- 24.02.2014 00:00
Türkiye eski kalıplarından sıyrıldıkça, eskinin üzerine cila çektiği pek çok yapı kökten sarsılıyor. Tabandan başlayıp tepeye ulaşan bir sarsılma, yüzleşme ve dönüşme sarmalında 'yeni' inşa edilmeye çalışılıyor. Değişim kesintisiz yaşanan bir dinamik ama, tıpkı fay hatlarına zaman zarfında yüklenen enerjinin bir noktada depreme yol açması gibi, o tarihi an geldiğinde statüko değişiyor. Yeni düzen önce söylem ve ahlak üstünlüğünü, sonra ise paradigmayı ele geçiriyor.
Devlet ve siyaset gibi, medya, akademi ve 'aydın' müesseseleri de bu kurala tabi şüphesiz.
Normalde değişim kuramını aydınların formüle etmesi, bu şekilde topluma 'çobanlık' yapmaları beklenir. Bu kalıp da artık geçerli olmayan modernist bir ezberden başka bir şey değil oysa. Nitekim Türkiye'de son 12 yılda daha farklı bir süreç yaşandı. Bizim aydın tipimiz sınıfsal laikçi-kemalist eşiğine değin halkla beraber yol aldıktan sonra ciddi bir bunalıma girdi.
Özellikle Gezi krizinden sonra bu aydın desteğinin şartlı bir destek olduğu, toplumla birlikte öğrenen ve anlamaya çalışan değil, topluma mürebbiyelik etmeye alışık bir aydın tipolojisi ile karşı karşıya kalındığı görüldü. Kemalist toplum mühendisliği projesinin çok da dışına çıkamamış aydın tipi, halkın Erdoğan'ın şahsında reşitliğini ilan ettiği noktada kısa devre yaşamaya başladı. Erdoğan'ın hiyerarşik bir bilenler topluluğunu ve vesayeti kabul etmeyen tarzı, Türkiye'nin 27 Nisan muhtırasından sonra ilk kez geldiği değişim sularında yeni siyaset ve hareket tarzlarıyla ilerlemesi, arkaik aydın tipini krize soktu.
Erdoğan'ın kişisel çekişmelerden ziyade, 'aydınlardan artık öğrenemiyor' hale gelinmesine bir cevap olarak köprüleri attığı üzerine ise doğal olarak kafa yorulmadı. Aydınların gösterişli kılıflara soktuğu statüko tekliflerini 'yutmayacak' bir zeka ile karşı karşıya olunduğu ise, dindarlara yönelik sınıfsal körlük ve kibir sayesinde ıskalandı.
Bu nedenle, bir paratoner gibi tüm tepkileri üzerine çeken Erdoğan'ı, kendi köhne şablonları içine çekmeye ve onunla kendi alanlarında mücadele etmeye kalktılar. Oysa Erdoğan artık başka ve yeni bir yerde olunduğunun farkındaydı. Aydınlar oyunu kendi sahalarında kurduklarını düşünürken, aslında Erdoğan'ın sahasında olduklarını fark edemediler ve yenildiler. Gerçeklikle bağlarının zayıflaması böyle bir zaaf yaratmıştı. Erdoğan, kendisine fırlatılan 'diktatör', 'Hitler' gibi yaftaları, aydınların halkla yabancılaşmasının ve koflaşmanın bir itirafına tercüme edip kendilerine bumerang gibi iade ediyordu.
Gezi krizi ve 17-25 Aralık operasyonlarında beklenen sonucun alınamaması, aydınların Erdoğan'a yönelttikleri sınıfsal kibri ve reddedişi, -hele Kürtleri de kaybettikten sonra- yeniden halka yöneltmeleri sonucunu doğurdu. Bunun nedeni, halkın Erdoğan'a değil, kendilerine ihanet etmiş olmasıydı. Böyle olunca, halk bu 'demokrat aydınların' nezdinde yeniden yontulmamış, ilkel, göbeğini kaşıyan yığınlar mertebesine dönmüş oldu. Belki de onların nezdinde hiçbir zaman gerçekte saygın bir yerde olmamışlardı.
Murat Belge dünkü yazısında bu 'yeni' eğilimin trajik bir paragrafını şöyle yazdı.
'Bilinçlenme düzeyinin dereceleri var. En büyük kalabalıkları, en az yontulmuş düzeyde buluyorsunuz. Modern dünya hâlâ 'kitle' ve 'nitelik' kavramları arasında köprü kurmanın yolunu bulamadı (belki de aramadı). Başbakan şimdi en yontulmamış kesime hitap ediyor, o kesimi ajite etmeye çalışıyor. Bu yöntemle o düzeyde yaratacağı kolektif enerjinin daha üst bilinçlilik düzeylerine varmış bireyleri de bağlayacağını, bu zorunlu ve zorlu varkalma savaşının neferleri haline getireceğini umuyor.' (Taş niçin kaba, Taraf, 23.02.2014.)
Bu satırlar bir lapsus değil; bu tür aydının sorunlu özünü ima ediyor.
Buna benzer bir formülasyonu, Gezi krizinde Nilüfer Göle 'Meydan-Sokak' analojisi üzerinden yapmış, Kazlıçeşme ile Taksim Meydanı arasında bir hiyerarşi kurmuştu. Göle'ye göre Taksim'de özgür, eğitimli, kişilikli bireyler varken, Kazlıçeşme'de bir liderin peşinden giden güdülü tekinsiz yığınlar söz konusuydu.
Bu aydınların açık bir darbe girişimini 'analizlerine' katmıyor oluşu, bu darbe girişimlerini görmüyor olmaları anlamına gelmiyor. Gülen Cemaati elitinin dindar kimliği ile aynı ittifakta yer alması bir süre daha yürek soğutmalarına yol açabilir. Ancak, bu ve buna benzer paragraflar, bu aydın tipinin sahneden çekiliyor oluşunun hazin ilanı anlamına geliyor.
21. Yüzyıl, içindeki 20. Yüzyıl'ın adaptasyon güçlüğü çeken ölü öğelerini artık tasfiye ediyor. Ve bunu bizzat kendilerine kendi elleriyle yaptırıyor.
Hep öyle olmaz mı zaten?
Yorum Yap