Saray darbesi girişimi ve halk hareketleri

  • 21.02.2014 00:00

 Bundan yaklaşık otuz yıl kadar önce İstanbul emniyeti 1. şube ile bir ilişkim olmuştu. Tabi “sanık” olarak ve “gözaltı”nda. Daha önce de başımdan ufak-tefek sorunlar geçmişti ama bu en “sert” olanıydı. 12 Eylül darbesinin üzerinden dört yıldan fazla zaman geçmişti. Sıkıyönetim henüz kaldırılmamıştı. Şimdi artık, “düşünce suçu” sayılarak tarih olmuş meşhur 141. maddeden ceza alacağım süreç böylece başlamış oldu. Ayrıntılarına girmeyeceğim. Yukarıda kısaca değindiğim “sert” yorumuna belki “fazlaca”yı eklemem, konuyla ilgilenenlerin zaten bilebileceği/tahmin edebileceği bir çerçeve sunabilir. Yakın çevremde birçok kere konuştuğum bir ayrıntıyı aktarmak istiyorum asıl. Bizi “yakalayan” güçler, bizi yakalayacak kadar örgütlüydü. Biz “örgütlü”lerin yakalanmamak için kendilerince bulduğu yöntemler ise en fazla yarım gün dayanabildi. Benim dağılmamak için direncim ilk bir saatte kırıldı. Herşey ortadaydı. Ama bir şey oldu. Ortada olan herşeyi kavrayabilecek, yakalanan parçadan çekerek daha büyük parçaları ele geçirebilecek bir örgütlülük yoktu karşıda. Ani baskın ve işkence ile (öğrenilmiş olsa gerek) insanları şoka sokup ölüm korkusuyla yalnızlaştırarak “sökülme”lerini sağlayan ve bundan epeyce sonuç almış, deneyimler edinmiş bir yapıyla karşı karşıyaydık. Sert ama savruk, karşısındakileri tanıyan ama ruh dünyalarına giremeyen, ayrıntıları birleştiremeyen bir yapılanmaydı aynı zamanda. Kandırılabilinirdi ve (yine ayrıntılarına girmeyeceğim) onları kandırdım... Bunu yapabildiğimi benimle birlikte ceza almış arkadaşlarıma uzun süre (yedi yıl) söyleyemedim, tedbir olarak. Benim aracılığımla bu sürece dahil olmamış olanlar bunu biliyordu ama... Onlara ise şunu söyledim yıllar sonra, ben olsam “karşı”daki, bu taraftaki herkesi toplamıştım... Yıllarca da düşündüm niye böyle oldu diye. Neden olmasındı ama aslında. Daha doğrusu, anlamanız için soruyu şöyle sorayım: Türkiye’de hangi iş doğru-dürüst yapılıyordu da bu uğursuz “iş” de doğru dürüst yapılsındı? Devletin hangi mevkisine akıllı, yetenekli, vicdanıyla barışık, kişilikli kadrolar yerleştiriliyor, kazara yerleşseler bile ne kadar uzun süre kalabiliyordu da burada da karşımızda böyle yetenekli ve istekli kadrolar bulabilelim? Devlette herkesin her şeyi “idare” ettiği ve “oyalandığı” bir dönemdi. En büyük beceri karşıtların karşıtlara kırdırılmasıydı ve karşıtların “karşıtlığı ölçüsünde” göz körlüğü ve beceriksizliği de söz konusuydu. Bu örnekteki gibi benim açımdan bir sakıncası yoktu kuşkusuz...

1985’in Metris’inde yaşadığım şok poliste yaşadığım kadar kısa süreli ve güçlü etkili değildi ama daha uzun süreye (konduramadığım, hemen kabul edemediğim için olsa gerek) ve sonuçları açısından daha büyük etkiye sahipti: Bu muydu bizim “sol”umuz? Mevcut bütün sol fraksiyonların üst-orta yöneticileri oradaydı... Ama “sol” neredeyse yoktu. Etkilendiğim kimi değerli arkadaşlarımı ayrı tutarak ki onların çoğu da açık-yasal siyasetten geliyorlardı, görüşlerini kabul ettiğim-etmediğim ama saygı duyduğum “sol” yerlere saçılmış, paramparça olmuştu. Prens kurbağaya dönüştü desem yeridir. Tanıştıklarım sanki bu ülkenin kaderini değiştirmek için yola çıkmış, her şeylerini bu mücadeleye vermiş (burası gerçek, samimiyetlerini sınamam bile), bilge kişiler değil, hemen her yerde görebileceğimiz, yan komşumuz, iş arkadaşımız, semtten tanıdığımız kişi düzeyindeydi. Aradan bunca zaman geçtikten sonra üzülerek şimdi de bu gerçeğin değişmediğini görüyorum.

 

Yukarıda anlattıklarımdan “cahil bu halk”, “göbeklerini kaşıyorlar” sonucunu çıkarmazsınız umarım. Böyle tehlikeli bir yorumun oluşmasına katkı sunmak istemem. Söylediklerim aslında tam tersinedir. Şöyle de anlatabilirim: Her ne kadar bir darbe rejimi olduysa ve “zinde kuvvetler” iktidara geldiyse bile aslında memuriyette kendisini adayan kesimler oluşmamıştı. Adanacak bir durum da yoktu. Hemen herkes kendi kişisel geleceğinin peşinde, ancak bu konuda bir motivasyonun içindeydi. Darbeden önce de böyleydi, sonra da böyle oldu. Sarayda değişen bir şey yoktu. Sonradan görme zenginlerin ve sonradan görme kudretlilerin (askerler) herhangi bir şeyi toplumsal olarak değiştirecek bir güçleri yoktu. Durumu idare etmek, yapıyormuş gibi yapmak, aradan kendi gelecekleri için bir şeyler çıkarmak ana doğrultuydu/doğrultu olmaya devam etti. Karşıtları yani bizler aynı durumda değildik, biz dünyayı değiştirmeye çalışıyorduk ve isteğimiz de vardı. Değiştirmek istediğimiz dünyayla sınırlı kaldık belki. Ona göre durum aldık ya da iki tarafı da etkileyen aynı konjonktürün içinde yer aldık. İki tarafı da etkileyen konjonktürde ise “başarmak”, “sonuç almak”tan çok “bu uğurda savaşmak” (ya da savaşıyor görünmek) en önemli parolaydı. Bizim dışımızdaki “asıl güçler”den bir gelişme bekleniliyordu. Belki de ortak tarihimizin, sosyal yaşama, siyasal kültüre yansımasıydı bu. Ama öğrenilmiş bir şeydi. Sanki de öğrenimin artması oranında pekişiyordu. Cumhuriyetin ellinci yılında namazını kıldıktan sonra “padişahın kılıcını keskin eyle ya rabbi” diye dua eden rahmetli babaannemi ve onun doğal olarak temsil ettiği, hiç eğitim almamış, az almış insanlarımızı bu “öğrenilmiş” hallerden uzak buluyorum.

Siyaset kısadır, kültür uzun. Eskinin mirasını reddedince ondan kurtulunmuyor. En şiddetli reddedenlerimiz bile kendilerini geçmişin tanıdık kültür ortamının çok da uzağında olmadıklarını bir an hissedebiliyorlar. Belli ki “Batı”da hızlı yükselişler olurken bizde sürekli düşüşler yaşandı. Batı’daki katılımcılığı yakalayamayan hatta anlayamayan saraylılar daha fazla eylemlilik (saray içi eylemlilik, siyasetten çok entrika) ile de bir başarı elde edemediler. Geçmişin görkemli büyüklüğünü yönetme istekleri vardı ama büyüklüğün sorunlarını çözme beceri ve istekleri yoktu. Uzun yıllara yayılan bu süreçten geriye bezginlik, başarıya olan inançsızlık, başaran yabancılara duyulan abartılı hayranlık kültür genlerimize işledi sanki. Siyaset, yönetim kadroları, okullar, olabildiğince iletişim araçları ile dalga dalga halka yayılmış olmalı bu “gen”.  Yine de halkın büyük çoğunluğunu, yaşadıkları günlük sefalet dolayısıyla pek de ilgilendirmemiş olmalı. Onlar yüzyıllar öncesinin, katılımda bulundukları zamanın kültürüyle idare ediverseler gerek. Öyle olsa gerek çünkü çok önemsediğimiz milli mücadele yıllarında da katılımın anca eskinin ordusuna asker toplamakla ve İslam’ın başarısı için verildiğini, asıl gerçeğin bu olduğunu üzeri yığınla örtülse bile bugün sırıtan resimden görebiliyoruz.

Bunlar girişti. Tamam biraz uzun oldu. Ama ben de derdimi böyle anlatabiliyorum.

Erdoğan’ın  İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemlerden başlayarak yakın zamana kadar çevremde otobüste, dolmuşta, takside, gittiğim iş yerlerinde, kaldığım semtlerin bakkallarında, pazarlarında AKP’yi açıktan destekleyen neredeyse tek bir insan hatırlamıyorum. Karşı olanlar da tam tersine diğer insanları taciz edercesine bunu yüksek sesle dillendiriyorlardı. Eğer İstanbul’da (büyük şehirlerde de diyebiliriz) uzun yıllar yaşamışsanız siz de benim bu tanıklığımı doğrulayacaksınız sanırım. Toplumumuzun en ezik kesimleri oy verdiler AKP’ye. Bunu “tedrisattan geçmiş olanlar” AKP’nin dini kullandığına yordu. Dindar insanların ezici çoğunluğunun toplumun en aşağısında yer aldığına yormadı. Olaylara sınıfsal bakmaya meyilli “sol”un bile bakışı böyleydi. Onlar da hemen aynı tedrisatın bir başka tarafından geçmişler (büyük çoğunlukla) olsa gerek, diye düşünüyorum bugün. Sıkıntıya düştükçe biz solcuları hemen yanıbaşında gören “halkımız” bize yer yer destek verdi ama bizim onlardan olmadığımızı da biliyorlardı. Daha doğrusu biz onlardan olmadığımızı her fırsatta dile getiriyor, onları aydınlatmaya, bilinçlendirmeye çalışıp, dünyanın bir başka yerinde yaşamış, bir başka dilli-kültürlü büyüklerimizin dillendirdikleri gerçekleri (içine olabildiğince yabancı sözcük katarak) burunlarına burunlarına sokuyorduk. Durumumuz, meyhanede kafa dağıtan “emekçi”ye Kuran’dan hadis okuyan “tebliğci”den halliceydi. İlla da onlara öncülük yapmak istiyorduk. Hele bir de sosyolojik gerçekliklerle birlikte, zamanın solcu gençleri neredeyse bir bütün olarak daha yüksekçe yaşam biçimlerine kapağı attığımızda bu ezilen kesimle iyiden iyiye uzaklaştık.

Sağlıkta, eğitimde yapılanlarda, yoksulluk sınırının çok altında yaşayanlara yapılan yardımların yönteminde AKP’yi yine eleştirebiliriz ama yaptıklarını görmemezlikten geldiğimizde durum bizden yana değişmiyor. Geniş halk kitlelerinden kopuşumuz biraz daha hızlanıyor belki de.

Şu anki siyasi durum malum. Bu sefer, Hocaefendi baş rol oynuyor. 160 ülkede organize olan, devlet memuriyetinde, siyasi partilerde, medyada ve özellikle sanayi ve ticarette içten içe örgütlenmiş bir organize gücün bugün atağa kalkarak, AKP’yi devirmek isteyenlerin başını çekmesine tanık oluyoruz. Ben yukarıda anlattıklarımdan bunun Türkiye’nin iç dinamiklerinde karşılığını bulmayan bir motivasyon olduğunu düşünüyorum. Bunlar yakaladıkları küçük bir parçadan bütünü koparabilecek denli organize olmuş güçler. Benzer şeyi AKP için söyleyemeyeceğim çünkü onlar bizim kadar beceriksizler ve doğal olarak yerliler. Bizden farklı olarak sonuç almak üzere kavga ediyorlar ve eksik-gediklerini (burası bizim gibi) yola düzülmüşken ama hızlıca toparlıyorlar.

En önemlisi Hocaefendi bir saray darbesine kalkışmış vaziyette ve burdan istediği sonucu alamayınca o da daha eski ama daha namuslu bizlerin yaptığı gibi “halkı bilinçlendirme” yolunu tutuyor. O da halka öncülük etmeye yelteniyor. Toplumun geniş kesimlerine "sarayda yolsuzluk var" diyor. Bu ise sarayın yaşamını tahayyül dahi edemeyen ve onu topluca bir ulaşılmazlık olarak gören geniş kesimler üzerinde pek etkili bir çıkış değil. Hocaefendi’nin yolsuzluk haykırışları daha çok, kendisi de yolsuzluklar sistemini bilen, az ya da çok onun içinde yer almış, daha çok almak isteyen, şu an yeterince alamadığı için alanları kıskanan kesimlerce duyuluyor. Yolsuzluk dünyanın sorunu, yalnızca bizim gibi daha geride ülkelerin de değil ayrıca. Geçenlerde tesadüf bu ya “Avrupa Birliği Komisyonu, Avrupa’daki yolsuzluğun ‘dudak uçuklatıcı’ bir seviyeye ulaştığını açıkladı. Komisyon, yolsuzlukların AB ekonomisine maliyetinin yıllık 120 milyar euroyu bulduğunu duyurdu. (3 Şubat 2014 BBC Türkçe, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/02/140203_ab_yolsuzluk.shtml).

AKP’yi desteklesinler ya da desteklemesinler toplumumuzun büyük bir kısmı hayatlarında ilk defa kendine güvenini artırmış durumda. Güvensiz olanlar daha çok akçeli çıkar ya da entellektüel olarak eski pozisyonlarını kaybetmiş olanlar. Bugün kendine güvenen halkta “ani baskın”la bir ikircimlilik durumu yaşanmıyor değil ama bu durumu yaratanların açıklanmış hiç bir siyasi hedefleri yok ve katılımcılık yaklaşımları kendi iç örgütlenmelerine bakılacak olursa hiç güvenilir değil. Yolsuzluklara ve haksızlıklara karşı çıkıyor olmaları bunların toplum yaşamımızdan çıkmasına yönelik değil, bunları kullanarak hükümeti ya da Erdoğan’ı alaşağı etmeye yönelik, bu açıdan girişimleri çok fazla komplo kokuyor. Neredeyse hükümet ortağı gibi geniş bir yaşam alanına sahip olanların neden böyle bir girişime baş vurduklarını kendi anlatımlarıyla bile yeterince açıklayamadıkları da ortada.

Bense (tüm dünyada ve) kendi ülkemizde her kesmi kapsayan, katılımcı ve olabildiğince açık politikalardan yanayım. Daha iyisi bulununcaya kadar parlementer demokrasiyi savunuyorum. Daha iyi bir katılımcılığı vadedenlerin sarayda darbe girişimlerine değil, parlemento seçimlerinde ve yerel seçimlerde programlarıyla halka gitmelerini arzu ediyorum. Halkın var olanlar arasında en iyisini seçebilecek yetenekte ve birikimde olduğunu düşünüyorum. Öyle olmadığını var saysak bile halk sonuçta kendini yönetecekleri seçiyor ve bunu istediği gibi yapma hakkına da sahip olmalıdır. Seçimlere katılımın hiç bir biçimde engellenmemesi, hiç kimse üzerinde baskı ve tehditin olmayacağı bir atmosfer yaratılması ise bu işin temelini oluşturuyor. Seçim dışı kalan zamanlarda tüm dünyada kabul görmüş her türlü demokratik yöntem ve araçla isteklerini kamuoyuna iletebilecek, yönetim üzerinde baskı oluşturabilecek örgütlenmelere gidilebilmesini, kısıtlıysa bunun önünü açmak için mücadele yürütülmesini savunuyorum. Daha da ötesi yalnızca “istekte bulunan” ve bunun için zorlayıcı olan bir demokrasi anlayışından, hiç bir şeyi beklemeden hemen, kendi yaşamımızda ve çevremizle ilişkilerimizde katılımcılığın etkili olduğu daha yaşanabilir bir çerçeve için çaba göstermek gerektiğini düşünüyorum. Bu olmadan, birileri bir yerlerden gelip bizim için mutlu bir dünya kurmayacak...

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums