la bir Türk, ya da Ermeni arasındaki etnik kimliğe ilişkin “farklar” ortadan kalkabilirdi…

 

İsterseniz önce, İlber Ortaylı’dan alıntı -1900’lerdeki durumu yansıtan şu tabloya da bir göz atarak yola öyle devam edelim…[2]

 

“1920’de ; nüfus 12 milyon dolayındaydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köyün 38 bininde okul yoktu. Traktör yoktu; Hititlerden kalma Kağnı ve Kara saban kullanılırdı. 5 bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar da, insanlar da kırılıyordu. Yaklaşık ; 2 milyon sıtmalı, 1 milyon frengili ve 3 milyon trahomlu insan vardı. Anadolu’da ; verem, tifüs, tifo salgını kol geziyordu; Doğan her  5 bebekten 1’i 1 yaşına gelmeden ölüyordu; Ortalama yaşam süresi 40 yıl kadardı. Memlekette Doktor sayısı 337, Ebe sayısı 136, Eczacı sayısı 60, Diplomalı Diş hekimi yoktu. Limanlar, madenler, demiryolları yabancılara aitti. Toplam sermayenin yalnızca %15’i Türk sermayesi sayılabilirdi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan yalnızca dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras” listesinde 85 milyon Lira (600 ton altın) borcu da unutmayalım. Elektrik yalnızca İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Otomobil sayısı 1500 kadardı…Kadın, insan değildi. Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken… Osmanlıcıların yere göğe sığdıramadıkları Abdülhamid Han Hazretlerinin (yaş olarak tümü “çocuk” sayılacak 16 karısı vardı: Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur… Osmanlıcıların “dedemiz” dedikleri Abdülmecid’in de 22 karısı vardı. (Ahali ineğine verecek saman bulamazken, herif sarayında iki futbol takımı kadar kadınla yatıyordu.) Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak ya da çalınmış, gemilerle, trenlerle Avrupa müzelerine götürülmüştü. Takvim ve Zaman birliği de yoktu; Kimisi güneş batarken ‘grubi saat’i esas alıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi güneşin tümüyle battığı ezani saat’i esas alıyordu; kimisi zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses çıkıyordu.Kimisi ‘hicri takvim‘ kullanıyordu, kimisi ‘rumi takvim‘ kullanıyordu. Kimisinin şubat’ı kimisinin aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda, farklı saatlerde yaşıyordu! Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne Ortaçağdan kalma ağırlık ölçüleri dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne de uzunluk ölçüleri… Erkeklerin yalnızca % 5’i, kadınların binde 5’i okuma – yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan zaten üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, 72 ortaokul ve yalnızca 23 lise vardı. Ülkedeki liselerin tümünde salt 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, Darülfünun, medreseden halliceydi.Ülke bilim’den çoook uzaktı. 600 yıl boyunca Türkçe’nin ırzına geçilmiş, Osmanlıca denilmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Kelimelerin yalnızca %5 kadarı Türkçeydi. Arap alfabesiyle Türkçe yazmaya çalışıyorlardı. “Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köpekleştirildik..” falan deniyor ya…İbrahim Müteferrika’dan başlayarak 150 yılda basılan toplam kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz? Yalnızca 417’ydi ki, zaten, ülkeye matbaayı getiren Abraham Müteteferrika da Macar kökenli bir devşirmeydi. Oysa Gutenberg’in çalışan ilk matbaasından sonra, yani 1453’ten 1850’ye dek 400 yılda Avrupa’da 8 milyon kitap basılmıştı.. Voltaire, bir kitabında şu belirlemeyi yapmıştı: İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan daha azdır! Ve neymiş efendim, mezar taşı okuyamaz haldeymiş… Sen önce adam gibi, nesnel bilgi veren iki kitap oku da, Dünyadan haberin olsun biraz!”

 

EVET, “BATILILAŞMAK SÜRECİ BİR İÇ TARİHSEL DEVRİM”[3] OLAYIDIR DEMİŞTİK!..

“Batılılaşma” olayını bilişsel tarih ve toplum bilimleri açısından ele alırsak; “Batılılaşmak”, Osmanlı’nın, çevreyle etkileşme, yaşamı devam ettirme mücadelesinde, istenilen sonuçları elde edebilmek için mecbur kalarak başvurduğu bir toplum mühendisliği faaliyetidir... Daha başka bir deyişle, “Batılılaşma”,  Osmanlı’nın -Devletin- yaşamı devam ettirebilmek için,  sistemin toplumsal DNA’larında kayıt altında olan bazı “tarihsel devrimci” bilgileri kullanarak  kendi bünyesinde bir operasyon yapma, bu şekilde “çevreye-çağa uyum” sağlayabilme çabasıdır. Kendi varlığını -nefsini- başka türlü üretemeyeceğini anlayan Devletin, yaşam kavgasında, kendini kurtarma operasyonudur.  Batı medeniyetiyle Osmanlı arasındaki etkileşme sürecinde, Osmanlı, batılı yaşam tarzıyla birlikte, Batı medeniyetine ilişkin kurum ve kuralları da “benimseyerek” hayatta kalabilmeye çalışmaktadır... Tabi bu “benimseme”, Osmanlı’nın, üzerine giydiği İslamcı elbiseyi çıkararak, bunun yerine “Batıcılık”  adı verilen yeni bir elbiseyi giymesi şeklinde başlar, o ayrı,  ama işin özü budur!.. 

Şimdi,  bütün bunlar ne anlama geliyor,  konuyu açarak olayı daha iyi anlamaya çalışalım...[4]

“Batılılaşma” adı verilen bu “Tarihsel devrim” sürecinin en üst tepe noktası  Cumhuriyet’in kuruluşudur... Osmanlı Devleti kurulurken neden İslâm Medeniyeti’ne sarıldıysa, neden bütün  kurum ve kurallarıyla, yaşam tarzıyla İslâm Medeniyeti’ni benimsemek zorunda kaldıysa, bu kez de, gene aynı nedenlerden dolayı Devlet bir tür kabuk değiştirmekte, sırtındaki “İslâmcı kabuğu” çıkararak, onun yerine “Batıcılık” kabuğunu geçirmeye çalışmaktadır...

Peki nedir bu, bir tür toplumsal DNA değişimi olayı mıdır? Bunun bir tür toplumsal mimarlık-mühendislik harikası olduğu ortada, ama olayın özü nedir?..

“Batılılaşma” sürecinin iki dinamiği vardır. Birincisi, dış dinamik olarak Batı, bu açık. İkincisi ise, “Devleti kurtarma” çabası içinde olan Osmanlı ve onun Devlet sınıfıdır. Yani öyle, sadece “emperyalistlerin”  dışardan müdahalesiyle gerçekleşen bir toplumsal DNA değişimi, zorla “Batılılaştırma” olayı değildir bu! Asıl talep içerden geliyor. Ve içerdeki bu dinamik dışardakiyle birleşiyor...

Türklerin neden ve nasıl Müslüman olduklarını daha önce bütün ayrıntılarıyla inceledik. Burada da gene aynı tarihsel devrim diyalektiği söz konusudur... 

Türklerin Müslümanlığı kabul etmesi de üretim süreci içinde oluşan yeni bir bilginin toplumsal bilgi haline gelmesi olayı değildi şüphesiz!  Türkler İslamiyet’i kabul ederken mevcut toplumsal DNA’larını, yani “Kan-Töre” bilgi sistemlerini  bir yana atmıyorlardı, bunlar gene yerinde duruyordu!.. Onlar (Türkler) bu temeli değiştirmeden, onun içine adım adım yeni bilgi sistemine ilişkin unsurları da monte ederek, İslam’dan aldıklarıyla-öğrendikleriyle kendi  bilgi sistemlerinin içinde  bir tür sentez yapıyorlardı. İslamiyet’in kabulünün bir “tarihsel devrim” olduğunu söylememizin altında yatan  budur!..

Devrim, mevcut üretim ilişkileri sisteminin içinde üretici güçlerin gelişmesi sonucunda, yeni üretim ilişkileriyle yeni bir toplumun doğuşu, aşağıdan yukarıya doğru  toplumun kendini yeniden üretmesi olayıdır. Burada işin özü üretimdir, üretirken kendini de üretme olayıdır devrim.Tarihsel devrim” ise, yukardan aşağıya doğru yaşanılan bambaşka bir sürece işaret eder...  

Dikkat ederseniz bu ilk “kabul”  aşamasında “Türk islamı” tamamen tasavvufa dayanan bir İslamdır.[5]  Bunun, resmi İslam’la (“Şeriat”) bir devlet düzeninin toplumsal DNA bilgi sistemiyle hiçbir alâkası yoktur!.. Türkler İslam’ı alıyorlar ve onu kendi “Kan-Töre” bilgi sistemlerinin içine monte ediyorlar!.. Yani, İslam’ı benimseyince esas toplumsal DNA’ları değişmiyor; “Kan anayasası-Töre” duruyor yerinde, İslâm bunun içine monte ediliyor o kadar. Ortaya çıkan sonuca da “Tasavvuf” deniyor. Bir Ahmed-i Yesevi’nin, bir Yunus Emrenin, Hacı Bektaş’ın, Şeyh Bedreddin’in Tasavvuf’u bu türden bir tasavvuftur...

Bu nasıl bir “devrimdir” şimdi?..

Evet, “tarihsel devrim” sürecinde, klasik anlamda, yeni bir üretim ilişkisi temelinde, yeni bir bilgi sistemi-toplum  çıkmaz ortaya! Ama, yukardan aşağıya doğru da olsa, yeni bilgilere sahip olarak bir yenilenme, kendini yeniden üretme potansiyeli-motivasyonu söz konusudur. Normal koşullarda, yeni insan tipleri, yeni bir üretim biçimiyle birlikte yeni üretim ilişkileri içinde ortaya çıkarken, yukardan aşağıya “yenilenme” sürecinde, gelişme ve kendini yeniden üretme mekanizması “mevcut çerçevenin içinde öğrenme” süreciyle birlikte anlam kazanır. Yani, önce   belirli bilgilere sahip çıkıyorsun -bunları “benimsiyorsun”- sonra da, aynen bir mühendislik faaliyetini yerine getirir gibi “sahip olduğun” bu bilgilere göre toplumsal yaşamı düzenliyorsun!..

Türklerin, İslam’la etkileşme içinde, İslam’a ilişkin enformasyonları alıp bunları kendi bilgi sistemleriyle değerlendirerek  bir sentez ürettiklerini söyledik.  Bu toplumsal sentezin  elementleri  onların kendileri değil midir aslında? Elbette! Çünkü, etkileşme sonunda ortaya çıkan “Türkler” artık başlangıçtaki Türkler değildir!..  O halde Türkler, yaşamı devam ettirme süreci içinde önce belirli bilgileri “benimseyerek” onlara sahip çıkıyorlar, sonra da bu bilgilere göre  kendilerini yeniden üretmeye başlayarak değiştiriyorlar-değişiyorlar!..  Nasıl mı?..

Tekrar Osmanlı’ya, Osmanlı Türkleri’ne dönersek: İlk aşamada Osmanlı Türkleri’nin her biri birer Tasavvuf ehli idi. O ilk “ülkücü gaziler-ilbler”, dervişler nedir, o Ahi Evran’lar, Hacı Bektaş’lar nedir...  Osmanlı’yı, Hristiyanından Şamanına kadar  binbir çeşit insanı peşine takarak bir Devlet olmaya doğru götüren  dünya görüşü ne idi? Osmanlı’da bütün o insanları kendine doğru çeken gücün kaynağı ne idi? Tek kelimeyle Tasavvuf değil midir bu!.. Kısacası, Türkler’i ve Osmanlı’yı bir tarihsel devrim gücü yapan bilgi temeli Tasavvuftur... Sonra ne oluyor peki?..

Osmanlı fetihlere başlıyor. Ve kısa bir zamanda hallaç pamuğu gibi atıyor Anadolu’yu! Yeni topraklar, yeni halklar, insanlar derken, artık  bir Devlet haline gelmek gerekiyor. Başka çare kalmıyor çünkü. Yoksa nasıl yönetilecekti bu kadar çeşit insan.  Ama onun, yeni sınıflı topluma, yaşam tarzına-toplum düzenine ilişkin bir bilgisi yoktu ki! “Kan” bilgisinin   Tasavvufla zenginleştirilmesiyle  ortaya çıkan yeni bilgi ve sistem, en fazla genişletilmiş bir aşiret için,  yani bir tür “Bozkır Devleti” için yeterli idi! İşte Osmanlı,  tam bu aşamada, Selçuklu Devlet sınıfı artığı belirli  “İslami bürokratlar” üzerinden resmi İslâm’la tanışır (yaşamı devam ettirme sanatı derler buna!) ve bütün kurum ve kurallarıyla, yaşam tarzıyla bir sınıflı toplum düzeni -bilgi sistemi- olan  İslâmı alır, “benimser!”[6]

Peki ne oluyor “benimseyince”? Ne demek bu “benimseme”? Fetihçi toplum gidiyor da onun yerine üreten, üretime dayanan yeni bir toplum mu geliyor hemen? Hayır!! Osmanlı,  Devlet kurmadan önce de fetihçiydi, kurduğu Devlet de gene fetihçidir!..                                                                                                                                      


Osmanlı, kuruluş öncesinde İslâm’dan aldığı bilgileri kendi Kan-bilgi sistemine monte ettiği zaman ortaya çıkan bilgi sistemine “Tasavvuf” deniyordu.  Şimdi, Devlet haline gelirken de Tasavvuf gidiyor, onun yerini resmi İslâm alıyor! Osmanlı’yı Osmanlı yapan sürecin diyalektiği budur!.. 

Dikkat edilirse bu süreç içinde  toplumsal DNA’larda esasa ilişkin bir değişme falan yoktur!.. Sadece, mevcut toplumsal DNA yapısıyla oynanmaktadır o kadar! Yani, yaşamı devam ettirme kavgasında ne gerekiyorsa o yapılıyor, onlar benimseniyor-“öğreniliyor” ve sonra da “öğrenilen” bu yeni bilgiler  mevcut bilgi sisteminin içine, eskilerinin üzerine yerleştiriliyor. Eski sinapsların yanına yeni sinapslar ilave ediliyor!  Türkler, kelimenin tam anlamıyla, bir toplumsal mimarlık-mühendislik örneği vererek, kendi toplumsal DNA bilgi sistemlerine mevcut duruma ilişkin yeni bilgiler monte ediyorlar ve bu bilgilerle de çevreden gelen enformasyonları işleyerek yaşamlarını devam ettiriyorlar...

“Tarihsel devrim” gerçekliğini biraz daha açalım!..

Önce şu soruyu soralım! Neden üretir insanlar? İşin özünde yaşamı devam ettirme mücadelesi yok mudur?  Yeni bir üretim ilişkisine geçişin özünde de yeni bilgilerin öğrenilmesi, bunlara dayanılarak yeni bir üretim sürecinin örgütlenmesi yatmıyor mu? Devrim söz konusu olunca bu, aşağıdan yukarıya yeni bir toplumsal DNA bilgi sisteminin oluşmasıyla, toplumsal sistemin nitelik değiştirmesiyle gerçekleşiyor; tarihsel devrimde ise, mevcut toplumsal DNA’lar değişmediği halde (yani toplum özünde bir nitelik değişimine uğramadığı halde),   mevcut toplumsal bilgilerin -DNA’ların- içine yeni bilgiler monte edildiği için, bu bilgilere dayanarak insanlar -toplum- çevreden gelen madde-enerjiyi-enformasyonu daha iyi, daha ileri düzeyde değerlendirerek işleyebiliyorlar. İşte bunun içindir ki, tarihsel devrim de bu anlamda ileri bir adımdır...                                                                                                                                  


Tekrar Osmanlıya dönersek; bu kadar açıklamadan sonra, şimdi artık Osmanlı’yı “Batılılaşma” sürecine sokan  “iç dinamiğin” nasıl bir dinamik olduğunu, “Devleti kurtarma” duygusunun kökenlerinin nerelere dayandığını biliyoruz . Tek cümleyle özetlersek; Osmanlı insanı, halâ eski aşiret anlayışıyla belirlenen dünya görüşüne göre,  “Devlet varsa vardır“! Bu nedenle, “Devleti kurtarmak”, “yaşatmak” aslında  onun kendi varoluş çabasıdır. Çünkü, onun için “Devlet” aşirettir.  O, henüz daha bir birey haline gelmediği  için,  ancak aşireti -bu daha sonra Devleti oluyor- varsa vardır!.. 

Peki, bu varoluş anlayışı, bu Devlet anlayışı sadece “Yönetici” sınıfa özgü bir şey midir? “Yönetilenler” için durum farklı mıdır?..

Hayır değildir!  Çobansız “sürü”, ya da sürüsüz “çoban” olur mu? “Devlet baba”sız “varolmak” mümkün müdür? Çünkü, aynı aşiret mantığı  “Yönetilenler” için de geçerlidir!  “Kurda kuşa yem olmamak için”, “Allah Devletimize zeval vermesin” diye düşünür “Yönetilenler” de!..

Evet, “Yönetilenler”, yeri geldiği zaman, bu Devlete  isyan da ederler, ona karşı da çıkarlar,  ama bu karşı çıkış sistemin kendi içindeki bir tepkidir. Devletin varlığı değildir burada sorgulanan! Zaten, onun yerine başka bir şey getirmek gibi bir talepleri  de yoktur![7] Sistemin içinde bir sivil toplum bilinci-bilgisi oluşmamıştır ki (ya da eksiktir). “Şeriat düzeni”, “din devleti kurmak” falan, bunlar da hep marjinal taleplerdir.  Halkın tepkisi, İltizam sistemiyle birlikte hayatın yaşanmaz hale gelmesinedir. “Devlet babanın” çocuklarını-sürüyü ihmal etmesinedir o kadar!.. Yoksa, Devlet ister Batılılaşsın, isterse ne yaparsa yapsın, onlar için sorun bu değildir! Önemli olan Devletin orada (“başlarında”) durmasıdır! Çünkü, öyle de olsa, böyle de olsa özünde bir şey değişmeyecektir! Nasıl olsa her şey onların-“Yönetilenlerin” dışında, yukarda olup bitmektedir.  “Batılılaşma” süreci, içerdeki İltizam sisteminin uygulamalarıyla paralel geliştiği içindir ki, halk bu iki oluşumu bir arada görür, ve  tepkisi bunadır. Ama Osmanlı’nın Devlet kafası bu gerçeği göremez. Hem göremez, hem de görse de işine gelmediği için anlayamaz! Ona göre Devletin varolabilmesi için zorunludur yapılanlar. İltizam düzeniymiş, halkın mültezimlerin insafına bırakılmasıymış bunları anlamaz o. Var mıdır bunun başka bir çaresi? Yok!  “Batılılaşmak” tek çaredir. Osmanlı, “sıkın biraz dişinizi” der halka!  Halk içinse,  mültezim zulmüyle Batılılaşma bir ve aynı şeydir. Yoksa öyle, Şeriat düzeni getirmekmiş vb. bunlar halkın aklının ucundan bile geçmez! Bu türden lâfları eden üç beş “kendini bilmez”i halk olarak değerlendirmek ve sonra da, bu “Şeriat düzenini getirmek isteyenlere” karşı “kurtarıcı” olarak ortaya çıkmak Osmanlı’ya has bir “Beyaztürk” Devleti kurtarma stratejisidir. Osmanlı’da oyun çoktur lâfı boşuna çıkmamıştır! Halk, içine itildiği çıkmazdan kurtulabilmek için koruyucu  bir kalkan olarak dine sarılmaktadır o kadar...

Osmanlı Devlet sınıfı, “Batılılaşmak” çabasıyla birlikte kendi içinde ikiye bölünür. Bir kanat, mevcut durumu muhafaza etmeyi savunurken, diğer kanat da, toplumu ve Devleti yeni bilgiye göre, yukardan aşağıya doğru yeniden kurma, inşa etme çabasına girişmiştir. Bütün o Tanzimat döneminde yaşanılan olayların, Genç Osmanlılar’dan Jön Türkler’e ve İttihat Terakki’cilere kadar,   “Batıcı” asker-sivil Devlet sınıfı unsurlarının  hepsinin yapmaya çalıştıkları şeyin özü budur. Padişah ise, ortadaki denge unsurudur!! Hem, var olanı temsil eder, hem de, “Devleti kurtarmaya çalışan” “Batıcı” bürokratlarına göz kulak olur. Denge, bazen bir tarafın, bazen da diğer tarafın lehine dönse de, işin özü budur.

Osmanlı toplum mimarlarına göre, yeni bilgiyle (“Batı kültürü”) toplumu yeniden inşa etmek demek, eski bilgiye göre varolan kurumların (yapı) yerine yenilerini oluşturmak demektir. Eski yapı, eski bilginin maddeleşmiş şeklidir. Yeni bilginin maddi bir gerçeklik haline gelmesi için, bu bilgiye göre yeni bir yapının oluşması gerekecektir. Peki bu nasıl olacaktır? Bilgi denilen şey, öyle herhangi bir maddi gerçekliğe tekabül etmeden  varolan, hazır bir elbise gibi alınıp üstüne geçiriliverecek bir şey midir?..

Her maddi gerçeklik belirli bir bilginin kristalize olmuş şeklidir demiştik. Yani madde ve bilgi birbirlerinden ayrı olarak düşünülemezler. Bilgi maddeyle gerçekleşir, madde de belirli bir bilgiyi temsil eder. Bu nedenle, Batı düşüncesi ve Batı sistemi bir ve aynı gerçekliğe denk düşerler. Batı bilgi sistemi, kentten çıkma Batı toplumlarının toplumsal DNA‘larından kaynaklanır. Bir insanın yapısını nasıl ki onun DNA‘ları belirliyorsa, Batı toplumlarının bilgisi de onların toplumsal yapılarını belirleyen toplumsal DNA‘larıdır.  Bu bilgiyi onun maddi gerçekliğinden soyutlayarak alıp, tamamen ayrı bir maddi gerçekliği bununla yeniden yaratmak-şekillendirmek, yani toplum mühendisliği yaparak toplumsal DNA’ ları değiştirmek mümkün müdür? Hayır,  mümkün değildir! Yani, bu anlamda bir toplum mimarlığı-mühendisliği mümkün değildir!..

Peki o zaman, nedir Osmanlı’nın bütün o “Batılılaşma” çabalarının özü?.. Nedir Osmanlı toplum mimarlığını-mühendisliğini  “eşi bulunmaz” hale getiren şey? Yazının 3. Bölümünde  açık bir şekilde göreceğimiz  gibi, Osmanlı ve daha sonra da Cumhuriyet dönemi “Batıcıları”, mümkün olmayanı yapmaya çalışarak, onu kendilerine rağmen mümkün hale getirmişlerdir!.. İşte, “Osmanlı’dan bu yana Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi sürecinin   diyalektiği” budur, burada gizlidir!..

OSMANLI’NIN “BATILILAŞMA” SÜRECİNİN İKİ BOYUTU VARDIR…(3)



[3] Buradaki „iç tarihsel devrim“ kavramı bana ait…“Osmanlı’dan Bu Yana Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Diyalektiği“ S. 443.   http://www.aktolga.de/z9.pdf

 

[4] Her seferinde altını çizmek istiyorum!.. Burada, bu çaba iyi midir, kötümüdür, iyi mi olmuştur, kötü mü  bunu tartışmıyoruz!.. Çünkü, tarihte  olan her şey -bilişsel tarih anlayışına göre- o dönemin koşulları içinde daha başka türlüsü olamadığı için olmaktadır. Bize düşen, „bugünün güneşiyle dünkü çamaşırları kurutmaya çalışmak“ olmayıp, olanı, olanları, nedenleriyle birlikte açıklamaya çalışarak, buradan günümüze ilişkin sonuçlar çıkarabilmektir…

[5] Ben buna da  „Türk tasavvufu“ diyorum. Çünkü başka tasavvuf yorumları da vardır. Örneğin, Arap tasavvufu, Hind tasavvufu vb…

[6] Yani, Türkler’in İslam’ı benimsemeleri iki aşamada olur. Birinci aşamada, Türk-İslam sentezi olarak Tasavvuf çıkar ortaya. İkinci aşama ise resmi İslam’a geçiştir…

[7] Ya Şeyh Bedreddin mi diyorsunuz? Neydi Şeyh Bedreddin’in Osmanlı’nın yerine önerdiği düzen? Osmanlı’dan daha ileri bir düzen mi öneriyordu Şeyh Bedreddin? Hayır! Eskiye, ilkel komünal topluma dönüşü öneriyordu o. Ama toplum zaten adım adım oradan buralara gelmemiş mi idi, tekrar geriye gidiş bir çözüm değildi ki!..

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums