Parçalarını arayan insan 9- Merak...

  • 4.03.2012 00:00

Çocukken babamın dükkânına gitmek benim için harikulade bir deneyimdi. Alice’in, harikalar ülkesini birden bire, bir sihirle keşfetmesi gibi, veya uzay filmlerinde sıkça tekrarlanan bir tema olarak, jöle türünden bir zaman perdesinden kolaylıkla geçerek bambaşka bir âlemin içine yuvarlanıveriyordunuz. Demek ki, hep böyle bir gerçekötesi arayışı, görünenin arkasına, Ay’ın karanlık yüzüne doğru bir eğilim var içimizde. Orada ne var? Orada neler oluyor? Orada benimle ilgili bir sır bulunabilir mi? O bulduğum şey ile, hayatım daha anlamlı, daha heyecanlı olabilir mi? Her başınız sıkıştığında gidip enerji çubukları alabileceğiniz bir Kripton gezegenimiz olabilir mi, sadece bize özel?

Merak.. merak duygusunun uygarlık için ne kadar önemli bir sabit olduğunu söylemeye gerek var mı? Anglosaksonların deyişiyle “merak kediyi öldürse” de, hatta epeyce bir insanın canına mal olmuş da olsa, aslında uygarlığımızı yaratan “akıl” ve “ellerimiz”den sonra gelen üçüncü olmazsa olmazımız... Haliyle, meraklı insanlara sahip olmayan bir ülkenin hayat damarlarından bir tanesi kesilmiş demektir. Nedense aklıma milli kahramanımız değil, Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabı geliyor.


Konuyu değiştirme, siyasete kayma, yazıyı bütünlüklü tut, vermek istediğin ne ise okuyucuya, onu yolda döke saça götürme. Kelimelere, harflere ve hatta ünlem, virgül ve işaretlemelere saygı duy. Onlar, bütün bir uygarlığın en küçük yapıtaşları, atomları... Cern’de hayat parçacığının bulunmasına adanmış, milyarlarca avroluk yatırımın 10 santimlik bir kablonun unutulması yüzünden berbat olduğunu unutma. Cem Yılmaz’ın Telekom reklamındaki gibi, “Karpatlar’dan 20 santim sal canım” diyerek çözülmüyor sorunlar öyle. Bunlar ciddi işler.

Sanırım konuyu babamın sihirli dükkânına bir türlü getiremeyeceğim yine de...

Haftanın belli gecelerinde ve oldukça sık, Bülent Ersoy, Emel Sayın ve Muazzez Abacı’nın –ismin güzelliğine, tınısına bakar mısınız, Muazzez.. – sahne aldığı gazinolara giderdik. Pembe Köşk, Çakıl, Maksim onlardan hatırlayabildiğim birkaçının ismi... Balıkçı Yorgo’ya da çok giderdik ama, orada sanatçı, program olmazdı. Sadece bana bir dağ yüksekliğinde gelen beyaz duvarının tepesinde, kocaman, gösterişli bir Nacar marka duvar saati olduğunu hatırlıyorum. O kocaman, yuvarlak, içi beyaz, akrep ve yelkovanı siyah saat beni öylesine büyülerdi ki, annem, iki saat gözümü dikerek ve hiçbir şey yemeyerek –o aralar o zamanki adıyla zafiyet geçiriyordum– o saate ağzımın suyu akarak bakan bir evlada sahip olmaktan pek memnun değildi.

Yorgo’nun balıkçı lokantası değil de, diğer sazlı sözlü müzikhollere –bu yerlerin başka bir ismi vardı o zamanlar, neydi hatırlayamadım– gittiğimde çok sıkılırdım. Babam ve annemin eğleniyor olmaları sıkıntımı daha da katlanılmaz yapıyordu. Önüme sürekli tepeleme gelen tabaklar ve benim tabağın içindekilerden ağzıma zinhar bir şey koymadan, İspanyolların şu Paella’sına benzer bir bulamaç imal ediyor olmamdan ben dâhil kimse mutlu olmuyordu tabii. Ne yapayım, ortalama beş saat aynı sandalyede oturmak çok sıkıcıydı ve yemek yemekten nefret ediyordum. O sıralar Dilberay nerelerde çıkıyordu bilemiyorum ama, zorunda mıydım?

İşte o sıkıcı zamanlarda masadan kaçıp kaçıp mutfağa, arabaların park ettiği alana veya gösterişli girişine çıkardım müzikholün –ismi hâlâ aklıma gelmedi ve yavaş yavaş sinirleniyorum artık.

O parlak dünyanın arka bahçelerinde, keşfetme arzusu ve merakla dolaşırken, dünyada bir şeylerin yolunda gitmediğine dair yeni bir duygu bulmuştum kucağımda. Bizim arabayı yıkayan –bu ayrıntıları net hatırlamıyorum ve kısmen uyduruyorum ama, buna benzer şeyler yaşadığıma yemin ederim– benden biraz büyük çocuğun o saatte çalışıyor olması, yaşıtım komilerin partal giysileri içinde müşterilerinin çocuğu olmamdan dolayı bana hürmet gösterirken gözlerinin içindeki saklayamadıkları öfke, daha evvel bir yazımda bahsettiğim ve asla uydurmadığım gül satan Çingene kadınının –Roman ismini fazla zorlama, sınıfsal ve kompleksli buluyorum– peştamalının arkasından beliren, uykulu ve bir F16’nın bomba sistemi gibi isyankâr gözlerini gözlerime kilitleyen o küçük kız çocuğu...

Bir şeyler yolunda gitmiyordu bu dünyada... Babamın ve annemin keyfi o anda yerinde, müzikholdeki kalabalık da çok eğleniyor görünse de, arka yüzdeki bu çelişkinin varlığı merak duygumu kamçılıyordu. O anda biri fark edip, “Nedir küçüğüm bu sıkıntın” dese, bunu asla kelimelere dökemezdim, biliyorum. Ama o dilenci yaşlı adamı kaldırımda görüp, adamın 10 santim yakınına sokularak –bunu net hatırlıyorum, adam geriye zıplamıştı çünkü– tüm detayları merakla hafızama işlediğimde, bunun dışarıya çıkacağı belliydi, hissetmiştim.

Neyse, ayrıntıları hatırlamıyorum. Eve dönünce hemen veya ertesi sabah, bir şiir yazmışım ben. Tek parça, uzunluk olarak ise o sırada ezbere ve yegâne bildiğim tek şiir olan “Korkma Sönmez”in iki kıtasına denk bir şiir. İsmi “Yaşlı adam”... Nasıl olduysa annemin, sonra babamın eline geçmiş. Eve atom bombası düşmüş gibi oldu. Tabii çok iyi bir şair olduğum ve yüce sanatımın ailemi sanatsal açıdan sarsmasından değildi bu altüst oluş. “Bizim niye herkes gibi normal bir çocuğumuz yok” ile, suçluluk duygusu ve çapını aşmış bir sevgi bulamacından bahsediyorum.

Beni psikologa götürdüler.


mesayan@markaresayan.com

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums