- 22.10.2012 00:00
Genç bir çocuğun Dicle’nin sularına veya Mardin’in masalsı o güzelim evlerine bakarak kendisini Öcalan için yakmasını veya hapishanelerdeki Kürt siyasi mahkûmların belki yaşamlarına veya hayat boyu sakat kalmalarına neden olacak açlık grevlerine katılmalarını anlamak önemli bir düşünce emeğini talep ediyor. Çok kolay olduğunu kimse söyleyemez. Kürt halkının devletten kaynaklanan sorunları, yaşadıkları ve hâlâ yaşamaya devam ettikleri travma ve haksızlıklar o kadar çok katmanlı-karmaşık bir Kürt sosyolojisi üretmiş ki, bunu mesela AK Parti’nin palyatif-pragmatik siyaset algısının içine sığması neredeyse imkânsız. Zaten o karmaşık durumu biraz anlatmaya çalışan Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven’in linç edilmesi de bu nedenle oldu. Hükümet bu durumu anlasa bile, bunu kamuoyuna gösterme cesaretine sahip değil. Bu da bizi yine anlamamanın sonuçlarına götürüyor. Ancak şunu söyleyebilirim ki, Türkiye’yi çok şiddetli günler bekliyor ve bu asla PKK ile sınırlı bir mesele değil.
Kürt coğrafyasında o kadar büyük bir mağduriyet dinamizmi var ki, evet bizi asıl PKK vs. değil, bu gençlerin ileride üreteceği şiddet ürkütmeli. Gündüz taş atan, akşam yaşamak için kriminal suçlara karışan, gece de evde Kur’an okuyan, hayatın her alanına müdahale etmekte bir sınır tanımayan bu bölünmüş-karmakarışık ruh hâlini taşıyan binlerce genç var sokaklarda. Fakir, öfkeli, umutsuz ve en önemlisi son derece enerjikler. Ben çoğuyla karşılaştım, konuştum. Sonra devlete, topluma baktım ve bu ülke bu sorunu nasıl anlayıp da çözecek diye düşündüm.
Açlık grevlerine katılan insanları örgütün maşaları olarak itibarsızlaştırmak da bu kadar yüzeysel ve insanilikten uzak. Oradaki dinamizmin kimyasını anlamak için devlet bir şeyler yapıyor mu, hiç sanmıyorum. O mağduriyet dinamizmini harcamak üzere en elverişli aracı PKK veriyor hâlâ, bunu hiç düşündüler mi? PKK sorununun da Kürt vatandaşların hak talepleri ile kesiştiği nokta burası. Kürtlerin enerjisi, PKK denen bir araçta yakılıyor. Bu enerji boşalmak zorunda ve onlara sunulmuş başka bir alan yok.
Siyaset diyebilirsiniz... Evet, siyaset düne nazaran bu ülkede çok daha rahat yapılabilen bir şey artık. Hatta şiddetin yaratacağı etkiden çok daha fazlası sivil toplum ve gelişmiş networkler sayesinde yaratılabiliyor. Ancak bu noktada da günün siyasetini Kürtler adına kimin üstleneceği sorusu bizi cevapsız bırakıyor. Uludere’den sonra AK Parti dindar Kürtler için bile kuşkulu hâle geldi. BDP’ye denk gelen Kürt sosyolojisinin ise, yukarıda anlattığım karmakarışık ruh yapıları, sadece öfke duyan, sistematiği, amacı ve programı olmayan geniş kitleleri ile nasıl bir siyaset üretebilir? Yani bu mümkün mü? Değil tabii. Dolayısıyla BDP’nin de neden bir noktaya sıkıştığını anlamak mümkün. Bu kesim Kürtlerin elinde rüştünü ispatlamış PKK’dan daha iyi çalışan bir aygıt yok. PKK ise, şiddete dayalı bir yöntem izliyor. “Biz öldük biz yönetiriz” diyor ve bunu tabana dayatıyor. Alttan gelen bu karmakarışık travmatik sosyoloji ve üsten gelen PKK otoritesi içinden, devletle güncel, etkili ama barış paradigmasında mücadele edecek bir hareketin çıkması pek mümkün değil.
O zaman görev devlete, hükümete ve sorunun asıl kaynağı olan Türklere düşüyor.
Devlet biraz akıllı olsaydı, Kürtçe anadilde eğitimi bir an evvel hayata geçirir ve Kürt sosyolojisine paradigma değiştirmesinin soluk borusunu sağlardı. Çünkü Kürt sosyolojisini özgürleştirecek olan tek mesele Kürtçenin, yani dilin özgürleşmesidir. Bu özgürleşme karşısında Kürtler arasında yaşanacak çalkantıyı PKK’nın göğüsleyebileceğini mi zannediyorsunuz? Dil meselesinin ne kadar derin bir özgürleşme, ait olma ve kendine güven meselesi olduğunu henüz anlamış değil devlet. Bunun bir hak olduğu, Kürtlere bunu borçlu olduğumuz gibi evrensel saptamaları geçtim; aslında bilakis, Kürtçe yasak olduğu müddetçe PKK’nın bir talebidir. Dilinin içinden yeniden doğan bir halkı bir örgüt bugün yapabildiği kadar monolitik tutamaz. Ama devlet bunu anlamıyor, anlamak istemiyor.
Kürtçe eğitim ve öğretimin ABD’den birtakım örneklerle ülkeyi böleceği ile ilgili argümanlar üretiliyor. Bir kere bunu ABD’ye taşımaya gerek yok. Bu bakış millet-i hâkime ve Kemalizm bakışının bir karmasıdır. Önce ayıp sonra da yanlıştır. Şunu demek istiyorum. Hakların verilmesi ile ülkenin zarar göreceği fikri, bir fikir değil, bir siyasi tercihtir. Bunu süslemeye gerek yok. Dün Kemalist devlet ne diyorsa, niçin diyorsa, bu onun aynısıdır. Paradigma aynıdır.
Bilakis bu yasak, Kürtlerin özgürleşmesini önleyen, PKK’ya onlara mahkûm eden bir deli gömleğidir. Kürtlerin bu konuda yapacak bir şeyleri yok. İşte bakın, açlık grevlerinin iki temel talebi var, ilki Öcalan’a özgürlük, ikincisi Kürtçeye özgürlük. Hiyerarşiye bakınca, oradaki tıkanmayı ve dayatmayı da anlayabilirsiniz. Öcalan mesela şunu diyemiyor: “Bırakın benim şartlarımı, ben kendi sorunumu hallederim. Siz Kürt halkının talepleri için sivil ve barışçı bir mücadele yürütün. Şiddeti terk edin. Amaç PKK’nın değil, Kürt halkının bekasıdır. Benim şartlarımın bunun yanında hiçbir ehemmiyeti yoktur.”
Diyemez, çünkü hem Öcalan bir Mandela değil, hem de Türkiye devleti Güney Afrika. Devletin rütbeli askerlerinin Öcalan’a gidip “Niye silahlı güçlerini sınır dışına çekiyorsun? Eğer savaşmazsan devlet sizi ciddiye almaz” denen bir ülkede yaşıyoruz.
BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, cezaevinde açlık grevi başlatan tutukluların iki talebinin olduğunu belirterek, “Yaptığımız görüşmede tutuklular şu anda başlatmış bulundukları açlık grevlerinin iki temel taleplerinin olduğunu bize ilettiler. Bu taleplerden birincisi Öcalan’a özgürlük, ikincisi ise anadilde eğitim ve Kürtçe üzerindeki baskıların kaldırılmasıdır” dedi.
mesayan@markaresayan.com
Yorum Yap