- 2.10.2013 00:00
Kısa bir süre önce Dersim’de bir birahanede çıkan bir kavga esnasında bir şahsın silahla yaralanması üzerine bir grup insan sokağa döküldü ve polisten zanlı birahane sahibini kendilerine teslim etmesini istedi. “Protestocular” zanlıyı linç etmek istiyorlardı. Polisin zanlıyı koruması üzerine ise “protestocular” toplam sayısı 15 olan kentteki tüm birahaneleri tahrip ettiler. Birahanelerde çalışan kadın garsonlar can güvenliği endişesiyle özel araçlarla geceyarısı Elazığ’a gönderildiler.
Olay üzerine medyada ilginç tartışmalar yapıldı. Örneğin Taraf gazatesi yazarlarından Hıdır Geviş söz konusu “protesto” hareketini “devrimci faşizm” olarak tanımladı. Yine aynı gazetenin bir başka yazarı (İlker Demir) ise bu tanımlamayı çok yanlış bularak Dimitrov’un faşizm tanımını salık verdi.
2007 yılında Desimliler arasında benzer bir tartışma yapmıştık. İlgili bulduğum için 2007 yılında bu tartışma vesilesiyle yazdığım yazıyı kısaltarak aşağıda aktarıyorum:
Yahudi-Kulak sentezi yahut Dersim modeli
“Sol” ve “ulusal kurtuluşçu” olarak bilinen şiddet yanlısı örgütleri “faşist” olarak tanımladığım ve bunlar tarafından öldürülen Dersimlilerin zulüm dolu acı hikayelerini karınca kararınca dile getirdiğim için söz konusu örgütlerin yandaşlarının çok yoğun saldırılarına uğradım. Bu beklediğim bir şeydi. Beklemediğim, Dersim davasına inandığını ve Dersimlilerin hakkını savunduğunu iddia eden şahısların da beni aynı gerekçelerle terör örgütlerine açıkça hedef göstermeleri oldu.
Bunun nedeni söz konusu şahısların son derece otoriter bir muhakeme ve ahlak anlayışına sahip olmalarıdır. Radikal sol düşünceleri benimseyen insanlar kendilerini ahlaki ve entelektüel bir otorite olarak görürler. Ahlaki ve entelektüel olarak toplumdan üstün olduklarına inanan bu şahıslar toplumdaki ahlaki ve politik sapmalara veya yozlaşmalara derhal ve son derece sert bir biçimde müdahale etmeyi kendi görevleri olarak görürler. Nitekim bir otorite ile konuşan bu şahıslara göre, ben belli başlı iki büyük hata yapmıştım. Birinci olarak, sol ve “ulusal kurtuluşçu” terör örgütlerine “faşist” demek suretiyle “itin kuyruğuna basmıştım ve doğal olarak ısırılacaktım”. İkinci olarak, “bilimsel” faşizm tanımından uzaklaşarak faşizm kavramını bir küfür derekesine indirgemiştim.
Hümanistler Nazi Almanya’sında Yahudilerin, Stalin Rusya’sında Kulakların haklarını savundular. Çünkü terörün en büyük mağdurları onlardı. Mağdurlar arasında ayrım yapmak hümanizmle asla bağdaşmaz. Siyasi ve ahlaki sorunlara bu gibi bir perspektiften bakıyoruz. O nedenle kendimizi, Nazi Almanyasında Yahudiler, Stalin Rusyasında ise Kulak sınıfına mensup “birinci dereceden anti-Sovyet unsurlar” olarak görüyoruz.
Yahudi-Kulak sentezinden doğan faşizm tanımlamasının sağlam ve kabul edilebilir bir tanımlama olduğunu göstermeye çalışacağım. Bu tanım Dimitrov başta olmak üzere bütün solcu teorisyenlerin yaptıkları faşizm tanımlamalarından daha güvenilir, daha benimsenebilir bir tanımlamadır. Dersimliyim diye yaptığım tanımlamanın içeriğine bile bakmadan tanımlamanın kategorik olarak küçümsenmesini veya geçersiz ilan edilmesini doğru bulmuyorum.
Hümanizm sağ ve sol terör arasında bir ayrım yapmaz
Bolşevizm Nazizm gibi kriminal bir ideolojidir. Hümanizm bakımından Bolşevist/Stalinist, Maocu veya Pol Potçu ahlak, siyaset ve bilgi anlayışları arasında bir fark yoktur. Bir ırkın üstün olduğuna inanmakla bir sosyal sınıfın üstün olduğuna inanmak farklı politik düşünceleri içerir. Ancak her iki durumda zulme uğrayanlar insanlardır. Faşizm ile komünizm hümanizm karşıtlıkları bakımından karşıt kutupları oluşturmaz. Nazizm ile Bolşevizm/Stalinizm/Pol Potçuluk/Maoizm gibi totaliter sistemlerin karşıt ideolojik ve politik sistemler olarak görülmeleri çok yanıltıcıdır. İnsanların öldürülmelerini veya baskı altına alınmalarını kategorik olarak reddeden hümanizm politik kriminalliğin arkasındaki hikayeleri veya ideolojileri önemsiz görür. Bir Rus atasözündeki gibi “kurdu boz olduğu için değil, koyun yediği için vururlar”.
Türkiye’deki “devrimci” ahlak, siyaset ve bilgi anlayışı
Türkiye’de toplumun hiçbir kesimi devrimciliğe veya radikal politik gruplara ilgi duymuyor. Onun için bu gruplar Türkiye’de politik bir hareket oluşturmuyorlar. Beş-on kişi devrimci ordu veya parti rolünü oynuyor. Çok keyfi bir ahlak, siyaset ve bilgi anlayışına sahip olan bu insanlar özellikle belli etnik gruplara yoğun bir şiddet uyguluyorlar. Çok sık bir biçimde insanlar sorgusuz sualsiz kurşuna diziliyorlar. Dersimliler hem sağ, hem de sol terör gruplarının estirdikleri teröre maruz kalıyorlar. Çünkü Dersim devrimci faaliyetin en verimli biçimde yürütülebileceği bir yer olarak görülüyor. Örneğin, Çankırılarla kıyaslandıklarında Dersimlilerin tüm talihsizliği açık bir biçimde görülebilir.
Sosyal fenomenin bilimsel açıklanışı ve “devrimci sosyal bilimciler”
Bilindiği gibi ortalama sosyal bilimciler sosyal olguları objektif bir biçimde açıklamaya çalışırlar. Başka bir deyişle toplumu anlamakta fizikçilerin doğayı anlama çabalarına denk düşen bir çaba göstermek isterler. Örneğin, sosyoloji fizik kadar başarılı ve itibarlı bir bilim dalı olsaydı, büyük olasılıkla demokratik ülkelerde sosyologlara danışılmadan sosyal alanda geniş kapsamlı bir şey yapılmazdı. Ancak bu gibi başarılı bir durumda bile sosyologlar “Topluma optimal bir bilimsel karakter vermek bizim görevimizdir,” diyerek topluma yeni bir biçim vermeye kalkmazlardı. Çünkü sosyal bir olguyu en iyi biçimde anlama kapasitesi size insanların yaşam biçimine müdahale etme hakkını vermez. Sosyal bilimciler totaliter önderler değildirler. Hukuk devleti yasaları çerçevesinde araştırma yapmakla ve alternatifler sunmakla yetinirlerdi.
19. yüzyılın ortalarından itibaren ortaya ikinci bir sosyal bilimci tipi çıktı. Marksistler en iyi ve en başarılı sosyal bilimciler olduklarını iddia ettiler. Sosyal olguların objektif bir biçimde açıklanması ile ilgilenen sosyal bilimlerin ne kadar başarılı olup olmadıkları sorunundan ayrı olarak, hiçbir akademik eğitimi olmayan Marksistlerin/devrimcilerin devrime inanıyor olmalarından dolayı kendilerini sosyal bilimci ilan etmeleri ve otorite ile konuşmaları sosyal teorilerle suç işleme arasında bir nedensellik bağının oluşmasına yol açtı.
20. yüzyılda Marksizm modern sanayi toplumlarında etkinlik kurmaktan çok geri ülkelerde popüler olmakla tanınır. Böylece entelektüel ve ahlaki olarak ancak Saddam Hüseyin kadar geliştiği söylenebilecek olan bir sürü sosyal bilimci veya teorisyen türedi. Dolayısıyla bu kendi kendine bilim adamı olmuş ve meşruiyet aramayan bilim adamları önlüğü içinde laboratuarda çalışan veya sosyal istatistiklerle oynayıp duran halim selim insanlara hiçbir bakımdan benzemiyorlar. Bu yeni tip bilimciler milyonları ölüme gönderen, soyan, zorla çalıştıran, sürgün eden, zindanlara dolduran ve işkencelerden geçiren kriminallerdir.
Devrimcilerin teorileri devrimci bir bakış açısıyla oluşturulmuştur. Devrime hizmet etmeyen bir teori gerçeği ifade etse de, geçersiz ve yararsızdır. Örneğin, kitlelerin kesinlikle devrimden yana olmadıklarını son derece sağlam bir biçimde ispatlayan bir araştırmanın teorik ve pratik bir değeri yoktur. Kitleler kesin bir biçimde devrimi reddetse de devrimci düşünür en fazla bunun geçici bir durum olduğunu söyler. Çünkü devrim kaçınılmazdır. Normatif tercihlerini objektif saptamalar şeklinde sunan devrimci teorisyenler onun için akademisyen olmaktan ziyade politik kriminal oluyorlar.
Devrimci teorisyenlerin itibarları teorilerinin epistemik sağlamlığıyla hiç ilgili değildir. Teorilerin itibarı iktidar ve güç faktörleriyle açıklanabilir. Örneğin, Ekim devrimi öncesinde Lenin uluslararası düzeyde sosyalistler arasında Menşevik Martov kadar tanınan biri değildi. Ekim’den sonra Martov tamamen unutuldu ve Lenin ünlü bir düşünce adamı oldu. Keza Ekim öncesinde yapılan tüm parti kongrelerinde Stalin teorik konularda hiç konuşmamıştır. Bir teşebbüsü nedeniyle delegeler tarafından alaya alınmıştır. Kurduğu cümleler çok aptalcadır. Teorik yazıları tehdit ve aşağılmaları içerir. Rusça’ya hakim olmadığı da söylenir. Ancak Stalin 1930’lu yıllarda büyük bir teorisyen olarak ilan edildi. Bu teorisyen veya sosyal bilimci partinin tüm diğer teorisyenlerini ve 8 milyon Rus köylüsünü öldürdü.
Aynı şekilde Mao, E. Hoca, Kim Il Sung ve Pol Pot iktidarı eline geçirdikleri için teorisyen oldular. İktidardan uzaklaşmalarıyla birlikte teorileri tüm önemini kaybetti. Mao’nun insanoğlunun zekasını alenen aşağılayan Kızıl Kitabı Çin’de bile artık ciddiye alınmıyor. E. Hoca’nın tüm kitapları kamyonlarla kağıt fabrikasına gönderildi.
Keza Türkçeden başka bir dil bilmeyen, ancak Türkçesi İbrahim Tatlıses’in Türkçesine benzeyen A. Öcalan bile bir sürü teori oluşturdu. Bir zamanlar Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek gibi “büyük sosyal filozoflar” bile onda bir derinlik buldular.
Dimitrov’un veya Komintern’in faşizm tanımı veya Dimitrov’un faşizm üzerine yaptığı konuşmalar da ideolojik çatışma içinde yapılan açıklamalardır. Dimitrov faşizmi sosyal bir fenomen olarak anlamak yerine, proleter devrimi çabuklaştıracağına inandığı bir teori oluşturmaya çalıştı. Her şeyden önce bahsi geçen yazıları ve konuşmalarıyla Stalin rejimine hizmet etmek istedi. Nazi Almanyasında yargılamasının (1933) beraatle sonuçlanmasıyla haklı olarak övünen ve Göbels’e karşı büyük bir zafer kazandığını dile getiren Dimitrov SBKP önderlerinin Moskova’daki hukuksuz gülünç yargılamalarından ve öldürülmelerinden hiç bahsetmedi. Nazi rejimi altında yapılan bir mahkemede kendisine tanınan savunma hakkı ile SBKP liderlerine Moskova yargılanmaları sırasında tanınan haklar arasında bir kıyaslama yapmadı. Kendisi beraat ederken, Moskova yargılamaları sanıklarının neden öldürüldüğü üzerine hiç düşünmedi. Faşizm sorununu incelerken sık sık Fransa ile Almanya arasında kıyaslamalar yapmasına rağmen, Leipzig ile Moskova’yı kıyaslamak hiç aklına gelmedi. Gözleri önünde öldürülen milyonlarca zavallı, perişan, çıplak, aç ve yorgun köylüyü görmezlikten geldi. Konuşmalarında Stalin’den bol bol teorik alıntılar yapmakla yetindi.
Dimitrov’un faşizm tanımı
Georgi DimitrovKomintern’de faşizm üzerine çok sayıda konuşma yaptı. Burada Dimitrov tarafından Komintern’in 7. Dünya Kongresi’ne sunulan raporunu esas alacağım. Çünkü bu rapor konu ile ilgili en ayrıntılı ve en uzun makaleyi içermektedir. Ayrıca diğer konuşmalar veya makaleler içerik olarak burada söylenenlerden farklı değildir.
Dimitrov faşizmi “finans kapitalin en gerici, en terörist diktatörlüğü” olarak tanımlıyor. Faşizmi doğuran 3 temel nedenin ise şunlar olduğunu söylüyor:
- Emperyalist çevreler ekonomik krizin bütün yükünü emekçilerin sırtına yüklemek istiyorlar.
- Bu çevreler emperyalist sömürüyü yoğunlaştırmak ve sömürgeleri yeniden paylaşmak için savaşa gitmek istiyorlar.
- Aynı Emperyalist çevreler proleter devrimci hareketi bastırmak ve dünya proletaryasının kalesi olan SSCB’yi ortadan kaldırmak istiyorlar.
1929 ekonomik krizi bilindiği gibi ABD kaynaklıdır. Kriz ABD, Kanada, İngiltere (UK), Almanya, Fransa, Avusturya ve Hollanda başta olmak üzere bütün batı ülkelerinde yaşandı. Dimitrov’a göre bütün bu ülkeler finans kapital tarafından yönetiliyordu. Emperyalist-kapitalist burjuvazinin hiçbir ülkede işçi sınıfına sempatik bakmadığı doğruydu, ancak bu ülkeler otomatikman faşistleşmediler, savaş yanlısı olmadılar ve SSCB’ye savaş ilan etmediler. Dahası, ABD ve İngiltere Nazi Almanyasına karşı SSCB ile ittifak yaptılar.
Otto Bauer faşizmi, proletarya ve burjuva sınıflarının her ikisinden de bağımsız duran bir devlet gücü olarak tanımlıyordu. Bir İngiliz sosyalisti olan Brailsford’a göre faşizm isyancı küçük burjuvazinin devlet erkini ele geçirmesiydi. Dimitrov’a göre bu görüşlerin her ikisi de yanlıştı. Faşizm finans kapitalin ta kendisiydi.
Almanya’da olup bitenler Dimitrov’a göre tarihsel bir evre idi. Nazizm Dimitrov’un ve Stalin’in gözünde Avrupa’nın geleceği demekti. Daha doğrusu Avrupa Stalinizmi şeçmezse Nazizme mahkum olacaktı. Burjuva demokrasisi sorunları çözemiyordu. Ömrü dolmuştu. Sosyal demokrat işçi partileri liberal burjuva düzenin ömrünü uzatıyorlardı. Faşistlerin iktidara gelmesi aslında sosyalist devrimi daha da hızlandıracaktı. Bu süreç kaçınılmazdı.
148.387 kelimelik oldukça uzun söz konusu raporda (İngilizce çevirisini kastediyorum) Dimitrov bir kez olsun bile Nazizmin anti-semitizm ile olan ilişkisini dile getirmiyor. Oysa anti-semitizm Nazizmin en başta gelen komponentidir. Holocaust’u inkar ederek Nazizmi anlamaya çalışmak mantıksızlık ve vicdansızlıktır. Sosyal gerçekleri objektif olarak anlamaya çalışmak ve Hitler’in iktidarı ele geçirme sürecini somut olarak incelemek yerine, Dimitrov bize finans kapital masalını anlatıyor. Yahudilere yönelen açık Nazi düşmanlığını bilerek inkar eden Dimitrov finans kapital çevrelerinin insanlığı topluca imha etme niyetinin olduğunu söylüyor.
Stalinistler gerçekten irrasyonel tufan teorileri yapıyorlardı. Öte yandan, SSCB 1929’dan itibaren Nazizmin Holocaust çılgınlığına denk düşen türden bir devlet terörüne sahne oluyordu. Stalinistler tarih ve sistem teorileriyle adeta kendilerini projecte ediyorlardı. Stalinistlere göre emperyalist burjuvazi doğal gelişim sürecinin bir ürünü olarak insanoğlunun kurdu haline gelmişti. Finans kapital çevreleri sınıf çıkarlarından dolayı tüm insanlığı yiyecekti. Hitler finans kapitalin temsilcisiydi. Hitler tarihsel ve sınıfsal bir üründü. Tıpkı Stalin gibi…Hitler’in “Mein Kampf”ı finans kapitalin politik manifestosuydu. Stalin’in eserleri ise devrimci proletaryanın politik manifestosuydu. İnsanlık Hitler ve Stalin’den birini seçmek mecburiyetindeydi. Başka bir çıkış yolu yoktu.
Nazizmin finans kapitalin bir ürünü olduğu masalını anlatan Dimitrov’a göre, bütün Avrupa ülkeleri finans kapitalin egemenliği altındaydı. Ama bu ülkelerin neden faşist ülkeler haline gelmediklerini açıklamıyordu. Krize ve finans kapitalin egemenliğine rağmen demokrasiyi tehdit edecek faşist bir hareketin ülkelerin çoğunluğunda ortaya çıkmamasını yer yer işçi sınıfının örgütlülüğü ile açıklaması ise bir başka komiklikti. Çünkü işçi hareketinin en güçlü veya örgütlü olduğu yer Almanya idi.
Özetle, Dimitrov’un faşizm tahlili insanların gözleri önünde somut olarak cereyan eden faşizmi anlama çabası değil, fiktif bir finans kapital masalından ve Sovyet yanlısı propagandadan ibarettir.
Stalinistler kuşkusuz kategorik olarak faşizm karşısında demokrasiyi savunamazlardı. Çünkü Stalinistler demokrasi yanlısı değillerdi. Alman faşistlerinin 1940’lı yıllarda Yahudilere karşı yapacakları katliam ağırlığında toplu bir imha hareketini onlar daha o zaman köylülere karşı gerçekleştirmişlerdi. 1990 yılında açılan resmi Sovyet arşivlerine göre bile 1930-1931 yılları arasında 1,803,392 kişi çalışma kamplarına gönderildi. 1932-1940 yılları arasında ise çalışma kamplarında 389,521 kişinin öldüğü dile getirilmektedir.
Milyonlarca köylüyü sorgusuz sualsiz kurşuna dizen NKVD (o zamanki KGB) bu işi son derece basitleştirmek ve hızla uygulamak için 0047 nolu bir talimat yayınladı. NKVD’nin ölüm mangaları üç kişiden oluşuyorlardı. Üçlü ölüm mangaları yıllarca yargısız infaz yaptılar.
Keza NKVD 1939-1940 arasında üç kere Gestapo ile konferans düzenledi. Nitekim Polonya SSCB ve Nazi Almanyası arasında bu konferanslarda pay edildi.
Stalinist diktatörlüğü faşizme karşı tek gerçek alternatif olarak sunan Dimitrov’un bütün bunları bilmemesi olanaksızdı. Demokrasiden ve hukuk devletinden faşistler kadar nefret eden komünistler tek çözümün Sovyet tipi bir devlet kurmak olduğunu söylüyorlardı. Demokrasiden bunu anlıyorlardı. Nitekim günümüzde aynı şeyi savunuyorlar.
İnsanlığın uğradığı tüm talihsizliklerden Avrupa sosyal-demokrat işçi partilerini sorumlu tutan Dimitrov demokrasi güçlerinin faşizme karşı birleşik bir cephe kurmak için komünistlerden demokrasiye bağlı kalma teminatı istemeleri karşısında, “biz Sovyet demokrasisinin sadık savunucularıyız, Sovyet demokrasisi yeryüzündeki en tutarlı demokrasidir” diyordu.
Dimitrov’a göre Avrupa’daki bazı sosyal-demokrat liderler komünistlerle birlikte anti-faşist bir cephe kurmamak için şöyle bir bahane uyduruyorlardı: "Social-Democracy is for democracy, the Communists are for dictatorship; therefore we cannot form a united front with the Communists” (Sosyal-demokrasi demokrasi, komünistler ise diktatörlük yanlısıdırlar; bu nedenle komünistlerle birleşik bir cephe oluşturamayız.)
Dimitrov buna şöyle bir cevap veriyor:“But are we offering you now a united front for the purpose of proclaiming the dictatorship of the proletariat? We make no such proposal now.”(Şimdi size proletarya diktatörlüğünü ilan etmek üzere birleşik bir cephe kurmayı mı öneriyoruz? Şu an böyle bir teklifte bulunmuyoruz.)
Dimitrov bu sözleri sarfederken demokrasiyi savunmak gibi bir amaçlarının olmadığını itiraf ettiğinin farkında bile değildir. Çünkü Stalinizm sağduyunun inkarıdır. Stalinizm aklın küçümsenmesidir.
Sosyal-demokratlar diyorlar ki:"Let the Communists recognize democracy, let them come out in its defense; then we shall be ready for a united front."(Komünistler demokrasiyi tanımalıdırlar, onu savunma görevini üstlenmelidirler, o zaman onlarla birleşik bir cephe kurmaya hazır oluruz.)
Dimitrov’un yanıtı: “To this we reply: We are the adherents of Soviet democracy, the democracy of the working people, the most consistent democracy in the world.” (Buna cevaben şunu söylüyoruz: Biz dünyanın en tutarlı demokrasisi olan Sovyet demokrasisinin yani çalışan halkın demokrasisinin sadık savunucularıyız.)
Dimitrov bu sözleriyle demokrasi yanlılarına açıkça zorbalık yapıyor. Dimitrov insanlıkla açıkça alay ediyor.
ABD, İngiltere ve Fransa 2. Dünya Savaşı’nda SSCB ile ittifak yaptılar. SSCB Nazi Almanyasının yenilgisinde çok önemli bir rol oynadı. Ancak müttefikler cephesi bir demokrasi cephesi değildi. SSCB’nin etki sahasında kalan ülkeler ancak 1990’lı yıllarda özgürleşmeye başladılar.
Nazizm ve Stalinizm
Nazizm ve Stalinizm hukuki açıdan aynı özelliklere sahiptir. Nazizm ve Stalinizm tüm insanlar için geçerli olan hukuk, demokrasi ve insan hakları kavramının reddedilmesi demektir. Hümanizmi ve rasyonalizmi reddeden bu akımlar insanlığı düşman kamplara bölerler. Nitekim Almanya’da Yahudiler, Rusya’da Kulaklar insan sayılmadı. Dini veya ırkı yüzünden öldürülen insanların, sahip oldukları domuzların sayısı veya ara sıra işçi kiralamaları yüzünden öldürülen insanlardan farklı olduklarını söyleyemeyiz. Nazizmi ve Stalinizmi yahut aşırı sağ ile radikal solu birleştiren şey görüldüğü gibi hukuksuzluktur. 19. ve 20. yüzyıllarda ortaya çıkan bu gibi bir hukuksuzluğu faşizm olarak tanımlıyorum.
Sonuç
Dimitrov’un faşizm teorisi ahlaksızlığın ve çifte standartın teorisidir. Sosyal bilimler bakımından akademik hiçbir değer taşımayan bu teori Stalinist bir propagandadan ibarettir.
Marksizm, Bolşevizm/Stalinizm, Maoizm, Pol Potçuluk vb. gibi akımların yandaşları güvenilir sosyal bilimciler veya iyi etik hocaları sayılmazlar. Sosyal teorilerin en iyileri bile matematiksel dille ifade edilmeyen ama kesintisiz bir biçimde gözlemlenebilen fenomenleri tarif etme özellikleri taşımazlar. “Devrimci” teoriler ise önceden yapılan normatif tercihlere dayanır. Bu teorilerin objektif bir temeli yoktur. Bu sözde teoriler gerçek bir teori formuna ve diline bile sahip değildir. Politik mülahazalar objektif olgulara prensip olarak dayanabilir ama bu süreklilik arzeden bir statü olmaktan ziyade, bir test meselesidir. Doğru düşünce kendini her zaman pratikte ispatlamak zorundadır.
İnsanlık şiddet politikalarına mahkum olmak zorunda değildir. Faşist rejimler ancak demokrasi ve hümanizm aracılığıyla altedilebilir. Zulme uğrayanlar başka zalimlerin esiri olmadan bir çıkış yolu bulmak zorundadırlar. Aksi halde özgürleşemezler.
Yorum Yap