- 21.12.2013 00:00
28 Şubat post modern darbesini x-y-z kuşağı pek hatırlamaz ama, bizim kuşak ve üstü gayet iyi bilir. İnsanlık ilerliyor, hukuk ve demokrasi gelişiyor ve artık öyle tankla tüfekle, sokaklara askerleri salarak yapılan konvansiyonel darbeler çok ayıplanıyordu. Ne de olsa Soğuk Savaş bitmiş, SSCB ve Berlin Duvarı yıkılmıştı.
Ancak, “pre-coldwar” argümanları hala işlevseldi. Mesela “irtica tehdidi” gibi… İş sadece, sentetik tehdidi siyasetin boğazını sıkmak için işlevselleştirmeye kalıyordu. Bu hem daha ucuz, hem daha meşru, hem daha şıktı.
Şeyhler kiralayarak, tarikatların gizli kamerayla çekilmiş görüntülerini 24 saat yayınlayarak, hocaların Erbakan’ı ziyaret etmesinden bir Mefistofeles-Faust hikâyesi çıkararak, ama en çok da, aynı bugün olduğu gibi, medya üzerinden siyasilere ve siyaseti savunan kim varsa karakter suikastı yapılarak “şartlar olgunlaştırıldı.”
Tereyağdan kıl çeker gibi kolay olmuştu.
Eski Taraf zamanında Neşe Düzel’e röportaj veren bugünün öfkeli muhalifi Cengiz Çandar bizzat ilk elden dinlediği ABD’deki darbe mesaisini anlatmıştı:
“1999-2000 yıllarında Amerika’daydım. Türkiye’yle ilgili müşterek bir kitap yazımı projesine katıldım. Kitabın çeşitli bölümlerinin yazarları toplantı yapıyoruz. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz kitabın editörü. İsrail lobisinin düşünce kuruluşu Washington Institute’ın Türkiye bölümünün başında olan Alan Makovsky de toplantıda. Makovsky sık sık Ankara’ya gider gelir, Genelkurmay’a girer çıkardı. Kahve molasında Makovsky, Abramowitz’e ‘Sen yedinci kattaki toplantıda niye yoktun’ diye sordu. Ben ‘ne toplantısı’ diye merak ettim. Meğer 12 Mart 1997′nin cumartesi günü Washington’da dönemin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın çağrısı üzerine Bakanlık binasının yedinci katında Türkiye ile ilgili bir toplantı yapılmış. Bu toplantı, 28 Şubat kararlarının alındığı MGK toplantısından hemen iki hafta sonra düzenlenmiş. Hatırlayın… Refah-Yol, haziranda iktidardan gitti. Bernard Lewis, Paul Wolfowitz, Richard Perle hepsi toplantıdaymış. Türkiye’ye ilişkin olarak ne yapılmalı, o toplantıda konuşulmuş. O toplantıdan çıkan genel eğilim, ‘doğrudan askerî bir darbe olmadan bu hükümet gitmeli’ olmuş.”
Ağzına sağlık Cengiz Çandar. Ne iyi ki böyle hafızası kuvvetli yazarlarımız var da, bu şablonu bugüne uygulananla mukayese edebiliyoruz.
“Doğrudan askeri bir darbe olmadan bu hükümet gitmeli.”
Neyse…
İnsanlık ilerlemesine, demokrasi olgunlaşmasına şüphesiz devam etmekteydi. 1997’den beri dünya da, Türkiye de pek değişmiş, darbe mevsimlerinde kayma, tehdit çeşitlerinde değişiklik olmuştu. Artık kimseyi irtica tehlikesi ile bir darbeye ikna etmek kolay değildi. Hoş, sinirli “liberallerimizin” “Yaşam biçimleri tehlikede” yaygarası etkili olmuş gibiydi ama, yeterli gelmemişti. Seçkin akademisyenlerimiz ise Gezi’ye kadar iyi kötü direnmiş, genç tribünlerin önünde andropozun verdiği şevkle lastik patlatmışlardı. Sol mu? Gerçekten sol hakkında laf etmeye değer mi sizce? Onlar Yıldıray Oğur’un dediği gibi 1071’den beri hiçbir olaya müdahale etmiyorlar. “Yiyin birbirinizi” pozisyonu ile darbecilere meze olmadıkları bir dönem olsun, Marx’ın mezarına yalınayak yürüyerek gideceğim. Das Kapital’in yayınlandığı ilk üç gün hariç tabii.
Şimdi incelikler, dantel dantel darbeyi örme zamanları. Öyle bir şey olsun ki, onun meşruiyeti üzerinden – ve tabii ki kasetler, şantajların yardımıyla da- tüm sesler bastırılsın ve siyaset arada güme gitsin. Kim yolsuzluklar için “Varsın olsun, yeter ki yeni bir vesayetin önü açılmasın” diyebilir ki! Tartışmayı ısrarla bu dikotomi içinde işlevselleştirme çabası had safhada. Sanki ikisini de aynı anda reddederek farklı bir şey söylemek mümkün değilmiş gibi.
Tabii, darbeye maruz kalan hükümetin büyük sorumlulukları var. Yolsuzluk iddialarının üzerinin kapatılacağı kampanyasını boşa çıkarmak iktidara düşüyor. Bir yandan partinin dengesini korumak, gardı düşürmemek, bir yandan da varsa kirden pastan temizlendiğini kamuoyuna kanıtlamak durumunda. Bu çok ağır bir darbe. 28 Şubat’takinden farklı olarak kurnaz bir meşruiyet planı üzerine kurulmuş. Halk yolsuzluklara karşı çok duyarlı. Üstelik, AK Parti’nin en büyük iddiasına yapılan bir hamle bu; yani temiz bir hareket olduğuna.
Hükümet, 7 Şubat’tan beri gelen sürecin ağır çekim bir darbe olduğunu nihayet görmüş vaziyette. MİT, Gezi Volume 2 ve son operasyona bu kadar hazırlıksız yakalanmış olmanın muhasebesi iyi yapılır umarım. Çünkü hamleler, zamanlaması ve gelecek tepkilerin bertaraf edilmesi üzerinden çok iyi hesaplanmış gözüküyor. Hükümet ise, Arınç’ın “Bunu da saflığımıza verin” sözündeki kadar naif duruyor. Bizler saflığa veririz de, atı alan Üsküdar’ı geçmesin.
O nedenle, açılan bu savaşı müdafaada kalarak değil, ama her adımın sonrasını hesap ederek ve hukuk içinde kalarak kazanmak mümkün. Aceleyle veya öfkeyle yapılan her hamle, ilk gün yürek soğutur, sonra pahalıya mal olur.
Post postmodern darbe günlerindeyiz. Bunun adı darbe. Bu hükümet veya Erdoğan’dan önce, bizlerin iradesine bir tehdit. Bunun kazananı olmaz, orta vadede halk yine rayından çıkan düzeni yerine oturtur ama, bu arada PKK ile yeniden başlayan savaş çok can yakar ve tarihin bu özel anında Türkiye’nin ucundan tuttuğu tüm fırsatlar kaçar.
Zaten bu operasyonun da amacı bu.
Yorum Yap