- 24.08.2014 00:00
'İnsan nasıl mutlu olur?' sorusu felsefenin de temel meselelerinden. Buna benzer birçok önemli soru var ve nedense önemli soruların matematiksel kesinlikte bir cevabı yok. Bunda bir sır olmalı. Aşağı yukarı bir çerçeve çizilse de, formül tek bir cevaba indirgenemiyor. Cevabın oralarda bir yerde olduğu seziliyor. Ama o sezgi bir kelimeye dökülemiyor. Bu yazı gibi konuyu uzatmak, olasılıkları art arda dizmek zorunda kalınıyor. Veya belki de öyle değildir, birileri bunu başarmıştır ve bundan en azından bizim haberimiz olmamıştır.
Sonuçta mutlu insanlar olduğunu biliyoruz. Demek ki bir şeyleri başarmışlar. Hz. Süleyman bu konuya hayatını adamış ve uzunca bir kitap yazmıştı. Adı 'Vaiz' diye geçer, ecnebicesi Ecclesiastes'tir. Bu kitapta uzun uzun mutluluk ve huzuru arayışını anlatır. Görkemli ve kudretli bir kral olarak her zevki, her başarıyı tatmıştır. Ama bunları sıraladıktan sonra hep aynı cümleyi kurar: 'Güneşin altında, tüm bunlar yeli elle kavramaya benziyordu.'
Geçiciliği ve insanın ölümlülüğünü kast ediyor olmalı. Öyle ya, dünyanın en büyük başarılarını ve hazlarını tatsanız da, önünde sonunda o anlar da geçiyor ve ölümlü olduğunuz gerçeği ile yüz yüze kalıyorsunuz. Hatta fazla bereketlenmiş bir yaşam, insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini arttırabilir. Bir Gazze'li her gün ölümle iç içe yaşar ve ölmek onun için bir kurtuluş olabilir. Ama bir Palm Beach mukimi zengin için öyle midir?
Bir gün çok zengin bir adam, konuk aldığı misafirine göz kamaştırıcı sarayını gezdirmeye başlamış. Odalar içinde odalar, salonlar içinde salonlar, cennet bahçesi gibi bir arazinin içinde türlü sürprizler, egzotik hayvanlar… Misafir büyülenmiş şekilde sarayın sahibine 'Ne kadar şanslısınız, çok mutlu olmalısınız' demiş. Adam cevap vermiş: 'Bir de tüm bunları bırakıp gitmek olmasa…'
Zenginlik, başarı, makam kötü şeyler değildir. Vaiz de kitabının sonunda 'En sonunda anladım ki' der, 'Bir insan için ailesi ve çocukları ile huzurla yaşamasından daha büyük mutluluk yoktur.'
Bunlar iyidir. Yoksa can sıkıntısı bir yana, ağırlık merkezimizi oluşturamaz ve amaçsızlığa savrulur gideriz. Manevi evrende yerçekimini ilke ve değerlerimiz oluşturur.
Her insan farklı, özel ve başarılı olmak ister. Bir yazımda 'Her insan kendi hayatının şampiyonu olmak zorundadır' diye bir cümle kurmuştum. Sanırım bunda da sorun yok. Çünkü hayatta yerini bulamamış, bundan ötürü büyük huzursuzluk çeken, bu huzursuzluğu da çevresine ödeten geniş bir insan kitlesi var. Yazının başında ifade ettiğim gibi mutlu olmanın dünyada yaşamış ve yaşayacak olan insan kadar förmülü var. Ama bakıyorsunuz, mutlu ve huzurlu olmanın reçetesi neredeyse bire indirgenmiş ve insanlara dayatılmış. İnsanlar bu dayatmayı içselleştirdiğinde, sorunun kendilerinde olduğunu zannediyorlar. Saçma sapan bir sürü kişisel gelişim kitabının içinde kaybolan insanlar var. Dünyaya yaklaşan bir gök taşının kendilerini almaya geldiğini düşünüp topluca intihar edenler bizlerden daha az zeki değillerdi. Dikkatli olmakta sayısız fayda var.
Evet, insan kendi hayatının şampiyonu olmak zorunda sanki. Sadece kendisi için bir reçete var ve bunu ancak kişi kendi aklı ve çabası ile bulabilir.
Birçokları da kendi hayatında şampiyon olmak yerine başkalarının hayatına girerek orada zaferler kazanmanın peşinde olabiliyorlar. Mutlu, başarılı ve huzurlu olmanın kişinin kendisiyle ilgili bir mücadele olduğunu unutup, başkalarını onların hayatına girerek yenmekte çareyi buluyorlar. Kıskançlık, tamah ve kibir böyle ortaya çıkıyor. Orada ağlayış ve diş gıcırtısı var.
İnsanlar başkalarına kötülük yapmamanın, zarar vermemenin kendi dış çevreleriyle ilgili birşey olduğunu düşünme eğilimindedir. Sorsalar böyle cevap vermezler ama böyleymiş gibi davranırlar. İnsanlar başkalarına bir kötülük ettiklerinde öncelikle kendi hayatlarını mahvederler. Bir tür lanet o anda hayatına girer insanın. Bunun ah almak kısmı ayrı, ama zaten hayat yanlış bir 'değer' üzerine oturmakla kendi trajedisini yazmıştır. O hayatta başkalarına göre başarı veya zenginlik gözükebilir; ama asla huzur ve mutluluk olmayacaktır. Kesin söylüyorum: olmayacaktır.
Kötülük edilen kişi, yani kurban iflah olur, zararını belki giderir, hatta bu onda farklı manevi kapılar bile açabilir. Ama o kişiye kötülük eden, bunun kendisi ile kurbanı üzerindeki etkisini kavrayıp bu labirentten çıkmadan –dinde tevbe– asla hayatını huzura kavuşturamaz.
O nedenle, kötülük edenler bilge kişide acıma hissi uyandırır. 'Keşke bu durumu öngörüp, yolundan çekilseydim' der. Çünkü o kişi ile arasında artık kozmik bir bağ kurulmuştur ve böyle bir bağdan pek hazzedilmez, biraz özel hayatı taciz gibidir. Ama ne ki, dünya böyle bir yerdir ve bunda da bir sır vardır.
Sonuçta, hepimiz birilerinin celladıyken, birilerinin de kurbanıyız. Kimseyi yargılayacak durumda değiliz.
Kendi derdimiz kendimize yeter.
.
Yorum Yap