- 27.04.2014 00:00
Daha önce yazmıştım ama bu anlamlı günlerde aklıma yeniden düştü. Serbestiyet'te kıymetli dostum Gürbüz Özaltınlı'nın 'Babalar ve Oğullar' yazısını bir daha okuyup sarsılınca Yeni Şafak'taki siz dostlarımla da paylaşayım istedim. Özaltınlı bu yazıyı daha önce Taraf'ta yazmıştı, 24 Nisan taziyesi ile sanırım aklına yine o yazıdaki kendi babasının hikâyesi gelmiş, küçük bir notla bir daha yayımlamıştı. Hafızalarımız nasıl da benzer çalışıyor. Bir kırılma yaşadığımızda, duygularımız ve aklımız bizi mazimize götürüyor ve onu yeniden kurmaya çağırıyor bizi. Çünkü biz tüm Türkiyelilerin, Osmanlıların geçmişinde birçok söylenmemişler, dile gelmemişler, sırlar ve acılar var.
Türkiye Ermenileri olarak bizler ilk defa Başbakan'ın herkesi açığa düşüren tarihi sürprizi ile bu 24 Nisan'da 1915 kayıplarımız için ayin-i ruhani gerçekleştirdik. Meryem Ana Patriklik Kilisesi'nde, bir yüzyıla yakındır ilk defa, korkmadan, devletin bizleri tehdit etmek yerine arkamızda olduğu ve acılarımızın saygı görmeye başladığı hissiyle kayıplarımızın ruhlarının rahata ermesi için dua ettik. Sayın Başbakan'ın 'Ateş düştüğü yeri yakar' cümlesiyle mükemmel şekilde özetlenebilecek bu toprakların acısından doğmuş taziyesi ve Patrikliğin 'Bu taziyeyi sevgiyle kabul ediyoruz' mesajı kilisede Türkçe okundu. Verilen vaaz da çok anlamlıydı. 'Hatırlayalım ki, unutabilelim' diyordu kıymetli Vaiz Episkopos Sahag Maşalyan.
Hikâyeme döneyim… Babam Aram Esayan'ın Dolapdere-Yenişehir'de büyük bir dükkânı vardı. Giyimden beyaz eşyaya, kumaştan tüpgaza kadar her şeyin satıldığı bir dükkân. İşleri de fena sayılmazdı. Kasımpaşa'dan Şişli'ye tüm tüp dağıtımını biz yapardık. Bir gün kendisine babamın da memleketi olan Sivas'tan bir adam gelmiş. Ailesine bakmak için gurbete çıkmış, bu semtte düşmüş. Parasız kalıp sokakta yatacak duruma gelince kendisine babama gitmesini, fakir babası olduğunu söylemişler. Babam da onu hemen işe almış. Tüp dağıtım bölümünde çalışacakmış. Bölümün şefine onu emanet etmiş, kendisine bir bekâr evi tutmuş, dayayıp döşemiş.
Adamcağız güzel güzel çalışırken acı tablo ile karşılaşması uzun sürmemiş. Tüp bölümünün şefi ve diğer eleman, dağıttıkları tüplerden para aşırıyor, dükkândan da malzeme çalıyorlarmış. Mecburen kendisini de ortak etmek istemişler. Adam önce reddetmiş, güzel bir dayak bile yemiş, sonra vicdanı ile işini kaybetmek arasında kalarak o da 'ganimetten' kendisine düşen payı almaya mecbur kalmış.
Ancak babamın kendisine gösterdiği dostluk karşısında bu vicdanlı Anadolu çocuğu daha fazla dayanamamış. Mahcup olduğu için de gerçeği gizleyerek babama memlekete dönmek istediğini söylemiş. Babam 'Neden' diye sorunca 'Karımın, çocuklarımın hasretine dayanamıyorum' demiş. Babam da 'Haklısın, neden akıl etmedik, onları da İstanbul'a getirelim, geniş bir ev tutalım' demiş. Lakin adamcağız bin bir dereden su getirip babamı ikna etmiş ve Sivas'a dönmüş.
Ben bu hikâyeyi nereden mi biliyorum? Babam 1995 yılının kasımında vefat etti. Birkaç yıl sonra köylü giyimli bir kişi bizim dükkâna geldi. Ben daha o dönem ne AGOS'ta yazıyorum, ne de siyasetle uğraşıyorum. Adam babamı soruyor, ben de 'Öldü' demeyi sevmediğim için 'Yok burada' diyorum. Ama adam çok ısrarcı, illa onu görmek istiyor. Baktım olmuyor, 'Babam öldü, ben oğluyum' diyorum. Adam yerine çöküyor, birden yaşlanıyor sanki. 'Ne oldu!' diyorum endişeyle. 'O zaman bu meseleyi seninle halledeceğiz' diyor ve bu hikâyeyi daha geniş tafsilatla bana anlatmaya başlıyor…
Tabii acısı henüz taze olan ben derinden sarsıldım. Ama adam durmadı. Cebinden bir kâğıt çıkardı. 'Bu meseleyi seninle halledeceğiz o zaman' dedi. Listeyi bana uzattı. Zimmetine geçen hatırlayabildiği kalemleri alt alta sıralamış, kalemlerin altını çizerek toplam bedelini kargacık burgacık harflerle yazmıştı. Cebine davrandı. Ben de adamın eline davrandım. 'Dur, yapma!' dedim. 'Buna hiç gerek yok, bu yaptığın çok daha değerli, üzerinden çeyrek asır geçmiş, helalleştik işte, helal olsun' dedim.
Tabii bir 'gâvur' olarak İslami kuralları o kadar bilmiyorum. Sanırım bu kul hakkının mutlaka iade edilmesi gerekiyormuş. Ben iyiniyetle almamakta ısrar edince adam şöyle dedi.
'Bak kardeş, benim o günden beri iki yakam biraraya gelmedi. Yıllarca köyün en fakiri olarak yarı aç yarı tok yaşadık ailemle. Bana bu iyiliği yap…'
O kadar üzüldüm ki! 'Neden babama anlatmadın, bunca yılını neden bu yükle geçirdin? Niye bu haksızlığı kendine yaptın? Babam anlardı, böyle şeylere alışık, seni de iyi tanıyormuş' dedim. Adam, 'O zaman cesaret edemedim, sonra da İstanbul'a gelecek parayı hiç bulamadım. İstanbul'da emmim öldü, para gönderdiler şimdi de öyle gelebildim' dedi.
Ben de bir formül buldum. 'Köyüne dönünce, bu miktarla babamın ruhu için yoksullara bir can yemeği ver, mevlüt okut, artarsa fakir çocuklara giysi, ayakkabı al' dedim. Aklına yattı. Mutlaka yapmıştır. Kendisinden fakir birilerini köyünde bulmak zor olsa da…
İşte ben bu vicdana güvendim hep. O vicdan, en karanlık günlerimizde bile hep yanımızda bizi aydınlatıyordu çünkü.
Yorum Yap