- 16.07.2015 00:00
Geçtiğimiz ay Kudüs'te, Mescid-i Aksa'yı gezerken Harun Tokak Hoca'dan dinlemiştim. Musul Atabeyi Nureddin, Kudüs fethedilince Mescid-i Aksa'ya konulmak üzere ahşaptan bir minber yaptırmış. Selahaddin'in ordusu, hep bu minber ile birlikte sefere çıkar, gittikleri her yere onu da taşırlarmış. Sonunda Nureddin'in vasiyeti yerine getirilmiş ve minber yerine konmuş. Olağanüstü bir sanat eseri olan bu minber, 1969'da Yahudi fanatiklerin çıkardığı yangına kadar yerinde kalmış. Sonra yerine aynısı yapılmış.
Hikâye böyle: Önce bir minber yaptırıyorsunuz, sonra bu minberi yerine yerleştirmekle görevli bir ordu topluyorsunuz. Bu görevi yerine getirecek bir lider ortaya çıkıyor ve görev tamamlanıyor.
MHP'nin Kürt sorunu konusunda bir çözümü olmadığını yazmıştım. Elazığ'ın bilge adamı, dostum İrfan Sönmez, Habererk'te “MHP ve çözüm” başlıklı yazısında, bana cevaben sadece MHP'nin değil, Türkiye'de kimsenin bir projesi veya çözümü olmadığını, PKK taleplerinin ise çözüm anlamına gelmediğini “Bağımsız Kürdistan” hedefi olduğunu vurguluyor. Haklı olduğu taraf şurası: Milletler çağında, milliyetçi bir kalkışmanın başka bir hedefi olamaz; ancak yine de çözüm üretmek değil belki ama ateşi söndürmek hepimizin görevi. Çözüm ise bir minber inşa etmek ve o minberi yerine yerleştirmek üzere birlikte yola koyulmakla mümkün.
HDP bir Türkiye partisi olmayı büyük ölçüde başardı. Delili Demirtaş'ın Kandil ile giriştiği polemikler. Silah bırakma çağrısından daha önemli bir şey söylüyor Demirtaş: “PYD şunu görmeli: Suriye'de Türkiye'siz olmaz.” İrfan Sönmez, kastettiğim şeyi çok iyi anlayacaktır. Biri bir minber inşa edecek ve hepimiz o minberi gönlümüze ihtişamla yerleştirmeye koyulacağız.
Tam burada hikâyemize geri dönelim. 1185 yılına ait bir gelin alâyının önünü kesme hadisesinden on yıl boyunca on binlerce insanın hayatına mal olan, Türklerin ve Kürtlerin birbirini tükettiği korkunç bir mukateleyi anlatıyorduk. Hadiseyi bütün teferruatı ile İbnü'l Esir gibi dönemin tarihçileri naklediyor. Kudüs, beride bu büyük kan davası devam ederken geri alınıyor ve minber yerine yerleştiriliyor. Sonrası yine felâket. Malûm, Kudüs'ün Selahaddin eliyle yeniden fethine karşılık III. Haçlı Seferi başlıyor. Büyük Sultan, Avrupa'nın üç büyük kralının bizzat katıldığı bu seferde yine aslanlar gibi savunmaya girişiyor. Fakat Selahaddin'i asıl uğraştıran gaile Haçlılar değil, Türkmenlerle Kürtler arasındaki düşmanlık oluyor. Dönemin müşahidi Hazrecî, Haçlılara karşı Kerek ve Beynesan çarpışmaları sırasında, Selahaddin'in ordusundaki Türkmenlerle Kürtlerin birbirine girdiğini naklediyor. Düşünebiliyor musunuz, bütün Avrupa kapınıza dayanmış ve sizin ordunuz kendi arasında savaşıyor. Hakkını ne kadar teslim etsek az: Selahaddin, gerçekten büyük adammış.
O dönemde savaşlarda pişmiş büyük komutan sıkıntısı yok. Selahaddin'i farklı kılan askerî yeteneğine eklediği siyasî dehası ve mütevazı kişiliği olmalı. Arapçaya, Farsçaya, Kürtçe ve Türkçeye bütünüyle hakim olan Selahaddin, önemli bir matematikçi ve İslâm alimidir. Kudüs'ü ordusundaki Türkmenlerle Kürtler arasında kan davası devam ederken fethetmesi, Bağdat-Şam-Kahire-Musul-Konya merkezleri arasında tam bir fetret dönemi yaşanırken İslâm dünyasını aynı hedefe yönlendirebilmesi başardığı işin büyüklüğünü gösteriyor. Bu büyük adam Şam'da öldüğü zaman geride servet olarak sadece bir Suriye dinarı ile 40 Mısır dirhemi bırakmış.
Türklerin aileleri ile kalıcı olarak bölgeye gelmeye başladıkları tarih 1041'dir. İki halk tam bin yıldır bir arada yaşıyor. Dün Türklerle Kürtleri karşı karşıya getiren toplumsal ihtilaflardı; siyaset ise Selahaddin gibi, Muzafferüddin Gökbörü gibi liderler etrafında birleşmiş, aynı hedefe yönelmişti. Bugün tersi varit. Toplum birleştiriyor ve kaynaştırıyor. Siyaset ise ayrı yönlere doğru çekiyor. Demek ki siyasetin değil toplumun izinden gitmek lâzım.
Abanoz cinsi sağlam bir ağaçtan bir minberi iğne oyası gibi oymamız ve yerine yerleştirmemiz lâzım. Üstüne çıkıp hutbe verecek kişinin önemi yok. Bu sefer çözüm siyasette değil, toplumda.
Yorum Yap