- 4.02.2019 00:00
Basın tarihini incelerken demokratik bir siyaset ve demokratik yarış anlayışından zerrece nasibini almamış olan Şark’ta iktidar kavgalarının ne kadar soysuzlaşabileceğini bir kez daha görüyorsunuz.
Bir de basının siyasetin parçası ve siyasal propagandanın bir aygıtı olarak kabul edildiğine, siyasetin süs köpeği hâline getirilmek istendiğine şahit oluyorsunuz.
Meslekî onur ve muhalif olmak da hep bela ile yaşamak anlamına geliyor.
Şark henüz muhalefet kavramının demokrasinin sağlığı açısından elzem olduğu gerçeğinden çok uzak.
Basın tarihi hep bu ilkelliğin örneklerinden oluşmakta….
***
Geçen hafta söz ettiğim basının tarihsel kimliklerinden biri olan Arif Oruç da siyaset kavgalarının mağduru.
Ancak meslek hayatının en önemli başarısı, Cumhuriyet Halk Fırkası’na karşı Atatürk tarafından ısmarlanarak kurulmuş olmasına rağmen gördüğü ilgiden ürküldüğünden bir yıl bile sürmeden tedavülden kaldırılıveren Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı desteklediği için döneminde görülmemiş bir şekilde 80 bin satış yakalayan Yarın gazetesinin kurucusu olmasından kaynaklanıyor.
Bu nedenle de 1930’lu yılları anlamak için Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın ortaya çıkışını kısaca hatırlamakta fayda var; bu hafıza tazeleme buranın siyasal kodlarını da laboratuvar analizinden geçirmekle adeta özdeş…
***
Bilindiği üzere, Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet döneminde kurulan ve çok partili siyasal yaşama geçiş yolunda ikinci deneme olan siyasî parti.
12 Ağustos 1930’da kuruluyor, aynı yılın 17 Aralık’ında kapatılıyor.
Cumhuriyet döneminin ilk kurulan partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da maalesef uzun ömürlü olamıyor. 1924 yılında kuruluyor, bir yıla kalmadan o da kapatılıyor. Halbuki Amasya Tamimi ile Kurtuluş Savaşı'nı başlatan kadronun Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa hariç tüm üyeleri, Terakkiperver Fırka'nın kurucu ve liderleri arasında yer alıyor.
Ama çok kısa bir süre içinde Terakkiperver Fırka kurucuları cumhuriyet düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan kışkırtıcılığı ve vatan hainliği ile suçlanıyorlar.
İkinci Meşrutiyet döneminde durum iktidar partisi karşısında kurulan partilerin durumları da maalesef farklı değildi. Ahrar Partisi’nin akıbeti ortada, Hürriyet ve İtilaf’ın ki keza…
Neyse biz 1930’lara geri dönelim…
***
Aslında ansiklopedik bilgi her şeyi görmeye yeterli; daha fazlasına hiç gerek yok:
“Türkiye'de ekonomik kriz daha milliyetçi elitler fark etmeden önce ülkeye yayılmıştı. 1927 yılında tarımsal ürünlerin fiyatlarının düşüşü ile başlayan Türkiye krizi 1929'daki Büyük Buhran'dan sonra Üçüncü Dünya'ya kredi akışının zayıflamasıyla birlikte yeni bir evreye girdi. Bu noktadan sonra, Türkiye’de ekonomik buhran çok yüzlü ve çeşitli gruplar üzerinde farklı sonuçları olan toplumsal bir olaya dönüştü.”
***
Dönüşünce ne oldu ?
“Anadolu köylüsü ekonomik krizi vergiler, borçlar ve kredi yokluğundan dolayı tefeci sermayesine artan bağımlılık olarak yaşadı. Krizin niteliği ise coğrafî bölgelerin piyasayla kurdukları farklı ilişki biçimleri üzerinden şekillendi. Dış piyasalar için üretim yapan bölgeler krizden en çok etkilenen yerler olurken, iç pazara yönelik üretim yapan köylüler onları izledi. Kentlerde ortaya çıkan ekonomik zorluklar ise tarımsal krizle iç içeydi. Ticaret merkezi olan büyük kentler ve kasabalarda kriz, tüccarlar için iflas, işçiler için kötü çalışma koşulları anlamına geldi. Kentlerde alt gelir gruplarının düşen fiyatlardan yararlanamamasının en önemli nedeni koruyucu gümrükler ile yine özel sermayenin teşviki için bir süre önce hayata geçirilmiş olan ticari tekellerdi. Küçük tüccarların en önemli şikayeti ise krizle yeniden düzenlenmesini istedikleri vergilerdi.
Özetle, farklı biçimlerde piyasaya bağımlı gruplar ekonomik buhrana karşı kendi savaşlarını vermek zorunda kaldılar. Krize ekonomik çözüm bulmakta zorlanan Kemalistler, krizin yarattığı sosyal hoşnutsuzluğu uzun süre görmezden gelemedi. Bu noktada, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal kendi inisiyatifi ile ülkede oluşan toplumsal muhalefetin yeni bir siyasî parti ile meclise taşınmasına karar verdi.”
***
Meşhur sözü anımsayın “Muhalefet yapılacak ise onu da biz yaparız.” Talimatla, ısmarlama muhalefet parti kurma geleneğini unutmamak lazım… Buralarda siyaset toplumun değil, devletin yedeğinde yüzerek gelmiş… Ama danışıklı bile olsa, sosyal zemin uygun ise toprak hareketleniyor.
***
“Mustafa Kemal ve arkadaşları Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren muhalif gruplarla karşılaşmışlardı. Bu muhalefet başarılarla birlikte azalsa da saltanatın ve hilafetin kaldırılması gibi bir dizi radikal kararın alınmasıyla yeniden yükselmişti.
Bir dönem Takrir-i Sükûn Kanunu'yla sindirilen bu muhalefet zaman zaman tehlikeli boyutlara ulaşıyordu.
Bu muhalefetin potansiyel biçiminde kalması, iktidardaki parti açısından fazla önemli sayılmayabilirdi; ama aynı potansiyelin bir örgüt tarafından kullanılması sarsıcı sonuçları peşi sıra getirebilirdi.
Böyle bir örgüt yoktu ve İzmir'deki M. Kemal'e yönelik suikast teşebbüsü, örgütlenmeyi yapabilecek bütün eski İttihatçıların temizlenmesi olanağını sağladı.
Böylece toplumsal muhalefeti yönlendirebilecek öznel koşulları yaratabilecek kişilerden kurtulunmuştu; ama toplumsal muhalefeti besleyen nesnel koşullar daha da güçlenerek sürmekteydi.
M. Kemal bile toplumsal muhalefetin boyutlarını gezilerinde görebilmekteydi ve genel sekreteri Hasan Rıza Soyak'a bunu şöyle yansıtıyordu: “…bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içersinde bunalıyorum. Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikâyet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddî manevî perişanlık içerisinde…”
Muhalefetin bir şekilde patlamasından korkuluyordu ve bunun denetim altında tutulması gerekiyordu. Ülkedeki denetim eksikliğini giderebilmek ve halkın isteklerini meclise taşıyabilmek amacıyla Gazi Mustafa Kemal, toplumsal muhalefeti yönlendirme açısından en güvendiği, en yakını olan arkadaşlarını görevlendirerek bir parti kurulmasını istedi.”
Yoruma gerek var mı, yok…
Ansiklopedilere bakmak bile buranın yakın geçmişinin ve devletin siyaset anlayışını netleştiriyor. Halkın değil devletin kontrolünde siyaset…
***
Atatürk, “Eski ve kendisine pek bağlı arkadaşı,” o sıralarda Paris Büyükelçisi olan Ali Fethi Bey'i, yeni bir parti kurmakla görevlendiriyor.
Fethi Bey ertesi gün yazdığı ve 11 Ağustos 1930 tarihinde gazetelerde yayımlanan mektubunda, “…Cumhuriyet Halk Fırkası'nın malî, iktisadî, dahilî, haricî siyasetlerinin birçok noktalarına aykırı bulunan ayrı bir fırka ile siyasî mücadele sahnesine atılmak arzusundayım. Zât-ı Devletleri Reisicumhur olduktan maada şimdiye kadar mensup bulunduğum Cumhuriyet Halk Fırkası'nın da umumî reisi olmaları dolayısıyla işbu arzumun nazar-ı devletlerinde ne yolda kabul buyurulacağını bilmek lüzumunu hissediyorum” diyerek SCF'nin kurulabilmesi için oyunun bir gereği izin istiyor.
***
Cevap?
Onda da sürpriz yok:
“…Reisicumhur bulunduğum müddetçe reisicumhurluğun üzerime verdiği yüksek ve kanunî vazifeleri, hükümette olan ve olmayan fırkalara karşı âdil şekilde ve tarafsız yapacağıma ve laik cumhuriyet esası dahilinde fırkanızın her nev’i siyasî faaliyet ve cereyanlarının bir engele uğramayacağına inanabilirsiniz.”
***
Sonrası mâlum…
Muhalefetin her seferinde olduğu gibi “cumhuriyet düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan kışkırtıcılığı ve vatan hainliği ile suçlanması.”
Ve Serbest Parti’nin halk yığınlarından büyük bir ilgi görmesi nedeniyle kapatılması…
Bu ortamda basının durumu ne?
Baskıcı siyaset ile at başı koşan bir basın kanunu var, her zamanki gibi…
***
7 Ekim 1923 tarihli TBMM Bakanlar Kurulu kararnamesiyle Birinci Dünya Savaşından beri süre gelen olağanüstü duruma son verildi.
“2 Ekim’den itibaren İstanbul’un işgaline son verilmiş olduğu için sıkıyönetimin ve sansürün varlığına artık ihtiyaç kalmamış olduğu ve bunların kaldırıldığı” ilan edildi.
Sıkıyönetimin ve sansürün kalkması görünürde basın için olumlu bir gelişmeydi ama basın yasaları hep eski yasalardı.
1909 kanunu, Meşrutiyet döneminde yapılan çeşitli değişikliklerle yürürlükteydi. Cumhuriyetin ilanından sonra uzun yıllar yeni bir basın yasası çıkartılmadı.
***
Tek parti rejiminde demokratik bir özgürlük zaten söz konusu değildi, sadece yönetimin sınırlı ve geçici hoşgörüsü söz konusu olmaktaydı, bu hoşgörünün de hiçbir garantisi yoktu.
Siyasî hoşgörünün sınırlarını da Şükrü Kaya’lar, Recep Peker’ler, Kılıç Ali’ler tayin ediyordu.
Atatürk’ün talebiyle oluşturulan Serbest Fırka denemesi de böyle bir geçici süreçti. Ancak tek parti kadrolarına bu bile fazla gelmişti.
***
Geçen hafta hikâyesini genişçe anlattığım Arif Oruç’un kurduğu ve Serbest Fırka’yı destekleyen Yarıngazetesi de Halk Partili çevrelerin çok ağır hücumuna uğruyordu.
Tam bu sırada Zekeriya Sertel, Selim Ragıp Emeç, Ekrem Uşaklıgil ve Halil Lütfi Dördüncü Son Posta’yı çıkardı.
Gazetenin yönetimine Zekeriya Sertel geçti.
Zekeriya Sertel Son Posta’yı kurdukları siyasal iklimi söyle anlatır:
“O zaman esen bu hoşnutsuzluk havasını Atatürk de sezmişti. Hattâ bundan dolayı rahatsızdı. Her taraftan gelen şikâyetleri işitiyor, buna bir çare arıyordu, işte aşağıdan gelen bu baskı üzerine Atatürk o sırada ikinci bir parti kurdurmak yolunu seçti. Serbest Fırka’yı kurdurdu.
Serbest Fırka’nın kuruluşu memlekette biraz daha özgürlük havasının esmesine yol açtı. Herkes daha özgür konuşabiliyordu. Biz de hürriyet ve demokrasi savaşını daha açıktan yapabiliyorduk.”
***
Son Posta devletçiliği savunmasına rağmen liberal bir parti olan Serbest Fırka’yı destekliyordu. İzmir’de de Serbest Fırka’yı destekleyen Hizmet, Halkın Sesi ve Yeni Asır gazeteleri vardi.
Sertel anılarında bunları da anlatır :
“Tek parti sistemi halkı bıktırmıştı. Memleketin kaderini bir parti elinde tutuyor, bu da keyfî yönetime yol açıyordu. Yurttaş düşündüğünü söyleyemiyordu. Seçim hakkını bile özgürce kullanamıyordu.
Ben Son Posta’nın ilk sayısında ‘Boğuluyoruz, biraz hava istiyoruz’ başlıklı bir yazıyla o günün baskısına karşı ilk isyan bayrağını açtım.
Büyük Millet Meclisi halkı değil, Halk Partisini temsil eden göstermelik bir kurum olmuştu.
Basın sıkı bir baskı altında yaşıyordu. Telefonla gazete başyazarlarına verilen emirlerin dışına çıkılmazdı. En ufak bir hata yüzünden gazete haftalarca kapatılır, sorumlular mahkemeye verilirdi.
Yani tek kelime ile halk nefes alamıyordu. Havasızlıktan ve hürriyetsizlikten boğuluyordu.”
***
Kontrollü kısmî serbestlik bile hoşa gitmedi.
Halk Partisi’nin o zamanki en ağır topları Fazıl Ahmet Aykaç, Ahmet İhsan ve eski İstiklâl Mahkemesi savcılarından Ahmet Süreyya, Meclis başkanlığına 5 Temmuz 1931’de bir soru önergesi vererek muhalif yayın yapan gazeteler için hükümetin ne tedbir alındığını sordular:
“Millî varlığı istilâya başlayan şu zehirli havadan kamu vicdanı pek ıstıraplıdır. Basının, özgürlüğünü kötüye kullanması karşısında şimdiye kadar başvurulan tedbirlerin yetmediği bellidir. Hükümetin bu konuda bilgi vermesini ve Meclis’in bir karar almasını zorunlu görüyoruz.”
Görüşmeler sırasında önerge sahiplerinden Ahmet Süreyya Meclis’te hiç de yabancısı olmadığımız şeyler söylüyordu:
“Aslında çok muhterem olan basın serbestîsi gibi çok yüksek bir hakkı, kutsal bir mefhumu âdeta bir paravan bir paratoner gibi kullanmak için birkaç gazetenin çevresinde beş on mahlûk toplanmıştır. Bunlar memleketi anarşiye sürüklemek için her gün binbir çeşit cür’et ve küstahlıkla çalışıyorlar. Tenkit diye, serbest
tartışma diye, fikir özgürlüğü diye ancak düşman devletlerin bozucu ve yıkıcı casus teşkilatlarıyla, kiralanmış vatan hainleriyle yapabilecekleri mel'unlukların daha yüz bin kat fazlasını yapıyorlar.”
Amaç hükümetin yeni basın yasasına yol vermekti. Ve amaç hâsıl oldu.
1931 yılında “yeni bir matbuat rejimi” oluşturacak basın yasası kabul edildi. Hükümet dilediği zaman, dilediği gazete ve dergiyi kapatma yetkisini sahip oldu. Karara hukuksal itiraz yolları da kapalıydı.
***
Toplumsal rahatsızlığı demokratik çarelerle gidermek yerine siyasi kurnazlıkla örtmeye kalkmanın hazin sonucu baskıyı biraz daha artırmaya dönüşüyor.
Hep böyle olmadı mı zaten?
Yorum Yap