- 3.02.2019 00:00
Türkiye tam sekülerleşmiş bir toplum mudur?
Sekülerleşme olgusuna “iyi”lik veya “kötülük” atfetmeden, önemli bir tespiti yapmak üzere yüksüz biçimde bu soruyu soruyorum. Önce “Sekülerleşme nedir?” diye de sormak gerekiyor haliyle. Kanadalı düşünür Charles Taylor’a göre sekülerleşme “Tanrı’ya inanmamanın neredeyse mümkün olmadığı bir toplumdan, inancın en sofular için bile seçeneklerden sadece biri haline geldiği bir topluma geçiş”tir. Taylor sekülerlemiş toplumu şöyle tarif ediyor: “İnancımdan vazgeçmenin tasavvur edilemez olduğunu düşünebilirim, ama muhtemelen bana çok yakın bazı kişiler de dahil olmak üzere başka insanların, inançsız insanların (en azından Tanrı’ya veya aşkın olana inanmayanların) yaşam tarzlarını ahlaksızlık veya körlük olarak görüp değersiz bularak reddedemem.”
Batı’nın bu manada tam sekülerleşmiş bir toplum olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta bu toplumların çoğunda, Tanrı’ya inanmak tüm seçeneklerden biri olma payesini bile gibidir. Taylor’un tarifinde aktörler yer değiştirmiş, inançlı kişilerin yaşam tarzları körlük, bilimle çatışma veya en azından ruhsal bir sıkıntı olarak addedilmektedir. Ama yazımızın konusu Batı toplumları değil; Türkiye ve Doğu, İslam toplumlarıdır. Çin, Japonya gibi ülkeler ise tam sekülerleşmiş toplumlardır.
Taylor, sekülerleşme ölçütünün “tinsel olanı deneyimleme ve arama koşullarına bağlı olduğunu” iddia etmektedir ki, bence de bu koşul doğrudur. Örneğin, İran Mars’a gitse dahi seküler değildir. Veya Louvre Müzesi’nin Dubai’de şube açması o ülkeyi seküler yapmaz. Bu toplumlar seküler değildir.
Türkiye’ye geldiğimizde ise daha karmaşık bir durumla karşılaşıyoruz. 250 yıllık Batılılaşma sürecinde modernleşme ve onun en büyük vektörü sekülerleşme ile toplum ciddi bir dönüşüm geçirmiş, ancak sekülerleşme noktasında “tamlık” oluşmamıştır. Modernleşme sürecinin yukarıdan aşağı ve Batı karşısındaki yenilgi ve imparatorluk kaybının dayatmasıyla travmatik şekilde uygulanması “ne o, ne bu” durumu yaratmıştır. (Ya da hem o, hem bu.)
Bugün toplumumuzda “Allah’a inanmamanın akla gelmediği, seçenek olmadığı” geniş kesimler olduğu gibi, tıpkı Batı’da olduğu gibi “inancın seçeneklerden sadece bir tanesi olduğu” ya da bilakis “inancın seçenek bile olmadığı” toplumsal kesimler mevcuttur. Esasen, tüm diğer toplumsal hadiseler, kurumlar, temsil alanları, temsil aktörleri, kamusal alan karşılaşmaları, çıkar çatışmaları, yaşam biçimleri, kültür hayatı, devlet üzerine dönen tüm tartışmalar ve siyaset bu temel faktörden etkilenmekte, bu zemin üzerinden şekillenmektedir.
Peki bu tabloya bakıp ne diyeceğiz? Buna iyi veya kötü demek sadece yüzeysellik olacaktır. Bu bir olgudur, bir haldir. Akıllı bir siyasetçi, bilim insanı, düşünür veya herhangi bir birey, bu temel durumu anlamadan anlamlı hiçbir şey üretemez, karşılık bulamaz.
Devam etmeyi ümit ediyorum.
Yorum Yap