OSMANLI VE CUMHURİYET “TARİHSEL DEVRİMİ”…(1)

  • 28.10.2022 07:28

(Aşağıdaki satırlar “Bilişsel Tarih ve Toplum Bilimleri Açısından Osmanlı’dan Bu Yana Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Diyalektiği”nden S. 438…Yazı 3 Bölüm halinde yayınlanacak…) http://www.aktolga.de/z9.pdf   

“Kentten çıkma Batı toplumlarında  birey ve toplum önce gelir, devlet sonra! Devlet, bu zemin üzerinde oluşur; elementlerini bireylerin oluşturduğu sistemin merkezi varoluş instanzıdır devlet. Birey, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olarak  kendisi için üretim yapması nedeniyle, ya da tabi, emeğini satarak üretim sürecinde kendisi için varolması nedeniyle   bireydir ve vardır. Sosyal sınıfların ortaya çıktığı temel  budur. Toplum, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölündüğü zaman,  sınıflı toplum da oluşmuş olur. Devlet  de, bu yeni durumu, dengesizlik üzerine kurulu bu yeni “dengeyi” muhafaza etmenin aracı olur. Zaten bu yüzdendir ki, onun, “mülk sahibi sınıflar lehine oluşan bu  “dengeyi” koruyan kamu gücü olduğu”, “egemen sınıfın örgütü olduğu”, “egemen sınıfı  temsil ettiği” söylenir.

Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun oluşumu ve yapısı ise bambaşkadır...

Hep altını çizdiğim nokta şu: Osmanlı’da kuruluştan önceki dönemde, içinde Batı’daki anlamda bireylerin oluşmadığı bir aşiret toplumu vardır ortada... Bu toplum daha sonra fütuhata girişiyor, ve “Devlet” haline geliyor!..[1] Bu  durumda, yeni oluşan toplum ve Devlet, Batı’daki gibi, elementlerini bireylerin oluşturduğu bir sistem değildir! Sistemin mantığına göre, birey yoktur halâ ortada, çünkü özel mülkiyet yoktur! “Mülk Allah’ındır”, “Allah adına da mülkün sahibi olan Devlet’in başınındır”!.. Osmanlı sisteminin elementleri, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olarak, kendisi için üretim yapan “birey”ler değildir. Osmanlı’da,  Allah adına da olsa, mülk sahibi olan tek “kişi” merkezi temsil eden Sultan’dır. Tek “birey”, kendisi için, kendiliğinden varolan tek kişi o dur.[2] Diğer insanlar, birey-vatandaş olmayıp, kendi varlıklarını toplumu temsil eden bu Devlet’le birlikte oluşturabilen, Devlet ve toplum varolduğu için, onunla birlikte varolan Reaya-sürü-kul insanlardır. 

Bu durumda, bireyin olmadığı bir toplumda, Batı’daki anlamda bir “sınıf”tan da bahsedilemezdi! Peki, Osmanlı toplumu, Osmanlı’nın kendini ifade ettiği gibi “sınıfsız” bir toplum mu idi? Hayır tabi! Osmanlı’nın nasıl bir sınıflı toplum olduğunu daha önce inceledik.[3] Bu toplumun, “Yönetenler” ve “Yönetilenler” olarak iki sınıftan oluştuğunu gördük.  Burada önemli olan, kentten çıkma Batı toplumları için kullanılan “sınıf”, “birey”, “sınıfsızlık” gibi kavramların Osmanlı’daki karşılığının aynı olmadığıdır. Bu kavramları Batı’daki gibi kullanacak olursak, ortaya tam bir bilmece çıkar ve içinde yaşadığımız topluma yabancılaşırız! İşte meselenin düğüm noktası da buradadır zaten. Birey olarak gelişmemiş, kendi varlığını birey olarak üretemeyen  Osmanlı ve Türk insanının, sıkıştığı zaman, “Devlet’i korumaktan-kurtarmaktan” bahsetmesinin nedeni budur. Ona göre “Devlet” -aynen daha önceki aşireti gibi- önce gelir. Ve ancak “Devlet varsa kendisi de, diğer insanlar da vardır.“ Devletin “kutsal” bir varlık oluşunun altında yatan mantık budur...

Biliyorum, bütün bunlar, Osmanlı ve daha sonra da onun devamı olan”  Cumhuriyet dönemi “aydınları” için (dünkü ve bugünkü, “Beyaz ve Siyahtürk” aydınlar için...) “anlaşılamaz” şeylerdir!.. 

Çünkü, Devletin toplum mühendisliğine soyunduğu bir sürecin ürünü olan Osmanlı ve Cumhuriyet “aydınları”,   içinde yaşadıkları topluma, onun tarihine yabancılaşmıştır. Onlar adeta, kendi toprağından sökülüpte  Devletin onlar için geliştirdiği  toplumsal bir kavanozda  yetiştirilmiş çiçeklere benzerler!.. Sahip oldukları bilgiler, ya Batı’dan “öğrenilen” şeylerden, ya da İslamcı  ideoloji aracılığıyla üretilen bilgilerden ibaret olduğundan, bunların maddeleşmesiyle oluşan “medeniyetimiz”de köksüz kalmıştır!.. Olay malesef budur... Bu nedenle, önce süreci iyi tahlil etmek, toplumu değiştirme mücadelesinin kendini değiştirmeye paralel olarak gelişebileceğini görmek gerekir... Olayın Enformasyon İşleme Teorisi açısından açıklaması budur...

ŞİMDİ GELDİK DEVLETİ KURTARMANIN YENİ BİÇİMİ OLARAK “BATILILAŞMAYA”!..

Gün gelir, devran döner, “deniz biter”! Kendi kendini yer bitirir Osmanlı! Ama ortada  bir uç beyliği de yoktur artık “tarihsel devrim” yaparak “Devleti kurtaracak”! Hem sonra, o defter kapanmıştır artık! Elin oğlu, atı alıp Üsküdar’ı geçmiştir! Avrupa, sanayi devrimini yaşamaktadır. Askerlik sanatı kökünden değişmiştir. Osmanlı’nın elindeki silahlar tarihin çöp sepetine atılmıştır çoktan. Artık öyle at sırtında, elinde kılıç, “ya Allah” diyerek fütuhatlar yapma devri bitmiştir!..

Osmanlı’nın işgali altındaki topraklarda kapitalizm gelişmekte, buralarda milliyetçi akımlar güçlenmektedir.[4] Kendine güvenen herkes, artık bu  sistemden ayrılıp, bağımsızlığını kazanmak istemektedir. Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri de bunları desteklemektedir. Ne yapacaktır Osmanlı? Devleti nasıl koruyacak ve “kurtaracaktır”?..

Şerif Mardin’den bir kere daha Osmanlı gerçeği... Gene özetleyerek aktarıyorum:

“Osmanlı İmparatorluğu’nun muhtelif müesseselerini birbirine kenetleyen ve onları ayakta tu-tan harç, gaza ideolojisi, devletin sınırlarını mümkün olduğu kadar genişletme çabasıydı. Bu itibarla, İmparatorluk’ta iktisadi faaliyet konusunda hakim zihniyet “verimi arttırmaya” (üretime) değil, kılıcının hakkıyla yeni gelir kaynakları elde etmeye yönelmişti. Bundan dolayıdır ki, Osmanlılar için harpte mağlup olmak ve toprak kaybetmek bir gelir azalması manasına geliyordu.[5] Diğer taraftan, Renaissance’dan sonra Avrupa’da askeri güç yeni şekiller almıştı. Bu yeni beliren disiplinli piyade ve topçu birliklerine karşı koymak için gene aynı tipte askeri birliklere ihtiyaç vardı. Askerlerin Batı yöntemleriyle yetiştirilmesi, daimi olarak talim ettirilmesi ve kendilerine maaş verilmesi için de yeni gelir kaynakları bulmak icabediyordu. Başka bir ifade ile, bir taraftan devletin gelirleri azalırken, diğer taraftan da giderleri çoğalıyordu.

Devletin bu zor durum karşısında aradığı hal çareleri ise mahduttu ve üç ana eksen etrafında toplanıyordu: Osmanlı İmparatorluğu’nda bir zamanlar iyi işleyen ve asker temini ile yakından ilgili olan toprak sistemini eski haline getirmek, para basmak veya vergi yükünü arttırmak.”[6]

Bunlardan birincisi, fütuhat devam ettiği sürece mümkündü. Nitekim de, Fatih’le birlikte diriltilen Tımar sistemi Kanuni devrine kadar başarıyla yürütülmüştü. Ama fütuhat bitince Tımar da bitti ve geriye iki çözüm kaldı. Para basmak, ya da vergileri arttırmak. Bunların ikisi de yapıldı. İltizam sistemiyle halkı soyup soğana çeviren Devlet, bir yandan da boyuna para basıyordu. Enflasyon bir çığ gibi büyüyor, hayat yaşanmaz hale geliyordu. Bütün bunlar hep Devleti yeniden örgütleyebilmek,  “çağdaşlaştırarak”, “batılılaştırarak” “kurtarmak” sürecine paralel olarak yapılıyordu. 

Evet, “Devleti kurtarmanın” yolu bulunmuştu: “Batılılaşmak”! Yani Batı gibi olmak. O zaman, onlar nasıl geliştilerse Osmanlı da öyle gelişecek, “kurtulacaktı”! Halk da varsın bu arada biraz sıkıntı çeksindi! Zaten halkı düşünen mi vardı ki! Bunun için Batı’ya öğrenciler gönderildi, Batı’dan askeri eğitmenler getirtildi. Kısacası, “Batılılaşmak”, yani Batı gibi olmak için elden ne geliyorsa yapıldı...

Tabi bütün bunlar “Devleti kurtarmak uğruna” halkı feda ederek, halka rağmen yapıldığı için, halk  bu sürece karşı  idi! Ama halkın bu “karşıtlığı” aslında kapitalistleşmeye, gelişmeye, ilerlemeye karşı olmak anlamına gelmiyordu! Onlar, bu sürecin maliyetinin karşılanması için kendilerinin mültezimlerin eline terkedilmesine, Devlet zoruyla köleleştirilmeye karşıydılar. Ancak  Devletçi-“Batıcılar” bunu böyle anlamadılar. Ve halk onların gözünde  sanki “çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmaya karşı, şeriat yanlısı gerici bir güçmüş” gibi görünmeye  başladı!  Bu halâ, Osmanlı Batıcılarının  Cumhuriyet dönemindeki devamı olan asker-sivil aydın “Beyaztürk” güçlerin gözünde de  böyle değil midir! “Halk cahildir”, “göbeğini kaşıyan adamdır”, “gericidir” onların gözünde de. Onlarsa “ilerici, çağdaş!!”  

BATILILAŞMAK SÜRECİ BİR “İÇ TARİHSEL DEVRİM”[7] OLAYIDIR!.. (2)


[1] Kitapta ve bu yazı dizisinde  Devleti hep  büyük harflerle yazdığımı göreceksiniz! Çünkü bu Devlet başka bir devlettir!..

[2] Ama onun, yani Sultan’ın „birey „olarak „varlığı“da, Batı’daki gibi, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip „özgür“ bir birey olmasından kaynaklanmaz! O, Allah’a ait olan mülkün, onu temsilen sahibidir. Yani gene Batı’ daki anlamda „özgür bir birey“ yoktur ortada!..

[3] Bütün bunları boşuna Marksist devlet-sınıf anlayışının içine sığdırmaya çalışmayın! Sığmaz çünkü! Ben yıllarca uğraştım sığdıramadım!  Marks’ın „devlet“i ve „sınıf“ı,  kentten çıkma Batı toplumlarının tarihsel gelişimi içinde biçimlenir. Marks, göçebelikten, fütuhat yoluyla devletleşmeyi ve sınıflı toplum haline gelişi  incelememiştir...

[4] Şüphesiz, Osmanlı’ya karşı verilen bağımsızlık mücadeleleri sadece buralarda gelişen kapitalizmin ürünü   değildir! Batı’lı ülkelerin etkisiyle -sadece fiilen değil, ideolojik olarak da- gelişen „kurtuluş savaşlarıdır“  bunlar. Zaten bu yüzdendir ki, bu ülkeler Osmanlı’dan kurtulur kurtulmaz hemen Batı’nın etki alanına girerler! Osmanlı’nın parçalanması dünyanın gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından yeniden paylaşılmasına bağlı olarak gerçekleşir...

[5] Bu noktanın altını çiziyorum. Yavaş yavaş bir kere daha okuyunuz bu cümleyi!..

[6] Mardin, a.g.e.

[7] Buradaki „iç tarihsel devrim“ kavramı bana ait…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.