Aslanla karşılaşmak...

  • 14.10.2012 00:00

 Kusursuzluk...

Kusursuz bir kelime gibi görünür ama, pek öyle değil.

Bir arkadaşım gördüğü bir analiz seansını anlatmıştı bir gün bana. Uzun uzun durumunu izah ettiği psikiyatrı ona şöyle demiş:

“Sana bir örnekle anlatayım. Yolda gidiyorsun, karşına birden bir aslan çıkıyor, ne yaparsın?”

Ben de size sorayım, ne yaparsınız?

Arkadaşım düşünmüş ve sizin verdiğiniz cevabı vermiş, “Ya donakalır, ya da kaçmaya çalışırım...”

Güzel...

Öyle değil ama, arkadaşım ve çoğumuz böyle cevap vermekle birlikte doğruyu söylemiyoruz. Aslında kendimizce doğruyu söylüyoruz da, durumumuzu doğru idrak etmediğimizden, cevabımız ile yapacağımız şey birbirini tutmuyor.

Psikiyatrı ona “Sen yaşarken karşılaştığın olaylar, zorluklar karşısında, kendine öyle bir misyon yüklemişsin ki, karşına çıkan aslanın üzerine atlamayı, onu paramparça etmeyi bekliyorsun kendinden. Bunu yapamadığın için kendine saygını yitiriyorsun. Özdeğerin zarar görüyor.”

Bireyleşememiş toplumlar, mükemmeliyetçi olur. Tek başlarına ayakta duramayan insanlar sürü hâlinde yaşar ve bu sıkışıklıkta birbirlerine öyle sert sürtünürler ki, her yerleri yara bere içinde kalır. Sağlıklı bir toplumsallık, sosyalleşme değildir bu. Geçmişte veya hayali bir gelecekte yaşarlar, bugünü hiç tutturamazlar.

Aile, bu temel bozukluk yüzünden devreleri ters bağlanmış bir alet gibi işlevini yerine getiremez, kumaşı çocukları yırtarak ve biçimsiz diker. Yavrucaklar yara bere içinde büyür, ödünç elbiseler giyenler gibi orasını burasını çekiştirerek, hayatı boyunca nedenini bilmediği bir utançla yaşarlar. Babalar çocukları uyuyunca öper, uyandıklarında o öpücük, enseye şaplağa dönüşür. İyi aileler ve ideal örnekler her zaman var. Ancak Türkiye toplumuna şöyle bir baktığımızda, şiddet dili ve tüm keskinliklerimizle, elimizdeki ensest dâhil tüm verilerin yakıcılığında, el üstünde tuttuğumuz aile kurumunun durumu pek parlak gözükmüyor doğrusu.

Türkiye gibi toplumlarda okkalı bir gerontokrasi vardır. İnsanlar geç olgunlaştıklarından ve hayal ettikleri mevkie, tatmine bir ayakları çukurdayken eriştiklerinden parlak gençleri linç ederler, “Ben bunlar için yıllarımı verdim” sendromudur bu.

Ama madem doğduk ve yaşıyoruz, kendimizle ne yapacağımıza artık karar vermeli sanki. Bizim olduğunu bildiğimiz bir şey var elimizde. Ölene kadar o kabın içinde yaşayacağız, bize dair bir alet: beden, ruh ve can... İnsanlara kendilerini kullanmak için kurs ve ehliyet verilmiyor. Veriliyor da, aynı anda aracı kullanırken, yani yaşarken öğrenmek zorundayız. Daha vitesi nasıl ikiye geçireceğinizi bile öğrenmeden keskin virajlardan dönmeli, hayatta kalmalıyız. Ne kadar acıklı! Yok, alay etmiyorum, çok acıyorum, acımak da değil, bu insana çok büyük şefkat duyuyorum. Harcanıp gidene de, donup kalana da, en geniş grup olan debelenenlere de.

Kusursuzluk. Dar bir hücre. Büyük bir yalan. Kusursuz olmayı istemek, kendinden bir Süpermen veya bir She-man çıkartmaya çalışmak... “Bir rahat olun” demek geliyor insanın içinden.

Başka bir arkadaşım, ki delikanlılığımızda her günümüz birlikte geçerdi, bir gün gelip evvelki gece babasının arabasını ondan habersiz aldığını ve kaza yaptığını anlatmıştı. Heyecanlıydı. Kentli, burjuva-varsıl sayılacak ailelerdendik. Ama sanırım bizim Viktorya dönemimiz 1980’lerdi. Büyük bir kapalılık, sıkıcılık ve baskı. Her tarafı ele geçirmiş sentetik bir kusursuzluk yarışı, geleceği çizilmiş efendi oğlanlar, hanım kızlar.

Arkadaşım arabayı parçaladığı için üzüldüğünü, babasının kızmaktan çok şaşırdığını, sonra bir başına kaldığında bunu yapmış olmaktan büyük bir haz aldığını fark ettiğini söylemişti. İlk defa bir hata yapabildiğini görmüş ve mutlu olmuştu. Suçluluk da duymuştu. Panikle bize anlatmaya gelmişti. “Bu hissetliklerim nedir” diye. Biz de o sıralardaki başvuru kitaplarımız olan Catcher in the Rye,Bozkırkurdu ve Büyülü Dağ’ı açıp durumu anlamaya çalışmıştık.

Çocuğun hissiyatı son derece normal ve anlaşılırdı. Hiç hata yapmadan yaşamak, kusursuzluk hücresine tıkılmak, bunun doğal olmadığını ve gelecekte bir yerde hiç beklemediğiniz anda büyük bir kazaya uğrayacağınızı hissetmek. Ertelenmiş tüm kazaların toplamı...

Altı yaşında bir çocuktan 30 yaşındaki, 16 yaşındaki çocuktan ise 60 yaşındaki bir insanın olgunluğunu bekliyor ve ona baskı yapıyorsanız, onun 30 ve 60 yaşlarında büyük bir “şova” hazırlandığından emin olabilirsiniz.

Bugün Türkiye’de siyasette, medyada, köşelerde yaşanan kibrin-alaycılığın altında böyle yetişmiş çocuklar var. Sorunun psikolojik boyutunun bu olduğunu düşünüyorum. Kimse kendine karşı hoşgörülü değil ki başkasına olsun.

Birine zarar verdiğimizde gider özür dileriz. Bilmem aklınıza hiç geldi mi? Kendinize yaptıklarınız için kendinizden özür dilemeyi hiç düşündünüz mü? Kendinize karşı bu kadar gaddar olduğunuz için, ruhunuzu bu kadar yonttuğunuz için, canınızı bu kadar kemirdiğiniz için kendi kendinizden özür dilemek geldi mi hiç aklınıza? Yoksa siz hâlâ anne ve babasını suçlayanlardan mısınız? Bitti o, bitti.. çevirin artık sayfayı.

Dağınık bir yazı oldu farkındayım. Müdahale etmedim. Böyle yazılar biraz kusurlu olur. Ben’im değil, ben’in suçu.

Özür dileriz.


mesayan@markaresayan.com

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums