- 31.01.2016 00:00
İşe, ABD’li psikolog Abraham Maslow tarafından 1943 yılında yayınlanan Maslow Teorisi veya İhtiyaçlar Hiyerarşisi Teorisi’nden girme niyetinde değildim doğrusu, hiç böyle bir amacım yoktu.
Biliyorsunuz Maslow Teorisi, insanların belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşıladıkça, kendi içlerinde bir hiyerarşi oluşturan daha ‘üst ihtiyaçları’ tatmin etme arayışına girdiklerini ve bireyin kişilik gelişiminin, o an için baskın olan ihtiyaç kategorisinin niteliği tarafından belirlendiğini söyler.
Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişimi düzeyine geçemez.
En üst düzeyde ‘kendini gerçekleştirme ihtiyacı’ vardır.
‘Kitap okuma’ Maslow’un ihtiyaç sıralamasında nereye denk düşer bilemem ama Türkiye’de ihtiyaç listesinin 235’inci sırasında gelmekte…
***
Nasıl amacım Maslow’un ihtiyaç sıralaması değilse, kitabın bizim toplumdaki yerine ait bir saptama yapmak niyetinde de değildim…
Çok safiyane bir hatırlatma duygusundan yola çıkarak buraya savruldum.
Recaizade Mahmut Ekrem’den söz etmek asıl amacım.
***
Türk edebiyatında ilk realist roman örneği olarak kabul edilen Araba Sevdası’nı Recaizade Mahmut Ekrem 1889 yılında yazmış, on yıl sonra da 1898 yılında yayınlamıştı.
31 Ocak 1914 yılında da 67 yaşında ölmüştü.
Biz, henüz, ihtiyaçlar sıralamasında ilk romanımızı yazan yazarımızı vefa ile yâd edecek bir noktaya gelemedik…
Gelmek bir yana bu noktadan hızla da uzaklaşmaktayız.
***
Recaizade Mahmut Ekrem adı üzerinden geçmişte dolanırken, Çetin Altan’ın 1997 yılında yazdığı bir yazıya rastladım.
‘Yaşam biçiminde ‘alafranga’ ‘alaturka’ çekişmesi sürüyor’ başlıklı yazının bir bölümü şöyleydi:
“Örneğin ilk Türk romanı olan Araba Sevdası’nın yazarı Recaizade Mahmut Ekrem bir Tanzimat alafrangasıydı. Kendisi sarayın ileri gelenlerindendi.
Üst düzey makamlarda şatafatlı bir hayatı vardı. İstinye’deki yalısında oğlu Nejat piyanoda Chopin çalardı. Sokak kapısında sulu pille işleyen zil düğmesi, çevrenin hem şaşkınlığına, hem tepkisine neden olmuştu.
Üst düzey makamlarda şatafatlı bir hayatı vardı. İstinye’deki yalısında oğlu Nejat piyanoda Chopin çalardı. Sokak kapısında sulu pille işleyen zil düğmesi, çevrenin hem şaşkınlığına, hem tepkisine neden olmuştu.
Aynı dönemin güçlü ozanlarından Muallim Naci ise tüketim biçiminde alaturka kalmıştı. Kafesli evinde takkesi, şal hırkası ve entarisiyle otururdu. O da üst düzey bir öğretmendi ve hazineden geçinmeliydi.
Recaizade ve Muallim Naci örneklerine bakılınca, birincisi ‘ilerici’, ikincisi ‘gerici’ görünür… Oysa her ikisi de bürokratik egemenliğin insanlarıydı.
Gelirleri de hazine kaynaklıydı.”
***
İlk Türk romanını yazan bir yazarımızı ölüm yıldönümünde anmaktan neden uzağız ve neden daha da uzaklaşıyoruz?
Babamın yazısında o soruya da cevap vardı:
“Çünkü ‘alaturka yaşamın’ bayraktarları da, ‘alafranga yaşamın’ öncüleri gibi -siyaset aracılığıyla- hazineden geçinme hakkına kavuşmak istiyorlar…
…Yani efendim sarık, tespih, lata ve başörtüleriyle ‘ileri gelenlerden’ olmak istiyorlar.”
***
Alafranga ya da alaturka görünümleriyle hazineden para kapmak için birbirleriyle dövüşen insanların ülkesinde, ‘ilk roman’ı yazan romancının ölüm yıldönümünde hatırlanması pek mümkün değil.
Belki bir dahaki yüzyıla…
O zamana kadar Türkiye diye bir yer kalırsa tabii…
Yorum Yap