- 28.12.2022 07:47
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı sıfatıyla, hepimizi ilgilendiren bir namus meselesi. Daha ötesi uluslararası alanda her daim sizi zor duruma sokacak bir şeref ve itibar konusu. Zira kimyasal silah kullanımı neredeyse yüz yıldır, uluslararası anlaşma ile yasaklandı. Bu yasağın altına imza koyanlardan biri de bizim devletimiz.
Peki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve dünyaya nam salmış ordusu PKK’ya karşı kimyasal silah kullandı mı?
Türk Tabipler Birliği’ne kayyum atanmasına ve Prof. Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklanmasına, işte bu yüzden bu sorunun cevabıyla birlikte bir namus ve haysiyet meselesi olarak bakmamız gerekir.
Peşinen söyleyeyim: Bu iddia veya iftira bugüne kadar dişe dokunur bir delille kanıtlanmış değil. Hatta şüphe duyulmasını gerektirecek bir ipucu bile ortada yok. Bu gündem PKK’nın uzun zamandır yürüttüğü bir propaganda stratejisinin ürünü. Yalnız az buz bir kampanya değil. Avrupa başkentlerinde, kimyasal silahlardan korunmak için giyilen beyaz tulum ve gaz maskeleri ile düzenli dikkat çekici kitlesel gösteriler yapılıyor. Bu kampanya, PKK’nın Türkiye’ye karşı Avrupa ülkelerinde kamuoyunu etkilemek için sürdürdüğü sempati taarruzunun en önemli başlığını oluşturuyor.
Hikâyenin başlangıcı ise şöyle:
Geçen sene Şubat ayında Türk Ordusu, Kuzey Irak’ta Gara bölgesine, orada bir mağarada tutulan güvenlik görevlisi ve sivillerden oluşan 13 rehineyi kurtarmak üzere bir operasyon düzenledi. Sonrasında 51 PKK’lının öldürüldüğü açıklandı. Aynı zamanda, üç özel kuvvet mensubu şehit oldu ve rehin tutulan 13 kişi PKK tarafından başlarına kurşun sıkılarak öldürülmüş halde bulundu.
O zaman büyük tartışmalara yol açan bu operasyon hakkında İçişleri Bakanı ve Milli Savunma Bakanı özel bir oturumda Meclis’e bilgi verdi. Hulusi Akar arazinin yapısını ve mağaranın özelliklerini vurgulayarak operasyonun başında göz yaşartıcı gaz kullanıldığını açıkladı. Zaten kurtarılacak rehinelere zarar verecek kimyasal silahı böyle bir operasyonda kullanmak, akla ve mantığa aykırı değil mi?
Hulusi Akar’ın açıkladığı bu göz yaşartıcı gaz meselesi zaman içinde büyütülerek kimyasal silah kullanımı şeklinde lanse edildi ve PKK’nın şu anda yürüttüğü kampanyanın hareket noktası oldu. Ertuğrul Kürkçü’nün son açıklaması bu muhakeme tarzının örneklerinden biri. Şimdi PKK propagandasına göre doğrudan Hulusi Akar’ın sözleri referans gösterilerek Türk ordusunun PKK ile mücadelede kimyasal silah kullandığı öne sürülüyor. Halbuki toplumsal olaylarda yaygın olarak kullanılan ve sadece geçici etki yaratan göz yaşartıcı gazlar kimyasal silah listesinde bile yer almıyor. O kadar ki, Türkiye’de marketlerde satılıyor; özellikle hanımlar kendilerini korumak için çantalarında gezdiriyor.
PKK, propagandalarında OPCW’ye (Organisation fort he Prohibition of Chemical Weapons) müracaatta bulunduklarını söylüyor. Halbuki Türkiye’nin de üye olduğu bu kuruluş sadece devletlerden gelen müracaatları kabul ediyor ve araştırıyor, PKK’nın iddialarını konu alan bir müracaat da bulunmuyor. Sadece Türkiye’de değil, Türkiye’nin açığını arayan Batılı demokrasilerden gelen herhangi bir teşebbüs de yok, hiçbir ülke bu iddiaları gündemine almış değil.
Hatta TTB Başkanı Fincancı bile takibata uğradığı sözleri arasında kanıt olarak kullanılan görüntülerin, “ikincil derecede delil” olarak irdeleneceğini söyledi.
Kısaca mesele, PKK’nın Batı kamu oyununu, duyarlı oldukları bir başlık üzerinden etkileme çabasından ibaret. Türkiye’nin bu konuda bugüne kadar bir kamburu bulunmuyordu. Namusumuzdan, şerefimizden kimsenin şüphesi yoktu.
Ancak şimdi durum farklı.
Meselenin kendisi öncelikle çok hassas bir namus meselesiydi, TTB’ye kayyum atanması veya Başkanı’nın tutuklanması değil.
Devlet aklı ve refleksi, TTB Başkanı’nın gündeme getirdiği iddiaları fırsata çevirip, PKK propagandasını bütünüyle etkisiz hale getirebilirdi. Tarafsız uluslararası denetimden, bizzat TTB başkanının adli tıp uzmanı sıfatıyla katılacağı gözlemlere kadar farklı kapılar açılabilirdi. Şu an itibarıyla PKK’nın PR’cılarının mal bulmuş Mağribi gibi sarılacakları katkılarda bulunmak dışında bir netice hasıl olmuş görünmüyor.
Dünya Türk’ün Türk’e propagandasının at koşturduğu Türkiye’den ibaret değil.
Türkiye’nin en önemli STK’larından birinin başındaki bir uzmanı, bir telefonla savcılığa gelecek durumdayken, kameraların önünde yaka-paça götürmek ve Bejan Matur’un kitabı ile devletin televizyonunda rezil etmeye kalkmak, kendini savunamayacak durumdayken suçlu algısı yaratmak için belirsiz “deliller” teşhir etmek asıl meseleye gölge düşürdü.
Bütün bunların tamamını “TSK kimyasal silah kullandı” iddialarının dolaştığı, namusumuzu, itibarımızı korumak zorunda olduğumuz uluslararası arenaya düşen fotoğraf olarak dikkate almanız gerekiyor.
Öyleyse soruyu bu işe müdahil olan ve kamu yetkisi kullanan herkese soralım: Bir devletin namusu böyle mi korunur?
Yorum Yap