- 9.07.2012 00:00
AK Parti’yi demokratik siyaset alanında tutacak en önemli iki manivela, bir halk hareketi olması ve vesayet tarafından öncelikli tehdit olarak görülmesiydi.
2002 yılından sonra AGOS’ta AK Parti analizleri yazar ve 2007 ve 2010 seçimlerinde yüzde elli civarında bu partiye oy verecek cemaatimden oldukça tepki görürken, bu iki olguyu analiz ederek bu sonuca ulaşmıştım. Sonuç şuydu; dünya konjonktürüne baktığımızda, Türkiye’deki sosyolojik gerçeklikle birlikte, vesayet tehlikesi sürdüğü müddetçe AK Parti reformcu bir parti olarak işlev görecekti. Ama reformculuğunun bir vadesi vardı; bu vade partinin siyaseten değil, demokratik olarak yetersizliğini ima eder. Yol boyunca yaşanacak her türlü iyi ve kötü kazalar, engeller bu süreyi tayin edecektir.
Soğukkanlılıkla bakıldığında, eski Türkiye’nin sivil görünümlü ama aslında Kemalist ve devletçi (hatta bazen darbeci) olan siyasi liderleri içinde bu ülkeye en büyük hizmeti yapan kişi rahmetli Necmettin Erbakan’dır. 2000’lerdeki değişimi Erbakan’ın diğer liderlere göre devlete daha mesafeli ve halkçı siyasetine borçlu bu ülke. Tabanını politize eden ve hayata değen bir örgütlenmeyi 1970’lerden beri uygulayagelmişti. Ev toplantıları ve kadınların geri hizmette de olsa –sanki şimdi değişmiş gibi siyasete katkı yapmalarını onun halkçı modeli sağladı. Ve o hareket ekonomik olarak da büyüyerek AK Parti’nin politize, demokrasiye eğilimli tabanını oluşturdu. 1980’den sonra sol çökerken, dindarların avantajı buydu.
Yani AK Parti kendinden menkul, ortaya birdenbire çıkmış bir mucize değil. Dindar orta sınıfın yarattığı, yaratmak zorunda olduğu bir güç taşmasının siyasi sonucu. Bunun siyasi zemini de Erbakan Hoca’nın Milli Nizam’ı, Milli Görüş’ü ve Adil Düzen’inden geliyor.
Erdoğan-Gül ve Arınç, bu talebin ne kadar güçlü olduğunu fark ettiler. Bu talebi göğüslemek için değişmek gerektiğini anlayıp özeleştiri yaptılar. Erbakan Hoca limitini 28 Şubat’taki tutumuyla doldurmuştu. Fazla devletçiydi. Taban kabına sığmıyordu. Hiçbir parti kurulduktan üç gün sonra iktidar olmaz.
Bu durum onların evrensel anlamda demokrat olduğu anlamına gelmiyordu. Şöyle söyleyeyim: Bu ülkeden özlediğimiz türden demokratik bir hareket henüz çıkamaz. Tarihimiz buna uygun değil. Demokrasi damıtılarak elde edilen bir bakiyedir. Demokratik tecrübelerimiz yeterli oranda birikmiş değil. Rahmetli Menderes’in de demokrasi reçetesi orada duruyor. Tahkikat Komisyonları vs… Bu çok normal, onlar da CHP’nin içinden çıkmışlardı çünkü.
Haliyle, paradoksal olarak tabanının değişim talebini taşımaya gayretli, öfkeli, mağdur AK Parti’ye vesayet odaklarının başlattığı saldırı, partiyi reformcu tuttu. Dindar vicdanla da örtüşen bu durum, doğruların yapılmasını mümkün kıldı. Ama o zaman da AK Parti bunu kendiliğinden bir demokratlıkla değil, tabii ki içinde iyi niyetlerin de bulunduğu, ama daha çok seçeneksizliğin motivasyonuyla yapmaktaydı. Verilen kaba bir demokrasi mücadelesiydi hem. Askere karşı parlamentoyu savunuyorduk hepimiz. Askerin oyduğu meşruiyeti, üyelik sürecinde Avrupa Birliği’nden ve ABD’den aldıklarını da bu tabloya ekleyelim.
Şimdi daha normalleştiğimiz günlerdeyiz. Vesayet geriledi. AK Parti devleti devraldı. Bu iyi bir şey. Aktörler artık kendilerini olduğu gibi göstermek durumundalar. Bu da zamanın daha optimal kullanılması demek. CHP “laiklik tehlikede”, AK Parti de “darbe tehlikesi” zırhlarından kurtulmuş durumda.
O nedenle, Uludere sonrası Genelkurmay Başkanı’nı, Hava Kuvvetleri Komutanı’nı görevden almayan, ÖYM’leri kendi hesabına göre değiştiren ve gelecek soruşturmaları öngörüp 1913’ten beri en büyük dokunulmazlık yasasını çıkaran, Samsun selinden sonra yıkılan duvarı savunup “Samsun’u kurtardık” diyen, kürtaj ve Ruhban Okulu için aslında kaldırılması gereken Diyanet’i dolaşıma sokan AK Parti’ye kızmayın. Kızmayın derken sükûtu hayale uğramayın demek istiyorum. Gerçek AK Parti bu. Hareket kendi yerine oturdu.
AK Parti’nin en büyük sigortası mağduriyeti ve dindar tabanıydı. Ama Uludere’yle dindar tabanı ile de çatlama yaşadılar. Sükseli kongreler, Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu’nun partiye çağrılması bir korkunun ifadesi. Tabii ki güçlü kalmak için bunları yapmaya hakları var. Ama 28 Şubat sonrası Erbakan’ı ışık hızıyla terk etmiş bir tabanın, yeri ve zamanı geldiğinde nasıl davranacağını Başbakan iyi bilir. Patinaj yaptığını da –bence iyi biliyor. Ama kendini yenileyebileceği sermayesi artık azaldı.
Ben çoğunlukla Erdoğan’ın bizim eleştirilerimize değer verdiğini, ama tam da bu sermaye azlığından dolayı komplolara sarıldığını düşünüyorum.
Ancak, tıpkı Erbakan gibi, Erdoğan da bu ülkeye büyük hizmetler yaptı. Bunu samimiyetle söylüyorum, ironi değil. Her şeyden evvel kendisini “bir süre” sonra iktidardan edecek olan tabanının önünü açtı. Siyaseti değerli hale getirdi. Darbelere karşı durdu. İlkeli siyaset yaptığında ve ilkeden saptığında nasıl yükselip alçaldığını kendi üzerinde halka gösterdi. Gece gündüz çalıştı. İyi bir ekonomi ekibi kurdu. AK Parti’nin içinde İdris Naim Şahin gibi kişiler de var, Hüseyin Çelik, Ömer Dinçer, Galip Ensarioğlu gibileri de. Bu çeşitliliğe imkân tanıdı. Bunlar önemli hizmetler.
Türkiye’de radikal değişim hep dindar tabandan gelir. Yarın da bu böyle olacak. Dindarların davranış ve tercihleri siyaseti belirleyecek. CHP’den DP, Fazilet’ten AK Parti çıkaran bu taban, AK Parti’den de daha demokrat bir siyasi hareket çıkaracaktır.
Eminim son tahlilde, Sayın Erdoğan da bunu içten içe arzuluyordur.
mesayan@markaresayan.com
Yorum Yap