- 9.10.2011 00:00
Cioran demişti galiba, “Her insanın içinde ortaya çıkmak için bekleyen bir peygamber vardır ve bu olduğunda, dünya biraz daha kötü bir yer haline gelir...” diye...
Herkes peygamberleşmek ister gerçekten, kendi düşüncesi yüceldikçe sıradanlaşsın, herkesin olsun, herkes ona tâbi olsun. Bu kötü bir şeydir.
Kahramanlıklarımızın, cesaretimizin, iyiliklerimizin çoğunun, ölüme karşı verilmiş bir zayıf çaba olduğunu biliriz. Samimi değil, diyemeyiz, vicdan, Allah korkusu, ilkelere saygı, yurt sevgisi, kahramanlıklarımızın zarif birer örtüsüdür, ama öznesi değildir. En azından, önemli bir veçhesi budur. Biz yok sayarız, ayıp sayarız. Konuşmayız birbirimizle. Bunu itiraf eden azdır. Bile bile ayın görünen yüzünde bir hayat kurarız.
Biz genellikle birbirimize çok yalan söyleriz.
Oysa hayat bir bütündür ve karanlık tarafında da çok mühim şeyler olmaktadır.
Çoğunlukla korkar insan, endişelidir, çok da haklıdır. Yani benim “haklı” endişelerim var en azından. Çünkü o hakkı ben yaratıyorum. Ben tanımlıyorum. O halde haklıyım.
Endişeler ruhun kıymıklarıdır. Bütüne dairdir, lakin isyankârdır ve gitme temayülündedir. Kirpilerin okları gibi, yanlış açıdan yaklaşan düşmanları veya saygısızları uzak tutmaya yarar, özden.
İnsan evrenden kendine hücum eden her uyarımı, ancak kendi kadar ve kendinden geçerek yorumlayacaktır. Her uyarımda, kendini bir kez daha, bir kez daha kat ederek ona bir anlam ve karşılık dokur. Bu başka türlü olamaz. Ruh hayatın deşifre aygıtıdır. Ruhun olgunluğu uyarımları doğru deşifre etmesinin garantisi değildir.
Tam burada bir peygamber mutlaka kuluçkaya yatmış olur. İnsan kibrinden değil, kaybolmamak için biraz da zorunluluktan kendini evrenin merkezine yerleştirir. Burada bir zavallılık, endişe ve kahramanlıklar çorbası yüksek ısıda birbirine karışmış halde bulunur. Lucifer’in hatası da merkezi merkez yapanın onun orada olma eylemi olduğunu zannetmesiydi. Hataydı. Bakın başımıza neler geldi.
Kendinden uzaklaşmak vecd hallerinde biraz daha mümkün gözükür, ama ne bileyim Kutsal Ruh gibi bir deux ex machina ortaya çıkıp ruhu doldurmazsa, kişi kendinden geçemez genelde. O yüzden uyuşturucu gibi yardımcılar fazlasıyla yaygındır. Çünkü insan kendi sadeliği ve ölümlülüğüyle karşılaşmaya hiç hazır olamamıştır. Belki olmamalıdır da.
Bizi en çok müzik etkiler. Beni en azından öyle..
Neden böyle diye çok düşündüm. Bana dert oldu. Ne kadar sahtekâr olduğumuzu bildiğim için müziği sadece güzel olduğu için dinleyemeyeceğimin de farkındaydım. Bir işe yarıyordu, o kadar güçlü işe yarıyordu ki, en çok ona çekiliyordum. Aşktan ve edebiyattan daha önce bile gelebilirdi benim için. Ha, bir de müzik, edebiyat vs. gibi ruha nüfuz etmek için akla ihtiyaç duymaz, kendiliğindendir.
Sonra keşfettim. Tüm keşifler gibi sönüktü. Evet, bir yazar arkadaşımın dediği gibi, beni de tekerleğin bulunuşundan beri hiçbir icat kesmiyordu artık. iPhone’umla yapışık yaşadığım halde Jobs’ın ölümüne ağıt yakanlardan olamadım, nedense, üzüldüm. Çünkü annem gibi pankreas kanserinden ölmüştü. Beni oradan yakaladı daha çok.
Evet, müzik beyinde nereye tekabül ediyor, hangi reseptörleri kapatıp açıyorsa, acayip bir yücelme hissi veriyordu insana. Ölüm endişesinden en çok uzaklaştığımız anlar, yani o yücelme, müzik sayesinde mümkün oluyordu.
Bu da bana başka bir fikir verdi.
Demek içimizde ölüm endişesinden uzaklaşmanın bir mekanizması vardı. Bende müzikle çalışıyordu, başkasında seksle, duayla, paraşütle atlamayla, kedi kesmeyle veya uyuşturucuyla olabilirdi. Ama bu da bir tür zavallılıktı. Yani “onu” “kolaylaştırıcı” olmadan harekete geçirebilir miydik?
Gerekli mi bilemem ama, evet bu mümkün. Daha yapamadım. Tam da yapamayacağım, bu şeyler bir yandan çok sıkıyor beni. Bir de bir noktadan sonra kendimi İsa’ya bırakmam gerekiyor. Aramızdaki anlaşma bu ve ben anlaşmalara uyarım. O zaman bana fazlaca yapacak bir şey kalmıyor. Belki de Vaiz kitabına Süleyman’ın dediği gibi, bir şey yapmamak daha iyidir.
Formül yüzeysellikte...
İnsan dipsizdir. Ben dipsiz olduğumu çok önce gördüm. Ama köşedeki bakkal da gördü, kim olursan ol, sen de. Geçen hafta onu anlatmaya çalıştım. İç’te korkunç bir derinlik var. Biz düşerken Allah’ın boşalttığı bir yer olduğu için, sonsuz. Bunu sadece filozoflar değil, herkes fark ediyor. Ve bu çok ürpertici. İçinize bir taş atın, sesin hiç gelmediğini duyacaksınız.
Zarif, bilgece ve alçakgönüllü bir yüzeysellikten bahsediyorum, hâsılı.
Bir kraterin kenarında tasasız bir akrobat gibi dolaşmaktan bahsediyorum.
İçindeki peygamberi uykuda tutmaktan...
Her şeyi bir anda bırakıp gidecek kadar köklü bir yerleşiklikten.
Her şeyin senin için bir araç olduğunu kabul edecek kadar tasasızlıktan.
İyi yemekler yemekten, sevişmekten, denk gelen sevgiyi karşılıksız bırakmamaktan, insanlara nazik davranmaktan, dünyadaki elemi arttırmamaya çalışmaktan ve bunları bir peygamber edasıyla yapmamaktan.
Sonra biraz dalgacılıktan, bazen hüzünlü olmayı sevmekten, bir halt olmamanın insan için ne yüksek bir paye olduğunu anlamaktan ve en ve en nihayetinde...
Evet öleceğiz, ama, yaşamış olmanın da nesi kötü ki?
Yorum Yap