- 12.10.2014 00:00
Öfke insani bir duygu; sinirleri alınmış, başına ne tür felaket gelirse gelsin hayat normal şekilde devam ediyormuş gibi davranan insanlar bana suni gelir. Olmuş şey olmamış sayılamaz. Her olay dünyamızı ve hayatımızı değiştirir. Öfke ve üzüntü bu değişime ayak uydurmanın duygusal altyapısını sağlar. Ama araçlar amacın yerine geçtiğinde zarar verici olmaya başlarlar. O söz aklımdan hiç çıkmaz bu nedenle: Öfkenizin üzerine güneş batmasın...
Benim babam zenginlikten fakirliğe düşmüş bir köy ağasının en küçük ve şanssız çocuğuydu. Annesi için 'Markar'ın karısıyım, Sivas'ın yarısıyım' diye türkü yakılan bir adamın, yani babasının kapıcılık yaparken ölmesine tanık olduğunda sadece beş, çalışmaya başladığında ise altı yaşındaydı. Sabahın köründe sabah simidi ve gazete satıyor, sekiz gibi Taksim'deki okula gidiyordu. Soyadımızla çakışan Esayan Okulu'nda (Okulu kuran Esayanlarla ilgimiz yok tabii ki) aidatı ödeyemediği için okulun kızlar bölümünde üzerine yafta asılarak dolaştırılmış.
Okul macerası böyle bitiyor babamın. Önce kunduracı (sayacı), sonra da orta boy bir zengin oluyor babam.
Ailesinin yarısını 1915'e kurban vermiş, o hikayenin sonucu olarak tüm hayat düzenini, babasını ve aile birliğini kaybetmiş, çok istemesine rağmen okuyamamış bir adam o.
Öfkelenirsiniz değil mi? Kimse de sizi suçlayamaz. Hiçbir şey olmamış gibi yaşayamazsınız. Başınıza gelenlerle, geçmişinizle hesaplaşmanız, bu hesaplaşma üzerinden hayata bir cevap vermeniz gerekir.
Babam kendi cemaatine küsebilirdi, insanlardan nefret edebilirdi, doğduğu lakin onu korumayan ülkeye kin besleyebilirdi. Allah'la cebelleştiğini biliyorum. Muhtemelen başına gelenlere neden izin verdiğini sorgulamış ve ona kızmıştı. Sanırım bunu insanlardan nefret etmemek için yapmış, öfkesini Allah'a yansıtarak şifa kapısını aralık tutmuştu. (Aklıma 'Ne sıcaksın, ne de soğuk. Ilıksın! Bu yüzden seni ağzımdan kusacağım' ayeti geliyor.)
Ama babam ne yaptı biliyor musunuz? Hayatını, mesaisini, servetinin büyük bölümünü hayırseverlik için harcadı. Kendisini kovan okul dahil birçok okulda burslu çocuk okuttu. Yüzlerce genci evlendirdi, yoksullara Türk, Ermeni, Kürt, Roman ayrımı yapmadan yardım etti. Geçmişiyle böyle hesaplaştı. İçindeki kötüyü değil, iyiyi büyütmeyi seçti.
Ben bunun babama dair bir özellik olduğunu düşünmüyorum. Bu toprakların derin vicdanında bu hikmet vardır. Bunu sadece babamda değil, değişik millet ve dinlerden birçok güzel insanda müşahede ettim çünkü. Kötüler cazgırdır ve sükseleri çoktur. Kafa kesenleri herkes konuşur ama iyilik derinden, tevazuyla işler. Dünya, iyi ve kötülerin mücadele alanıdır. İyi ve kötü kümeleri her saniye değişir. Bu mücadelede çok iyi durumda olunmadığı ortadadır; ama bu her gün dünyada iyiliğin artması için mücadele eden milyonları, milyarları yok saymamızı gerektirmez. 20. Yüzyıl tüm dünya tarihinin toplamından daha fazla şiddet ve haksızlığa tanık olurken, paradoksal biçimde toplam tarih içinde ilerlemenin en fazla sağlandığı da bir dönemdir. 20. Yüzyıl kadar insanın ikili yapısını yansıtan başka bir yüzyıl daha yoktur.
Toplum ve devlet tek tek bireylerden ve ailelerden oluşuyor. Akıllı bir devlet, insanların hayat kalitesini yükseltmenin, onurlu ve en azından asgari hayatta kalma imkanlarını sağlamanın, hayallerini deneme şansı vermenin negatif eğilimleri azaltacağını, mutlu ve huzurlu insanların o ülkeyi çok daha ileriye taşıyacağını bilir. İnsanların sürekli olarak babamın ikileminde yaşatılmaması gerekir. Doğru, kişi seçimlerinden sorumludur ama, insan çevre şartlarından bağımsız düşünülemez.
Bireyin ve ailenin de hakikat ile ilişki kurmakta ciddi sorumlulukları bulunmaktadır. Sanıldığının aksine, mutlu çocuklar yetiştirmenin birinci şartı maddiyat değil, sevgide zenginliktir. Hayatın zorlukları karşısında aslında çok donanımlıyız ve gerekçelerimizin çoğu sahtekarcadır. Benim çocukluğumdan aklımda kalan annemin ve babamın beni ne kadar çok sevdikleri ve manevi fedakarlıklarıdır; her ağladığımda aldıkları ıvır ve zıvırlar değil.
Görüldüğü gibi toplum, birey, aile ve devlet tavırlarının oluşturduğu küvözde meydana geliyor. Toplumu planlamanın öznesi yapmadan, ona bir mühendislik malzemesi olarak bakmadan, sadece insanların önünü açmak, hem ebeveynlerin, hem de devletin görevi olmalıdır, daha fazlası değil. Gerisini insanlar hallederler.
Ben Türkiye'nin böyle olumlu bir döneme girdiğini düşünüyorum. Sadece devletin vatandaşa bakış açısının değil, bireyin de kendisine bakış açısının değiştiği, cemaat ve ailelerin otoriterlik şablonundan çıkmaya meyyal olduğu bir dönemdeyiz. Bir şeyler zamanla değişmez, bir şeyler zihniyet değiştiği için değişir. Hayatın birçok hakikat parçası üzerinden algılandığı çoğulcu bir devlet ve birey anlayışı, bizleri daha yumuşak ve daha verimli bir hakikat fikrine ulaştıracaktır. Korkmaya gerek yok, bundan kimseye zarar gelmez; ne Müslüman Müslümanlığından olur, ne Türk Türklüğünden, ne de Kürt Kürtlüğünden...
Sadece kurduğumuz düzen ve hayat hepimize ait olur; öyle ki onu gözümüz gibi sakınır ve sahipleniriz.
Yorum Yap