- 15.03.2012 00:00
Türkiye’de yaşanan reform ve demokratikleşme süreçlerinin genel bir karakteri var. Tanzimat’tan beri yaşanan, Islahat Fermanı, Kanuni Esasi ve 2. Meşrutiyet’in 1908’de ilanından geçen, Menderes, Özal ve Erdoğan dönemini içine alan süreçte, dünya ve Türkiye şartları birbirinden çok farklı olsa da, bu motif bundan pek etkilenmiyor. Her reform kalkışması çok iddialı başlıyor, halkın büyük desteğini alıyor, lakin statükoya indirilecek o son darbeye yaklaştıkça, adımlar ve kararlılık tavsıyor, reformcu duruş ya Abdülhamit ve İttihatçı dönemde olduğu gibi tam tersi bir sonuca ulaşıyor, ya da statükoyla önce bir uzlaşmaya gidiliyor, sonra da ona yem olunuyor. Sonrasında yine bir fetret dönemi, sonra onu takip eden daha baskıcı bir süreç ve yine reform yapma istekliliği birbirini takip ediyor.
Yani o sıkça tekrarlanan “evrimsel-tedrici” değişim yönteminin daha akılcı olduğu iddiasının pek bir temeli yok. İki yüz yıldır, aslında temel olarak aynı sorunları evirip çevirip duruyoruz. Atla deve değil; Türkiye’de yaşayan tüm kesimden tüm insanlara eşitlik, özgürlük, refah ve güvenlik sağlayacak, bunu da hukuk devletinin evrensel standartları üzerinden gerçekleştireceksiniz. Kabağın en büyüğünün Ermenilerin başına patlamasıyla “biten” Şark Sorunu’nun kaynağı da buydu. Devlet tebaasının güvenliğini sağlamıyor, ıslahattan anladığı Taner Akçam’ın dediği gibi “Halkı ıslah etmek” oluyor, bu durum iç barışı bozmakla kalmıyor, dış müdahalelere kapı aralıyor, sürekli boşa çıkan reform çabalarının sonunda silah ve sertlik hâkimiyeti ele geçiriyordu.
Bu motif de, ilk motife doğrudan bağlı olarak kendini günümüze kadar tekrar etmiştir. Kürt vatandaşların çok insani, pazarlığa kapalı olan anadil, eşitlik ve güvenlik talepleri devlet tarafından cezalandırılmış, ortaya PKK gibi örgüt çıkmış, devlet bundan hazzetmiş, olan 40 bin cana ve kendi kendimizi öldürmek için harcadığımız bir trilyon dolara olmuştur. Bu kadar basit!
Stratfor yazışmalarını dünyada önde gelen 28 gazete ile birlikte yayımlamaya başladığımız günden beri Taraf’a gelen tepkileri değerlendirirken, ister istemez bu genel hikâyeyi ve motiflerin bu tekrarının altında yatan nedenleri de anlamaya çalıştım. Dünyanın demokratik herhangi bir ülkesinde, asıl ve gerçek faaliyeti gazetecilik yapmak olan her gazetenin yapmakla mükellef olduğu bir yayıncılığın, neredeyse Türkiye’de her totaliter zihniyetin âşık olduğu “Milli Birlik ve beraberliği” sağladığı görülüyor. Herhalde Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu ile görüşebilen, TÜSİAD’ın düzenlediği toplantının baş konuşmacısı bir başkana sahip olan, ürettikleri raporların alıcısının Amerikan Ordusu gibi kurumlar olduğu bir istihbarat kurumunun yazışmalarının bir haber değeri olsa gerek. Yazışmalarda çok ciddi analizler olduğu gibi, tutarsız olanları da var. Çok şükür ki, Sayın Erdoğan’ın hastalığı Stratfor analizlerinde olduğu gibi ciddi değilmiş, beyan esastır. Güler geçer, en fazla “doğru değil” der, hatta “Değil 2023, 2123’e kadar ülkenin başındayım ona göre” türünden bir de espri patlatırsınız.
Ama öyle olmuyor, müzik kutusu esprisi zekice ama, öyle aşkın ve kibirli bir tepki ki bu, sahibini zayıf göstermek bir yana, olayın boyutunu kendi sınırlarının dışına taşıyor. Stratfor’un analizlerinin büyük paralara önemli kurumlara satıldığı bilindiğine göre, bunların deşifre olması, tam da Türkiye’nin lehine bir durum değil mi? Gazeteci olarak bu hesaplar bizim işimiz değil ama, bir siyasetçi, bunu böyle değerlendirmez mi?
Bir an için bu haberlerde adı geçenin Başbakan, Başbakan danışmanı vs. değil de, genelkurmay başkanları, önemli askerler veya Ergenekon’da ismi geçen isimler olduğunu tahayyül edin. Taraf eller şişene kadar alkışlanacak, bu haberler alıntı rekoru kıracaktı. Oysa Taraf, Dağlıca, Aktütün haberlerini yaparken hangi ilkeden hareket ettiyse, burada da aynı ilkeye göre davranıyor; yani bildiğiniz gazetecilik yapıyor. Oysa bakıyorsunuz, hükümete karşı bir komplo gibi algılanıyor. Veya hakkında her haber çıkan kendine göre bir komplo üretiyor.
Bu hezeyanların hükümette bir karşılığı varsa, bu çok vahimdir. Bunun nedeni de yukarıda bahsettiğim motiflerin kendini maalesef bu sefer de tekrarlıyor olmasından. İş değil, laf üretmeye, patinaj yapmaya başladığınızda, bu aslında zafiyet üretir. Gölge boksu yapmaya başlanır. Bir gazetenin yayını bu etkiyi yaratıyorsa, bunun nedeni o gazete değildir kuşkusuz. Bu etkinin neden oluşuyor olduğuna bakmak lazım.
Duayen yazar Adalet Ağaoğlu bir televizyon programında “Ölmeden sivil anayasayı görmek istiyorum” dediğinde haliyle çok sarsıldım. Ben genç sayılırım. Ama kısa hayatımda iki darbeye, sayısız faili meçhullere, olmadık insan hakkı ihlallerine tanık oldum. Tek beklentim, çocuklarımızın hür, eşit, korkusuz ve refah içinde yaşayacağı bir ülkeyi görebilmek.
Bunun tedricisi mi olur?
mesayan@markaresayan.com
Yorum Yap