- 9.12.2013 00:00
Türkiye çok ilginç ve çok sert bir virajdan geçiyor. Herkes tedirgin, kafalar karışık. Çünkü algılarımız, aklımız ve vicdanlarımız üzerinden büyük bir mücadele veriliyor. Bu mücadele, en mahrem alanlarımızın içine kadar girdi. Gözlemlediğim kadarıyla çoğu insan siyasette yaşanan kavgaları kendi içine ilk kez bu kadar derinden taşıdı veya buna mecbur kaldı. Vesayet kabul etmeyen özgür düşünceye ve temiz bir vicdana en çok ihtiyacımız olduğu zamanlardayız. Olan biten şeyler hakkında 'bana ne' deme lüksü sıfırlanmış gibi. Tarih bu günleri 'olağanüstü' zamanlar olarak yazacak. Dolayısıyla, nerede durduğumuzdan, nasıl tavır ve fikirler ürettiğimizden, ama daha da önemlisi içselleştirdiğimiz vesayetlerden hiç olmadığımız kadar sorumluyuz.
Bir demokrat, iyi bir mümin veya adil olmaya çalışan bir insan nasıl davranmalıdır, nasıl davranmamalıdır? Bu soru kişinin kendini bağladığı ilkelerde ne kadar derinleştiği, kendine karşı samimiyeti ve bunlara ne kadar emek vererek 'kendisinin kıldığı' ile orantılı bir cevabı ima ediyor. Çünkü algılarımızın ve düşüncemizin sağlığından biz sorumluyuz. Tabii ki hata yapacağız, ama hayatın bütün olarak bir hatanın üzerine kurulması da kabul edilemez. Düşünce ve algı bozukluğu, ilk düğmenin yanlış iliklenmesi gibi, silsile halinde baştan sona devam eden bir savrulmayı bizlere adil bir süreç olarak algılatabilir.
Totaliter rejimler, bizim adımıza ürettiği bilgiyi hiç sorgulamadan alıp kullanmamızı ister. Tüm düzenekler cebir ve teşvikler üzerinden bunu bize dayatır. Bizler totaliter bir ülkede 80 yıldır güdülendik. Kimyamızla, sosyal genlerimizle, vicdan ve gerçeklerimizle oynandı. Düşünce sistematiğimizde sorunlar olmaması mümkün değil. Son 11 yıldır da, daha açık ve nispeten özgür bir 'unlearning', yani öğrendiklerimizi yeniden sorguladığımız bir 'yapı-tarih söküm' süreci içindeyiz. Aslolarak, siyaset ve halktaki bu 'yeniden öğrenme ve yanlışı reddetme' dinamizmi ile köklü değişimler yaşıyoruz.
Ancak, algı ve bilgi dayatması sadece açık bir faşist rejimi ve onun cebri yöntemleri ile yaşanmıyor. Hele postmodern dönemlerde, eski stratejiler deşifre olduğu için, çok daha incelikli algı ve bilgi havuzlarının içine taşınıyoruz. Bizi, zamansızlığımızdan, ihtiyaçlarımızdan, korkularımız ve zaaflarımızdan yakalayan komutlar bombardımanı altındayız. Sabrımız ve tahammülümüz çok az, hayat zor ve hızlı... O nedenle, vesayetini kabul ettiğimiz 'güvenilir' kişi ve merkezlerin ürettiği düşünceleri alarak bizimmiş gibi kullanıyoruz. Lakin o 'güvenilir olma' bilgisinin kendisinin de, yine bize dayatılmış, bizce sorgulanmamış olması yüksek olasılık. Böyle hazır gıdalar gibi alıp tükettiğimiz düşüncelerin çoğu da, kimsenin itiraz edemeyeceği barış, adalet, özgürlük, muhalefet etme kavramlarının parlak ambalajlarına sahip. Acı bir ilacı, meyve suyunun içine katıştırıp hastaya içirmek gibi.
Sorun şu, bu büyük bir güç ve bizim adımıza, bizden birey birey toplanarak bir merkezde toplanıp, sonra da kullanılıyor. Bu her darbe döneminde, ama özellikle 28 Şubat'ta böyle oldu. Kimse o dönem de, 'Bizim asıl derdimiz iktidarı, bürokrasiyi ve ekonomiyi kendi tekelimizde tutmak, bunun savaşını veriyoruz' demiyordu tabii. Erbakan ve dindarlar, medyanın algı yaratma gücü kullanılarak şeytanlaştırılmış, ardından 'meşru' bir hal etme süreci gelişmişti. Bugün hala nasıl olup da insan yüzüne çıktıklarını anlayamadığım ve hala medyada 'itibarlı, demokrat, özgürlükçü' sayılan yazar ve yayın yönetmenleri, o gün de Erbakan'ı, 2002'de Ecevit'i -sağlık nedeni uydurmasıyla- 'kişilik suikastları ile şeytanlaştırdılar, yalnızlaştırdılar.
Ondan sonra sadece tabureyi itmek kaldı.
İşte bunun suç ortaklarından biri de bizleriz. Bir kurala tabiyseniz, kuralı bilmemek özür değildir. Düşünceden, bilgilerden, haberlerden kendi özgün düşüncemizi üretmediğimiz, onlara emek vermediğimiz için 28 Şubat gibi müdahalelerden bizler de payımız kadar sorumluyuz. Evet, o günlerde bilgiye ulaşma ve bilgi kaynağı çeşitliliği konusunda ciddi bir darlık vardı. Peki, oyunu görenler bunu nasıl başarıyorlardı? Demek ki her zaman bu mümkündü. Üstelik internet çağında, son 11 yılın bizlere gösterdiği deşifre olmuş stratejilerin ışığında, bugün artık hiçbir gerekçemiz de yok. Hiç olmadığı kadar seçimlerimizden, algılarımızdan sorumluyuz.
Hasılı, mesele siyasetle değil, aslında bizimle ilgili. Alınan bizden alınacak, kaybeden siyasetten çok bizler olacağız.
Yorum Yap