- 3.04.2011 00:00
Taraf gazetesi bir süredir 2000 ile 2010 arasında Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye algısını tamamen deşifre eden WikiLeaks kriptolarını yayımlıyor. Ergenekon davası, karmaşık Kürt meselesi, Asker-yargı vesayeti, Ermeni olgusu, vesayette medyanın rolü gibi konularda, ülkemizde son yıllarda yaşanan şeffaflaşma ve dolup taşan bilgi bagajı ile WikiLeaks ABD belgeleri, bir elmanın iki yarısı gibi resmi tamamlıyor. Vatandaşı için hep bir muamma olagelmiş Türkiye Cumhuriyeti Devleti, artık görünür, bilinir bir şey haline dönüşüyor. Böylelikle devleti ehlileştirmek, onu bireyin- toplumun hizmetkârı haline getirmek de mümkün olabilecek bir zaman sonra.
Taner Akçam bir makalesinde, “Kurtuluş Savaşı Ermeni ve Rumlara karşı verilmiş bir iç savaştır” der. Kuvayi Milli hareketi ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ne baktığınızda, kadroları Ermeni soykırımına karışıp Anadolu’ya kaçmış İttihatçılarla doludur. Yine bu cemiyetler özellikle Ermeni ve Rumların tehdit algılandıkları vilayetlerde kurulmuştur. Şöyle devam eder Akçam: “Tüm bir Kurtuluş Savaşı boyunca, Anadolu’da Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını denetlemek için bulunan İtilaf birliklerine karşı savaş verilmemiştir. Kurtuluş Savaşımızın ilk kurşunu, 19 Aralık 1918 günü Dörtyol’da patladı. Bu ilk kurşun öç almak için geri dönen Fransız üniformalı Ermenilere atıldı. Bu ilk kurşunun atıldığı yerde, Dörtyol’da İngilizlere başvurulur ve İngilizler bir Hint birliği yollayınca ortalık yatışır. İngiliz işgaline herhangi bir tepki yoktur, hatta arzu edilmektedir.”
Her güzide şehrimizin kurtuluş günlerinde temsili düşmanların neden Ermenilerden mürekkep olduğunu da bir düşünelim burada.
Ve şimdi günümüze gelelim.
Taraf gecen cuma ve cumartesi Türkiye’de misyonerlik, Hıristiyan ve Ermeni paranoyasını ortaya seren WikiLeaks belgelerini yayımlandı ki, Malatya Misyoner katliamını anlamayı sağlayan resim çizdi. Savcı Zekeriya Öz, tam da misyonerlik ve Zirve meselesini bağlayan “İlahiyatçı” düğümüne el attığı gün, son dakika isminin listeye eklenmesiyle terfiyen davadan uzaklaştırıldı. Zamanlama gerçekten manidardı. Acaba bunda sadece Ergenekon lobisi mi, yoksa Zirve katliamını mazur görebilecek paranoid bir devlet-millet zihniyeti mi rol oynamıştı? Belki de her ikisiydi... Tıpkı Malatya katliamının mümkün olmasını sağlayan zehirli zihinsel birlik gibi...
ABD’nin özellikle 2005 yılında Türkiye’deki hem azınlık hem de misyoner Hıristiyanlara karşı yönelen sert ve hedef gösterici söylemden çok rahatsız olunduğu öğreniyoruz. ABD Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın, misyonerlere karşı sert açıklamalar yapan dönemin devlet bakanı Mehmet Aydın’a hitaben yazdığı mektup, merkezine gönderdiği telgrafta şöyle yer alıyordu: “Hatırlayacağınız üzere, görüşmemiz sırasında Türk yetkililerinin Hıristiyan- karşıtı söyleminin milliyetçi hissiyattaki genel bir yükselişle birleştiğinde, Hıristiyanlara karşı şiddetin önünü açabileceğinden kaygı duyduğumu söylemiştim. Görüşmemizden kısa bir süre sonra, iki saldırganın 21 nisanda, sabahın erken saatlerinde Ankara’daki Uluslararası Protestan Kilisesi’ne yangın bombası attıklarını öğrendim...”
Uyarılar boş değildi...
Nitekim Katolik Rahip Andrea Santoro 5 Şubat 2006’da Trabzon’da öldürüldü. Konuyla ilgili olarak cinayetten iki gün sonra Ankara’daki ABD Başmüsteşarı Nancy McEldowney’nin kaleme aldığı telgraf metninin “YORUM” bölümünde şu ifadeler vardı:
“Türkiye’de Hıristiyanlara yönelik tehditlerde ve kiliselere karşı barbarlık eylemlerinde 2004 sonlarından itibaren bir tırmanış oldu, bu da medyadaki artan Hıristiyan-karşıtı yayınlarla aynı döneme denk düştü. Hükümet, özellikle de Diyanet, dönem dönem Hıristiyan misyonerlik faaliyetlerinin “tehdidi” konusunda alarm verici açıklamalar yaparak bu gerilimleri şiddetlendirdi. Bu cinayetin, bu genel gerginlikle bağlantılı olup olmadığını bilmiyoruz - hiçbir zaman da bilmeyebiliriz.”
Yok canım, kim demiş. Bal gibi biliyoruz artık.
21 Aralık 2004 tarihli Washington’a Ankara’dan giden telgrafta ise Büyükelçilik Müsteşarı Robert Deutsch “Paranoya” başlığı altında Türk devletindeki Ermeni ve Hıristiyan algısının hastalıklı halini şöyle açıklıyor: “Türk Devleti’nin tarihten duyduğu korku, Ankara’nın sahadaki JİTEM birimlerine ‘Ermeni ayrılıkçılığı’ ile mücadele etmeleri için bir dizi emir vermesinden de anlaşılıyor. İrtibatta olduğumuz kişinin JİTEM’deki tanıdıkları ona, güneydoğuda sadece bir avuç Ermeni kaldığı düşünüldüğünde, uzun bir süreden beri bu talimatlarda ısrarcı olunmasının, kendilerini hayrete düşürdüğünü söylemişler. Ermeni ayrılıkçılığının varlığını gösteren işaretleri ortaya çıkarmak için nafile uğraşırken, Ankara’nın bu şüphelerinin, soyağacını ortaya koyan ve başka şeylerin yanı sıra -özellikle de doğu ve güneydoğunun belirli bölgelerinde- Osmanlı yetkililerinin ve yerel Müslüman çetelerin Ermenileri tehcir ettiği ve kitle halinde öldürdüğü dönemde, ataları gönüllü ya da zoraki olarak din değiştiren veya evlatlık verilen kaç vatandaşın Ermeni kökenden geldiğini de gösteren titiz nüfus kütüklerine dayandığını anlamışlar. Bu uzak ve bastırılmış Ermeni bağlantısı o kadar yaygın ki, bizim kaynağımıza göre, JİTEM, Ermeni kökeni olan bir köy imamına bile rastlamış.
JİTEM subayları dahi devletten gelen bu paranoyakça direktifleri garipsemişler. JİTEM gibi karanlık bir örgütün gerisine düşen bir Ermeni-Hıristiyan korkusu...
Acaba Savcı Öz’ü, Zirve’ye yaklaştıkça ürken bu “devlet” algısı mı kurban etti?
Yarın devam edelim isterseniz...
markaresayan@hotmail.com
Yorum Yap