- 18.11.2012 00:00
Sizde nasıl oldu bilmiyorum; ileriye doğru attığım her adımın faydasını gördüm. Şaşıracaksınız ama, yanlış adımların, sonu kötü gelenlerin dahi, sonrasında bana kattığı çok şey oldu. Kötü iyiye döndü. Ama durup beklemenin hiçbir faydasını göremedim.
Hayatın başında, içine doğduğum ülkenin olumsuz şartları ile de ilgili olsa gerek, bu hayatın çok zor geçeceğini düşünmüştüm. Hangi büyüğümle konuşsam, bana hayatın ne kadar acımasız ve insanların ne kadar güvenilmez olduğundan bahsediyordu. Özel konuşmalarda ise kadınların aslında en iyisinin bile bir şeytan olduğu tenbihlenirdi. Bir kadınla “doğru” bir ilişki kurmak isteyen erkek önce onu “etkisiz” hâle getirmeliydi. Kadına güvenmemek ilişkinin temeli, bu alışverişin patronu da erkek olmalıydı. Etkisiz hâle getirilmemiş bir kadının bir erkeği mahvetmemesi mümkün değildi. En iyisi bile olsa, doğaları gereği fırsatını ilk bulduklarında bunu yapacaklardı.
Sonra dostlar vardı... Dostluk, güven, paylaşmak iyiydi, hem ne de olsa bir kâğıda imza atılmıyor ve kurtulmak çok kolay. Ama iyi bir dost bulmak çok ender başa gelen bir şeydi. Bir başka büyüğüm ise etrafta çok büyüğünüz olması iyi mi kötü mü bilemedim şöyle demişti: “Eğer hayatın boyunca bir dost edinirsen çok şanslısın. İki dost edinen Allah’ın sevgili kuludur. Üç dost edinen ise bir mucize yaşamıştır. Ama ‘dört tane dostum var’ diyen kişinin mahvoluşu yakındır; çünkü bu mümkün değildir.”
Çok havalı cümleler değil mi?
Hani iş ilişkilerini, rekabeti ve bunun keskinliğini anlıyordum da; bu kadın, dost meselesinde içime sinmeyen bir şeyler kalıyordu hep. O yaşta sadece sorular sorabiliyordum. Sıfır model bir çocuk olarak tecrübesizliğimi yaşlı büyüklerin tecrübeleri ile gidermenin en zayıf tarafıydı bu. Ama aklım ve içgüdülerim, bu anlatılanların resmin bir parçası olabileceğini söylüyordu bana; eksik bir şey vardı, ama anlamlandıramıyordum.
Büyüklerimin çizdikleri bu tablodan “Yahu, ne menem bir yere düştük?” diye tasalandığım olmadı değil. Evet, anladığım kadarıyla bu yetmiş seksen yıl (ailemde ortalama bu) pek zor ve keyifsiz geçecekti. İyi hazırlanmalıydım. Çok keyifli bir durum değil tabii.
42 yıl yaşadım. Yine bazı büyüklerim bu kadarlık yaşı hiç yeterli görmüyor ve tebessüm ediyorlar bana. Bana yeni doğmuşum gibi şefkatle bakıyorlar. Bu hoşuma da gidiyor ama, artık büyüklerime diklenecek bir tecrübe bagajım var.
Bu 42 yılda abartılı denecek kadar çok şey yaşadım. Zenginliği, fakirliği gördüm. Ölümün çok yakınlarına kadar birkaç kez geldim. Yaralandım, ağır hastalıklar geçirdim. En sevdiklerimi ellerimle toprağa verdim. Yakın dostlarımdan birisi intihar etti, bir diğeri dünyanın öteki tarafına göç etti. Hayat ailemi dünyanın dört bir yanına dağıttı. Ülke değişti, ama Ermeni olmanın yakıcılığında irtifa kaybı çok az oldu. Ne bileyim, böyle bir sürü şey işte.
Ama hayat bana hiç de onların anlattığı kadar zor ve keyifsiz gelmedi. Neden diye sordum. Neden? Ben mi bir süperman’im, yoksa onlar mı birer zavallıydı? Ya da hepimiz zavallı süperman’lar, süperwoman’lar mıyız?
Bence değil. Şunu fark ettim. Onlar (bizler de) fark etmiyoruz ama, büyüklerin tecrübe diye aktardığı değerli şeylerin arasında aslında ciddi düş kırıklıkları destanı var. Asla yalan değil, son derece samimi. Ama anlatan kişinin yaşadıkları, kapasitesi ve algıları ise sınırlı. Herkesin hayatı algılama, karşısına çıkan sorunları çözme, çözememe, devam etme ve orada bırakma biçimleri farklı. Yani büyüklerim bana hayatı anlatmıyorlardı aslında, bana kendi hayatlarını anlatıyorlardı sadece. O zaman beni tatmin etmeyen ama adını koyamamış olduğum eksik olan şey de buydu.
O yüzden kendi tecrübelerimiz önemli. Kendi tecrübelerimizi nasıl algılayıp nasıl analiz ettiğimiz de. Kendi hayatımızı bir kere ve bize özgü yaşayacağız. Mukayese edilemeyecek kadar çok imkân ve arızalarla doluyuz. Başkalarını sürekli hatalı ve bizi haklı kurbanlar olarak çıkartan ekstreler son hesap kesilirken geri dönecek. Bunu, hayattan keyif alıp alamadığımızdan anlayacağız. Yenik ve mutsuz hissetmek, sadece hayat şartlarımızla ilgili değil. Bizimle, sert enseli olup olmadığımızla da ilgili olacak. Her şartta insan mutlu ve huzurlu olmanın yollarını bulabilir. Şartlarını değiştirebilir. Değiştirmeye çalışabilir. Bu çabanın kendisi mutluluk hormonunu tahrik eder. Mutluluk da öyle abartılacak bir şey değil. İstediğin hayatı asgari oranda kurabilmek ve huzur duyabilmek, kendinden. Kendinle barışık hissetmek. “Evet, elimden gelen buydu ve bunu yaptım” diyebilmek. Her insan mutlaka ama mutlaka kendi hayatının birincisi ve şampiyonu olmak zorundadır. Mutluluk ve huzur başka türlü gelmez. Mümkün değil, olsa söylerdim. Sizden mi saklayacağım?
Ama unutmayın, bunlar sadece benim tecrübelerim ve benimle sınırlı. Ben’im kadar.. sadece o kadar.
mesayan@markaresayan.com
Yorum Yap