- 14.11.2013 00:00
İstanbul’da bulunup yaşı kırkın üzerinde olanlar hatırlarlar; Gülhane Parkı, İstanbul merkezinde görüp görebileceğimiz, içinde dolaşabileceğimiz bir kaç yeşil alandan biriydi ve mutlaka uğranılması gereken bir önemdeydi. Tanzimat Fermanı’nın açıklandığı bu eski saray bahçesinin girişinde ise bizi bir başka ferman karşılardı. Piknik yapmak, ateş yakmak (?), çiçek koparmak ve çimlere basmak yazılarının altına “yasaktır” yazan kocaman bir uyarı levhası. Uyarılar biraz daha fazlaydı sanki ama ben bunları hatırlıyorum.Türkiye’deki yönetim anlayışını kısaca özetliyordu sanki bu uyarılar. Belki hatırlayanlar vardır, bu uyarı levhasının altına kazılarak yazılmış bir “kız tavlamak” eki de yıllarca orada levha ile birlikte yaşamını sürdürdü. Park ise çim ve çiçek yoksuluydu aslında. Yine de hem Gülhane Parkı’nda hem de onun gibi ya da ondan daha küçük parklarda maazallah çimlerin üzerine çıktınız mı (sizi geçin, çocuklar çıktı mı) yalnızca görevliler değil görev üstlenenler de haddinizi her an bildirebilirdi.
Tabi, burdan “Gezi Parkı”na geleceğim. “Kız tavlamak yasaktır” protestosundan “Gezi”ye oldukça uzun bir yol gittiğimiz açık... 1980’lere gelmeden Sultanahmet’te turistik ayı oynatma rezaletini, bir rezalet olduğunun bilincinden uzak, insanları aralayıp seyrettiğimi hatırladıkça utanıyorum. Üstelik o yıllarda sosyalizme inanmış ve bu uğurda canını dişine takıp mücadele yürüten bir gençtim. Gerçekten de tanık olduğum süre içerisinde hem benim ve yakın çevremin hem de bütün toplumun çevre duyarlılığı “yasaktır”ın oldukça ötesine geçti. Bu güçlenerek devam ediyor. Bundan oldukça mutluyum.
Bu durumu gölgeleyen bir süreç daha devam ediyor. Yine yaşadığım bir örnekle anlatmak istiyorum. Ayıptır söylemesi ortaokulu birincilikle bitirdikten sonra lisede solcu oldum. Sosyalizm düşüncesi aslen bir köy çocuğu olan benim ufkumu müthiş açmıştı. Bu adaletsiz düzenin yıkılabileceği, yerine eşitlikçi bir düzenin kurulabileceği benim için olabilirlik düzeyine çıkmıştı. Arkadaşlarla da bu konuları konuşuyor-düşünüyorduk. Oysa artık üyesi olduğum İlerici Liseliler Derneği, etkinliğini “akademik-demokratik mücadele” üzerine oturtmuştu. Aslında bu sırf bize özgü değildi. O zaman çok yaygın olan hemen tüm solcu fraksiyonlar, okullarda böyle bir çalışma yürütüyorlardı. Bir çeşit “hak mücadelesi”. Örneğin bize göre çok daha uç noktada duran Dursun Karataş da İstanbul Üniversitesi’nde solcu öğrencilerin oluşturduğu akademik-demokratik mücadele komitesinin bir üyesiydi... Liselerde ve üniversitelerde solcular derslerin işlevsizliğinden, ezberci ve aynı zamanda gerici eğitimden, okul yönetiminde söz sahibi olamamaktan yakınırlar ve örgütlenmelerini bu haklılıklar üzerinden yürütürlerdi. Yani kısaca demek istiyorduk ki, biz iyi bir eğitim almak istiyoruz ama alamıyoruz ve hatta insan yerine bile konmuyoruz... Hesapta bunun değişmesi için mücadele yürütüyorduk ama sokakta önümüze konan gündemdem bir türlü de sıyrılamıyorduk ve pratikte aslında pek ilgilenmiyorduk bile. Lise sona geldiğimde ne bir ders kitabım vardı ne de defterim. Onun yerine yolumu kesenler, evimi bekleyenler oluşmuştu artık. Yani kısaca ne akademiğim kalmıştı ne demokratiğim.
Bütün dünyada böyle olduğunu düşünmüyorum. Benzer yanlar mutlaka vardır ama bize özgü bir süreç bu. İçimizden geçenleri ya da karşı çıkışlarımızı direk söyleyemiyoruz. Bizim örneğimizde; kalbimiz sosyalizm için atarken ağzımızdan “akademik-demokratik mücadele” lafları çıkıyor. Sosyalizm görüşlerimizi “daha yakın”larla paylaşıyoruz yalnızca. Laz fıkrasındaki gibi alıştıra alıştıra söylüyoruz. Yalnız burdaki sorun şu: Aslında kimse bu alıştırma kısmını ciddiye almıyor. Hemen asıl konulara girmek istiyor fakat bu alıştırma kısmına da itiraz etmiyor. Bir çeşit karşılıklı “parola”laşıyoruz. Araştırılmaya gereksinim duyulan, davranış kültürümüze işlemiş bir koşullanma ve bu koşullanma üzerinden ilerleme sözkonusu. Tarihsel nedenleri olsa gerek.
“Gezi”de bu açıdan müthiş zenginlikler yaşadık. Ben biliyorum ki (aslında herkes biliyor ki) AKP hükümetine, Erdoğan’a, onun politikalarına nefret besleyenler, birikmiş/biriktirilmiş bir öfke ile alanlara doldular. Alanlarda bunu haykırdılar, duvarlarda bunu dillendirdiler. Köşelerinde yazanların kimi “devrim” dedi kimi ayrıntılandırdı: “Şu anda bu gençlik Paris Komünü’nü yaratan proletarya veya yirmilerde Torino’daki proletarya gibi...(Murat Belge)”... Eylemlerini savunuya giriştiklerinde ise park dediler, ağaç, çevre dediler, üçüncü köprü, havaalanı dediler. Çevrenin çerçevesinden çıkamadılar. Hâla da resmi olarak bu çerçevedeyiz. Alan memnun veren memnun.
Fakat, şimdi yetmişli yıllarda değiliz, biliyorsunuz (!). İnanılır gibi değil ama herkes her şeyi söylüyor, yazıyor ve kıyametlerin kopmadığını da görüyoruz. Hele sanal alem...
Anlatımın dolambaçlılığı, önceki satırlarda bahsettiğim gibi benim de ilgimi çeken kültürel-siyasi bir kodlanma olabilir ama bu kimseye siyasi bir haklılık kazandırmaz. Önceden yanından geçtiği hâlde Gezi Parkı’na hiç gitmeyenlerin, ilgilenmeyenlerin “Gezici” olması anlatılamaz? Evinde çiçek büyütmeyenin çevreci olması ya da (internet yayınında gözümle gördüm) otelin önündeki saksıdan ağaç fidanını söküp polise atması anlatılamaz? Bence daha kötüsü ise, herkesin hatta AKP’ye karşı olmayanların bile bahsettiği “başlangıçtaki samimi çevre duyarlılığı içinde olanlar”ın, süreç çevreden çıkıverdiğinde “durun, bizim istediğimiz bu değildi” dememeleri... anlatılamaz. Bir “doğrusallık” sorunları olduğu düşünülür. Üzerinde düşünmeseler bile (ki öyle gibi) bunu bir “ayrıcalık” olarak kabul ederler... Ayrıcalıklılar iktidar bile olabilirler ama bütün bir halkı ve onun geleceğini kucaklayamazlar. Daha ilerisini söyleyeyim, eğer bir içtenlik ve herkesle eşitlik düzeyi oluşturamazlarsa kendi geleceklerini bile kucaklayamazlar.
Karşı çıkabilme hakkımız açıklıkla mevcut iken biz bu hakkımızı niye dolambaçlı kullanıyoruz? Niye “biz AKP’yi alaşağı etmek istiyoruz, çünkü” diye başlayıp asıl istek ve hedeflerimizi dillendirmiyoruz?
Yoksa bunu yapamıyor muyuz?
Yoksa, aslen bir görüşümüz, uğruna mücadele verilecek haklılıklarımız yok mu (kalmadı mı?)? O yüzden mi “durum muhalefeti” yapıyoruz.
Eğer öyleyse o zaman karşı çıkışlarımızın temelinde “onlar mı bizi yönetecek” küçümsemesi mi yatıyor? Bu da “ayrıcalıklı” bir bakış açısı değil mi?
Yorum Yap