- 19.11.2012 00:00
Sevinmemek elde mi? Yüzlerce kişinin her an ölüme yaklaştığı ve her an zincirleme ölüm haberlerini duymayı beklediğimiz anda sahneye “Deus ex machina” olarak Öcalan indi ve sorunu bir cümlesi ile çözdü. Gülelim mi, ağlayalım mı bu hâlimize, yoksa insanların ölmesi engellendiği için her hâlükârda şükür mü edelim? Gelin hepsini birarada yapmaya ve anlamaya çalışalım.
Açlık grevlerine katılanlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıydı. Biliyorum bunu bazıları için kabul etmek zor ama, onlar PKK’lı da olsa, hatta aralarında insan canı almış olanlar da olsa bizimle en azından kâğıt üzerinde eşit vatandaşlar. Suç işlemiş ve cezalarını çekiyor olmaları, vatandaşlık ve insan hakları listesinden düştükleri anlamına gelmiyor. Yani onlar, insanaltı varlıklar değil. Bu nedenle onların yaşamasını sağlamak, bu krizin ilk maddesi olmalıydı. Bu ne derece oldu, yorumu size bırakıyorum. Ancak burada Başbakan’ın “sahneden seyircilere urgan fırlattığı” tüm performansına rağmen, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve sanırım MİT’in krizin çözülmesinde önemli katkıları oldu.
Bana görünen tablo şu: hükümet bu krizi başarılı biçimde yönetemedi. Ama nasıl? Başbakan’ın savrukluğu bir tarafa, bu savrukluğun nedeni aslında krizin zaten çıkmasının öngörülmemiş ve bu “şantaj”ın gelmesinin engellenmemiş olunmasıydı. Kriz çıktıktan sonra kendi kendini köşeye sıkıştıran hükümetin başka türlüsünü yapması pek beklenemezdi. Bu şu demek; Kürt vatandaşların hak taleplerinde AK Parti’nin “zamana hükmeden” tavrı, pragmatizmi ve yavaşlığı devam ettikçe, hükümet sık sık bu tür krizlerle karşı karşıya kalacak. Hele hele 2014’e kadar böyle idare edilmesi planlanıyorsa, sadece Kürt ve PKK konularında değil, dış politika dâhil birçok konuda “şantajvari” darboğazların içinde bulacak Türkiye kendisini. Böyle durumda hükümetin (Başbakan’ın) nasıl davrandığı ortada. Çaresizlik öfke ve sertliği getirir. Demek ki önceden şapkayı öne alıp düşünmek gerekiyor.
Peki, bu açlık grevlerinin siyasete, Kürt ve PKK konusuna yansıması nasıl oldu? Sanırım kimsenin Silvan saldırısı ile siyasi suikasta uğrayan Öcalan’ın en kazançlı taraf olduğu konusunda bir şüphesi yoktur. Taraf’ı “Öcalan’ı destekliyor” diye itibarsızlaştırmaya çalışanlar, bu krizi çözmesi için Öcalan’ın kapısında kuyruk olanları nasıl değerlendirdiklerini de merak ediyorum doğrusu. Ama hadi konuyu kişiselleştirmeyelim. Amacımız üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil.
PKK’nın bu işten, Öcalan itibar kazandığı için en azından şahinler bağlamında zararlı çıktığı iddiası ise bence doğru değil. PKK siyaseti kilitleyerek güç gösterisi yaptı. Örgütün gücünden kastım da tabii ki siyasetin beceriksizliği ve işlevsizliğinden kaynaklanıyor. Hadi geçmişe sünger çekelim. Ama bu ülkede 12 Eylül 2010 referandumundan beri, sadece Kürt ve PKK konusu değil, devlet aparatının demokratikleştirilmesi, yeni anayasa ve tüm reformların yapılması önünde hiçbir engel yoktu. İki koca seneden bahsediyoruz, şaka değil.
Bir evvelki yazımda sordum, sordum çünkü merak ediyorum. Bu deneyimlerden ders çıkarıyor muyuz, yoksa hâlâ kendimizi hatasız mı görüyoruz? Belli ki barışı arzuluyor, ama barışı kendi tarifimizle istiyorduk. Burada bir yöntem-amaç ortaklaşması ilk açılım süresince olamadı. Bundan sonra olabilir mi? Devlet içinde şu müzakereci-güvenlikçi saçmalığı sona erer mi? Bu işin ne Kandil’in CEO’larını ikna etmekle, ne de ölümüne savaşmakla tek başına çözülebileceği, güven tesisinin ne kadar önemli olduğun, Kürt vatandaşların haklarını elde koz olarak tutmanın nasıl geri teptiği anlaşılıp, daha bütünlüklü, daha ciddi, daha zeki ve insancıl bir çalışma yapılacak mı?
Merkel’in yüzüne anadil ve Türk kalma hakkını, Mursi’nin yanında Filistinlilerin yaşam hakkını en ateşli cümlelerle telaffuz eden bir başbakanın ülkesinde, hâlâ Türklerle eşit olmayan, acı çeken topluluklar olduğu çelişkisini sıyırıp atabilecek bir irade oluşabilecek mi?
Bu krizde, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’ndan da duygusal cümleler dışında bir şey göremedik. Kılıçdaroğlu, “Elimizi taşın altına koyarız, analar ağlamasın diye üzerimize düşeni yapmadık, artık yapalım” derken herhalde samimi. Ama yapamıyor oluşunun altında, tabanına ve partideki ulusalcı çizgiye rağmen bunu söylüyor olması var. Yani aslında murad ettiği ama yapmaya gücünün olmadığı bir şeyi söylüyor. Bu da Türkiye siyasetinin en büyük şanssızlıklarından biri. CHP bugünün gerçeklerini mihenk taşına vurduğunuzda yok hükmünde bir anamuhalefet partisi. Ne yazık! Cezasını hep birlikte çekiyoruz.
Kürt ve PKK konusu, AK Parti’nin tek başına altından kalkabileceği bir sorun değil. Başbakan bu noktada açılımın başındaki özgüvenini kaybetmiş durumda. Ama bu zaten mümkün değildi. Açılım sürecinde yaşanacak provokasyon, siyasi yalnızlık ve sabotajlar tahmin edilerek daha ciddi bir hazırlık yapılmalıydı. Bu mesele kervan yolda düzülür mantığının asla çalışmayacağı kadar ciddi ve kompleks. Sanırım Uludere’de bu görülmüş olmalı.
Cehennemden cennete yine ışık hızıyla geçtik. Biraz sevinmiştik ki, Şemdinli’de beş askerin öldüğü haberini aldık dün. Yarın ne olacağını ise bilemiyoruz. Böyle yaşamak çok yorucu.
mesayan@markaresayan.com
Yorum Yap