- 8.09.2014 00:00
1980'li yıllarda 20. Yüzyıl için 'Fin de Siécle' başlamıştı. Yani bir dönemin sonu... Genelde geçiş dönemleri, geçen ile gelen yüzyılın son ve ilk yirmi yılını kapsıyor. Bundan sonra çağ kendi statükosunu bulmakta. Bitiş ve başlangıç aynı anda melezleşip çılgın bir hal alıyor, özellikle de sanatta. Sanat insana dair her tür semptomun ilk belirdiği alanlardan birisi çünkü.
Pax Britannica denen uzun 'barış' döneminin sonlarına doğru 20. Yüzyıl'ı karşılayanlar oldukça iyimserdi. Tabii ki burada Avrupa hakkında konuşulmaktadır. 19. Yüzyıl müthiş bir özgürlük ve ilerleme seansı halinde geçmişti ve kötümser olmak için bir gerekçe yoktu. Başka bir dev ise diğer yarı kürede dünyayı hegemo- nize etmek için son hazırlıklarını tamamlamıştı. Yani Amerika Birleşik Devletleri.
Lakin Nietzsche gibi fazla akıllı ve duyarlı birileri, yaklaşan felaketin kokusunu alıyordu. Cemaatlerin parçalandığını, bireyin evsiz kaldığını, vicdanın yerini aklın, ruhun yerini ise bürokrasinin dolduramadığını görüyordu. Dünyaya hızla bir ci- sim yaklaşıyordu ve bu sefer sadece Doğu'ya çarpmayacaktı. İşte ardından ilk büyük dünya savaşı geldi ve derken ikincisi... Demek ki 20. Yüzyıl bir yanda müthiş bilimsel ilerlemelerin, öte yandan da görülmemiş şiddetin çağı olacaktı.
Öyle de oldu.
20. Yüzyıl kendisini sürükleye sürükleye son küreselleşme çağına kadar getirdi. Ancak Nietzsche'nin tesbit ettiği sorunlar daha ağırlaşmış halde hala çözülmeyi bekliyor. Üstelik bu sorunların etkisi artık Batı dünyası ile sınırlı değil. Batı ve Doğu iç içe geçmiş durumda. Batı, göçmenler, Doğu ise kültür ve ekonomi hegemonyası üzerinden benzer sorunları bünyesine almış durumda. Mesela bizim 'laiklerimizin' durumu, o kadar da yüzeysel bir şımarıklık hali değil; Batı'nın da içinde bulunduğu bir kimlik bunalımının daha içeriksiz hali. Bir sistemi ithal ettiğinizde veya size tahakküm edildiğinde, onun içindeki yapısal virüsleri de almış oluyorsunuz.
Üstelik bu bizim sevgili 'laiklerimizle' de kısıtlı bir durum değil. Öyle olsaydı bile bize dair bir sorun olma özelliğini kaybetmeyecekti. Modernitenin ayağını basmadığı bir yer yok yeryüzünde. Buna dindarlarımız da dahil... Şu anda bir hak mücadelesi verildiği için, zaaflı noktalar geri planda kalabilir. Ancak bir süre sonra, aslında çok sağlam bildiğimiz kimliklerin bizleri artık taşımadığını fark edecek ve bu çatışmayı yaşayacağız. Çünkü varsaydığımız o kimlikler, 'laiki', 'dindarı' ve 'Ermenisiyle' son yüzyılda başka bir şey haline geldi. Değerli halleri kadar, sorun üreten sorunlu halleri de var.
'Buna nasıl engel olabiliriz' sorusu artık geçerli değil. Çünkü olmuş olan olmamış sayılamaz.
Türkiye işte bu iki büyük fay hattının tam kırıldığı yerde. Dünyada eksen çatırdar ve Pasifik kıyılarından yeniden İpek Yolu'na doğru hareketlenirken, Türkiye'de değişik bir şey oldu ve son 12 yılda gecikmiş reformları dindarlar yapmaya başladı. Dindarlar ve Kürtlerin bu hareketlenmesinin nedeni konjonktür ve son yüzyılda oyun dışı bırakılmış olmak kadar, yeni bir oyun kuracak güce sahip olmalarıydı. Önceleri adalet ve hak talebi duygusuyla başlayan süreç, bugün kendi üzerimize ve gelecek hakkında çok daha derinlikli düşünmeyi, bu tasavvura dünyanın geri kalanını da katmayı zorunlu kılıyor.
Bir yolun başında amaçlar sembolik bir değer taşır ve Kutup Yıldızı gibi gidilecek yolu kabaca gösterir. Ancak kimlik süreç içinde oluşur veya yolda başa geleceklerin öngörülemezliği bizi başka bir kişi ve toplum yapar.
Artık hiçbirimiz 2002'deki insanlar değiliz. Türkiye ve dünya da öyle... Buradaki risk, hala öyleymiş gibi davranmaya devam etmektir, çünkü olaylar çok hızlı gelişmektedir. Aslında Yeni Türkiye'de henüz hepimiz göçmen statüsündeyiz. Yeni bir ülkeye ayak bastık ve her şeyi yeniden kurmak için bunun farkında olmak gerekiyor. Eğer öyle olmazsa, yeni ülkede eski ülkeyi kurmuş olabileceğiz.
'Laikler' yeni kimliklerini tanımlarken Batılı bir paradigmayı, dindarlar kutsal kitaplarını, kimileri her ikisini, bazıları tüm bunları reddetmeyi referans alabilirler. Bazıları, 'Kadınların uluorta kahkaha atmamaları gerektiğine dair', birileri de buna karşı mücadele için dernek kurabilirler. Bunda hiçbir sorun yok.
Ancak tüm bunları özgürce yapabilmek için bile küresel ve ülkeye dair bir ortak ahlak geliştirmek durumundayız ki, birisi bir diğerini ele geçirmeye, ona tahakküm etmeye kalkışmasın. Kapımı açıp evimden, derneğimden veya ibadethanemden çıkana kadar özel, kamusal alana çıktığımda ise beni ben olarak koruyacak bir ortak ahlaka katkı vermek zorundayım.
Peki ortak ahlakı hangi malzeme ile kuracağım? Tabii ki malzemem geçmişim, değerlerim ve inançlarım üzerinden kendi hikâyemden gelecek. Kritik nokta, ortak ahlaka, adı üzerinde her kesimin kendi bagajıyla gelmesi ve zeminin müzakere ve diyalogla kurulmasıdır. Sonucu ise, diğerlerinin yanlışlarını ortaya çıkarmaktan ziyade, kendi malzememizin ne kadar kaliteli olduğu tayin edecektir. Çünkü son sözü, hayatın kendisi söyleyecektir. Ve hayat, kötü, kendisiyle çelişen malzemeyi bünyesine kabul etmez. Kötü malzeme hayata şiddet eylemselliği ile zorla monte edilir ve bu geçici, yıkıcı bir durumdur.
İşte, Yeni Türkiye'nin göçmenleri olarak bu konular üzerine düşünelim diyorum; en çok da kendi üzerimizde...
Yorum Yap