- 11.02.2015 00:00
Bu kez ıskalamamak lazım.
Demokrasi inşasını henüz tamamlamamış olan ülkemizde, özellikle son 13 yılda her seçim bir olağanüstülük/anlam içeriyor. Çünkü demokrasinin inşası halkın iradesine başvurularak yapılıyor. Sağlıklı olan da bu.
Buna benzer ikinci deneme merhum Adnan Menderes döneminde yaşanmıştı. Ancak 10. yılın sonunda gladyo engeline takıldı. İdam edildi. Öyle vahşi bir prodüksiyon yapıldı ki, bir daha hiçbir siyasi, kırmızıçizgileri geçmeye yeltenemesin. Darbeyi –görünüşte- yapan cunta tereddüde düşüp yönetimi devretme eğilimi gösterince, İstanbul, İzmir ve Ankaralı yargıçlar toplanıp cuntaya “ayar” verdiler. Dediler ki “Zaaf gösterirseniz döner bizden intikam alırlar. Onları idam etmelisiniz...”
Süleyman Demirel bu manada hazin bir örnektir. Gladyo tarafından verilen mesajı alan Çoban Sülü sürekli şapkasını alıp gitti. Çünkü bu düzenin dış destekli kurulduğunu biliyor, ama karşı çıkmanın mümkün olmadığına inanıyordu. Darağacının gölgesinde bir tür “orta yol” tutturmaya çalıştı. 28 Şubat’taki tavrını açık bir askeri darbeyi önleme çabası olarak açıklaması, bu hazin hikâye içinde devşirilen bir siyasinin uzlaşmacı tavrıdır. Öğrenilmiş çaresizlik, dış/iç ittifaka dayalı gladyonun yenilmezliğine iman vs...
Mustafa Kemal... Sevin sevmeyin, pratiklerinin acımasızlığına rağmen, temelde “millilik” kumaşına sahip bir liderdi. 1933’e kadar bu yönde hamleler içinde oldu. (Çoğu faşizan yöntemlerdi. Milli sermaye yaratmak için azınlıkları yağmalamak gibi.) Lakin temelde, Türkiye’nin bağımsız ülke olmasını istediğini yadsıyamayız. Pratiklere dönük öfke, asıl hikayeyi görmeyi engellememeli. Üstelik bu noktada laik kesimlerle değerli bir bağlantı noktası da var.
1933’ten sonra, bozulan sağlığıyla birlikte, Mustafa Kemal’i çevrelediler. Vefatında İsmet İnönü sürgündeydi, hayatından endişeliydi, devlet başkanlığı için adı bile geçmiyordu. Mareşal Fevzi Çakmak en şanslı adaydı. Ama o kısa arada ne olduysa İnönü ülkenin başına geçirildi.
Türkiye’nin Batı hegemonyası içinde tutulması gerekiyordu. Tıpkı Tanzimat’ta olduğu gibi, içerik olarak değil, şekilsel olarak yerli kurumları Batılı ekonomik/siyasi/askeri sistemler ile uyumlandırmak gerekiyordu. Bu nedenle 1920 ile 1945 arasında “belirsiz” bir gri bölgede sallanan Türkiye, şekilsel bir parlamenter sistem üzerinden, BM ve NATO’ya alındı. Gladyo, medya, üniversiteler, yargı, istihbarat ve gayrımilli siyaset ile ülkenin damarlarında vesayet tahkimatı yaptı.
“Bu ülkede çoğu şey yerli değil” tesbitim bu nedenle.
Böylelikle, ülke sözde bir parlamenter rejime sahip olacak, hükümetler fakirlik ve istikrarsızlık ile cebelleşecek, asker ve medya tarafından sürekli itibarsızlaştırılacaktı. Asker, yargı ve medya sistemi elinde tutarken, fatura hep sivil siyasilere kesilecek, bu güçsüzlük gladyo vesayetinin garantisi olacaktı.
Üçüncü hamle döneminde Özal bu anomaliyi düzeltmek istedi. Küreselleşmenin yeni bir ivme kazandığı ve SSCB’nin yıkıldığı ara bir dönemdi. Görece bağımsız davranmayı sağlayan (gladyoların sözde tasfiyesi gibi) çatlaklar oluşmuştu.
Özal’ın toplumdaki tüm popülaritesi, sivil olmasına dayanıyordu ama örgütü güçlü ve “milli” değildi.
Medya ve gayrı milli muhalefetin yolsuzluk iddiaları ile 1989 yerel seçimlerinde zayıflatılan Özal, 1991 seçimlerinde Demirel’in “Elimde Koskotas dosyaları” var kampanyasıyla yalnızlığa mahkûm edildi. Tabii ki hepsi yalandı.
Derdini halka anlatmak yerine, kendisini Çankaya’ya zor attı ve bir şans daha yaratmak istedi. Partisi Mesut Yılmaz üzerinden kendisini tasfiye ediyordu. Ondaki “tehlikeli” milli potansiyeli görerek, ailesi ve kendisini inanılmaz şekilde infaz ettiler.
Son 13 yılda yaşadığımız tüm olağanüstü olaylara, ama özellikle, 7 Şubat MİT krizi, Gezi, yolsuzluk susturucusu takılmış 17/25 Aralık darbesi, 6-8 Ekim içsavaş denemesine ne kadar benziyor değil mi?
Şimdi, bu hikâyenin mağdurunun aslında halk olduğunu sadece AK Parti seçmeninin değil, farklı siyasi meşreplere, etnik ve dini kimliklere ait tüm yurttaşlarımızın görmesi gerekiyor. Böyle köklü bir sarmaldan güçlü/yerli bir liderlik ve örgütlenme olmadan çıkılması mümkün değil. Erdoğan’ın hedef olması, bu oyunu çok iyi okuması, ortaya akıl ve cesaret koyması, derdini halka iyi anlatması, teşkilatı ile bağını sağlam kurmasından ileri geliyor.
Açıkçası, bu savaş ya verilecek, ya da esaret kabul edilecek. Dünya böyle bir yer. Artık daha ileri adım atmaktan başka seçenek, orta veya üçüncü yol bulunmuyor.
Uzlaşma teklifleri, her ne kadar kuzu postunda gelse de, aslında teslimiyeti ima ediyor.
Yorum Yap