- 12.08.2016 00:00
15 Temmuz darbe girişimi öncesi bu köşede 'Ortadoğu, Siyasal İslam ve değişen dış politika' başlıklı bir yazı dizisine başlamıştık. Aralık 2010'da başlayan Arap Baharı ve sonrası dönemde Orta Doğu'nun yaşadığı çalkantıları, bu süreçte Türkiye'nin sosyal ve siyasi anlamda bu gelişmelerden niye bu denli etkilendiğini ve son dönemde neden dış politikasını değiştirmek zorunda kaldığını değerlendirdiğimiz yazı dizisinin üçüncü ve son bölümünde bundan sonra ne olacağı üzerine akıl yürütmeye niyetliydim. Meğer darbe olacakmış. Darbe, birkaç yıldır konuştuğumuz üzere karşımıza çıkması muhtemel bir riskti ve bu olasılık özellikle Batı medyasında son dönemde sıkça arzu edilir şekilde dile getirilmekteydi, ancak sıradaki hamlenin bu olduğunu tahmin etmek kolay değildi.
İlk iki yazıyı özetlersek, Türkiye uzun bir bilek güreşi sonunda özellikle Ortadoğu'ya yönelik dış politikasını değiştirmeye zorlanmaktaydı ve artan terör ve güvenlik tehditleri nedeniyle taktik değiştirmesi kaçınılmazdı. İlk yazıda İslamcılığın bu büyük kapışmadaki yerini konuşmuş, ikinci yazıda Suriye iç savaşının ve terörün etkilerine yoğunlaşmış, medyanın rolüne değinmiştik. Suriye'de gerekli askeri adımların atılması noktasında geç kalınması, iç savaşın sınırlarından taşarak terör örgütleri eliyle Türkiye'ye taşınmasında önemli bir etkendi. Uluslararası alanda medya üzerinden yürütülen propaganda savaşlarında zayıf kalmaksa, dünyaya mülteci meselesindeki gibi insani tutumuzu bile anlatmakta zorlanmamızın başat nedeniydi. Dile getirildiğinde komplo teorisiymiş gibi tepki gören şüphelerimizin şimdi tahminimizden çok daha öte olduğu anlaşılıyor; öyle ki, Suriye konusu ile ilişkili TSK mensuplarının neredeyse tamamı FETÖ üyesiymiş ve ülkemiz çıkarları doğrultusunda değil, ABD'ninkiler doğrultusunda hareket etmekteymiş. Uluslararası medya yayıncılığı alanında ise, FETÖ üyelerinin yurt dışı bağlantıları nedeniyle çok güçlü olduğu muhakkak; ancak içerideki zayıflıkla da bağlantıları var mı, bunu elbette zaman gösterecek. Öte yandan sosyal medyada etkin FETÖcülerin sıkça dile getirdiği üzere, 'Siyasal İslam'la mücadele ediyor olmaları ve Erdoğan'a karşı yürüttükleri savaşın bu mücadelenin bir parçası olduğunu belirtmeleri, bu darbe girişiminin Türkiye'de bazılarının iddia ettiği gibi, dini amaçları olan bir terör örgütünün devlete el koymaya kalkışması değil, seküler kesimle pek de bir derdi olmayan 'Ilımlı İslam' ve dinler arası diyalog odaklı bir Batı projesinin İslamcıları tasfiye etme girişimi olduğu açıkça ortaya koymakta.
NATO'nun 2010 yılı Kasım ayında yeni 'Stratejik Konsept'ini duyurduğu tarihi Lizbon Zirvesi'nin bir ay sonrasında, Tunus'ta ilk Arap Baharı ateşinin yakılması rastlantı değildi. Nitekim Türkiye'nin 'komşularıyla sıfır sorun politikasının, bu yeni stratejik konseptten olumsuz manada etkileneceği biliniyordu; ve iki yıl sonra Arap Baharı kışa dönerken öyle de oldu. Aynı şekilde, Fethullahçı darbe girişiminin 8-9 Temmuz 2016 tarihlerinde gerçekleştirilen Varşova'daki NATO zirvesinin bir hafta sonrasında olması da pek rastlantı gibi görünmüyor. Hatırlayalım, Türkiye'ye güvenlik kaygıları açısından büyük teminatların verildiği, örneğin (aslında hiç de iyiye işaret olmayan) AWACS erken uyarı ve gözlem uçaklarının Türk hava sahasında uçarak Suriye ve Irak hava sahasını izleyeceği gibi bir dizi önlemin açıklandığı, öte yandan artan Rusya tehdidinin altının özenle çizildiği Varşova zirvesi, Türkiye'nin İsrail ve Rusya ile ilişkileri normalleşme adımları atmasının hemen sonrasında gerçekleşmesine rağmen, üyeler bu konuyu yorumlamada anormali denecek biçimde sessizdi.
İsrail anlaşmasının, her ne kadar söylenmese de, bölgede Mısır ve Suriye ekseninde yayılan kaos ve çatışma ortamının iyileştirilmesi adına atılacak adımlarda önem taşıdığı aşikardı. Ha keza Rusya ile ilişkilerin düzelmesinin Suriye ve Akdeniz'deki gerilimin çözümüne fayda sağlayacağı muhakkaktı. Fethullahçı kalkışmanın bu konjonktürde gerçekleşmesi ve darbenin başarılı olmamasının NATO müttefiklerimizde oluşturduğu hayal kırıklığı bir kez daha gösteriyor ki, ağzını her açtığında bölgede istikrar ve barış istediğini söyleyen NATO, aslında başka bir ajanda taşıyor; bu amaçla Türkiye'yi terör örgütlerini kullanarak, darbe gibi anti-demokratik yöntemlere başvurarak dizayn etmeye çalışıyor. Darbe girişimi başarılı olsaydı, şüphesiz ki Türkiye'nin, Suriye'nin ve Orta Doğu'nun geleceği bu ajandaya göre şekillenecekti. Yıllardır dizayn çabalarında Erdoğan engeline çarpan Batı'nın, bu kez de Erdoğan'ın yanında dimdik duran Türk halkına toslaması açığa düşmesi, dış politika ve özellikle Suriye konusunda atacağımız adımları hızlandırmak açısından da katalizör görevi taşıyor.
Bu bakımdan Erdoğan'ın iki gün önce Rusya'ya gerçekleştirdiği ziyaret oldukça önemli. Düne kadar Batı medyası üzerinden Türkiye'yi NATO'dan atmakla tehdit edenler, hızla toparlanıp Türkiye'nin NATO için önemini vurgulamaya başladı. Nitekim Rusya ve Türkiye arasında eskiye nazaran daha kuvvetli bir yakınlaşma, özellikle takkeler düşmüş ve herkesin keli görünmüşken, en çok NATO'ya ve NATO'nun geleceğe ilişkin planlarına zarar verme riski taşıyor. Öte yandan, ve daha da önemlisi, Türkiye ve Rusya arasında Suriye'nin geleceği açısından varılabilecek bir konsensüs, bölgenin ve bölge ülkelerinin Batı'ya rağmen huzura kavuşmasını sağlayabilir. Ancak bunun o kadar kolay olmayacağını ve kuzu postuna bürünmüş kurt müttefiklerimizle bilek güreşimizin bir süre daha devam edeceğini söylemek gerek. Artık Irak ve Suriye üzerinden yeni bir girişim mi olur, İran'la yeni bir gerilim üretmek mi olur, yoksa terör örgütleri eliyle yeni bir saldırı mı olur, veya 'demokrasi' ve 'insan hakları' soslu hukuk üzerinden bir atak mı olur bilemeyeceğim, ama karşımızdaki aklın pes edeceğini düşünmek naiflik olur. Bunun yanı sıra Erdoğan'a suikast girişimlerinin katbekat artacağı da muhakkak.
Tam da bu noktada, bu uzun soluklu mücadelenin şimdiye kadar küçümsenen, ama artık en önemli parçası olduğu apaçık ortada olan uluslararası medya yayıncılığı meselesinde, eskimiş yöntemleri kullanarak iğne ile kuyu kazmanın ve incir çekirdeğini doldurmayan işlere tonla para harcamanın gereksizliği de daha net görünüyor. Bunun yerine doğrudan, kapsamlı, sonuç odaklı ve stratejik bir mücadele şart. Ama nasıl? Nasipse ilerleyen günlerde fırsat olursa değerlendirelim.
Yorum Yap